Sustum. Sözcüklerin kefen beyazlığındaki çaresizliğini görüp sustum. Nice oldu bilemem susalı. Bu parka da ne zamandır gelip iç savaş çıkarıyorum, onu da hatırlamıyorum. Hatırladığım epeydir gönül evimde asayişin berkemal olmadığı. Sustum susmasına da, içimdeki gürültüyü bastıramadım bir türlü. Dilini tutuyor da yüreğini susturamıyor şu insanoğlu.
Hani sustum dediysem, ölmedim. Anam demişti bir vakit;
-Ha! dedin mi ölünmüyor evlâdım, ölünmüyor!
Hah, demiştim işte hele bak. Nasıl ölünmüyormuş? Can havliyle, anamın yürek yangını tesellisini yarı da kesip; atmıştım kendimi sokağa. Ölmek için. Önce caddede bir araba kestirmiştim gözüme, henüz köşede, yeni aldı virajı. Renginden öte bilgi yok, o kadar uzakta. Bana yaklaşıncaya dek alır hızını. Attım mı kendimi dizi dibine kırmızı otomobilin , bak ölünüyor mu, ölünmüyor mu? Kırmızı araba geçti gitti. Lacivert, siyah otomobil de öyle. Yolların kralı koskocaman bir kamyon … O da geçti gitti. Bir türlü ben gidemedim. Olmayacak dedim. Sahile inmeli. O da olmazsa bir kutu hap. Eh o da olmazsa ekmek bıçağına ya da jilete talim. Hayat yorgunu ince bileklerimde, eflâtununu sunmuş damarlarıma dokundurdum jileti. Hesaplamadığım şey; kan görmeye dayanamayışım. Bileğimden damlayan kanı görür görmez, öldüm. Günahın rengi kırmızı! Yüreğimde beyaza dair ne varsa kırmızının gölgesinde lekeli… Kirlenmişti aklığım kan kırmızısı ile. Olabildiğince sıcak ve bir o kadar yapışkan. Gözlerimi açtığımda, soğuk cennet olmalı dediğimi hatırlıyorum. Banyo seramiklerinin soğukluğunu göç sanıp, sonra yine ölmüşüm. Sonra mı? Bir hastahane odası. Velhasılı anam haklıymış. Ha dedin mi ölünmüyormuş. Kan kırmızısının yapışkanlığında bağlandım o gün bu gündür hayata.
Bir şarkı tutturdum, şen şakrak, bir fıkra anlattım doyasıya gülümlük. Gürültülü yaşadım bir vakit, içimdeki suskunluklara inat. Hüzne tutkumdan mı, sorularımın cevapsızlığından mı bilinmez susuverdim birden. Kelimeler anlamını yitirmiş olamazdı. Anlaşıyordu ya herkes o malum kelimelerle. İşte o gün bugündür, Salacak’ tan Doğancılar’a yürüyüp, bu parka geliyorum. Yazarın; “Suya seccadesini seren çiçek” diye tanımladığı, nilüferleri değil, şimdilik sadece seccadelerini seyrederken, havuz başında şarkılarım susuyor, yüreğimin hengamesi coşuyor.
Hengâme diyorsam da tutunduğum umudum… Adını fesleğen koyduğum, kimselerle paylaşmaya yüreklenemediğim bir sevda! İçimi acıtan, acıttıkça kanayan, çiçeği güzel, dikeni bol bir sevda. Bilmesin istiyorum kimseler. Bir sihir gibi tutunuyorum içimde saklamışlığıma. Kaçılası değil, tutunulası olduğunu bilip, bir ben biliyor olmanın haklı gururunu yaşayarak… Paylaşmayışım anlaşılamayacağım korkusunu güdüyor içimde. Bu yüzden sessiz soluksuz girift sevdaya dokunuyorum kuytu bu parkta, herkesten uzak.
Bir ben değilim sakladıklarına yalnız dokunan ya da saklanmayı ve saklamayı seçen. Tanımadığım, tanımak istemediğim böylesi bir varsayımı bile aklıma getirmediğim müdavimleri var parkın. Ne zaman bahar kalıntısı bir gün olsa buluştuğumuz müdavimler. Kışa rağmen, güneşin gülümsemesi bir davetiye sanki bu parka gelen ben ve diğerleri için. İstanbul’un Mart ayının kapıdan baktırdığı günlerdeyiz. Aynı banka oturuyorum, aynı yalnızlığımla. İzliyorum. Henüz yüreklerine yaşamın tortusu çökmemiş cıvıl cıvıl çocukları. Farkındasız annelerİ… Avare delikanlıları… Simitçi Mustafa’yı, fındık fıstık satan Hüseyin’i, boyacı Kâmil’i, sevdiğini sanıp, ellerini sımsıkı kenetlemiş, yüreklerinde ayrılığı yaşayan sevdalıları…
Güneşin gülümsemesiyle birlikte Doğancılar Parkı’na gitmek rutin bir tavır gibi görünüyor olsa da, birikmişliğimin farklılığını bir ben biliyorum şimdilik. İlk gelişimde bir yabancı gibi ilişmiştim bu banka. Oysa şimdilerde bir ev sahibesi gibi bildik ve emin adımlarla yaklaşıyorum ve oturuyorum. Hep boş çünkü. Sağ tarafımda yaşlı bir amca… Saçlarına zaman beyaz örtüsünü sermiş. Öylesi dingin ki bakışları. Yıllar, hayatın çözülmesi zor bir problemin, çözüm işlemlerini döşemiş yüzüne. Gazetesini okuyor. İlk bir kaç gün sonra, birbirimizi başımızla selamlayıp gülümsüyoruz. İngiliz tarzı pardösüsü, şarabî kaşkolu ve dizine özenle yerleştirdiği 1965’li yılların klasik fötr şapkası ile asker ya da bürokrat emeklisi olduğunu düşünüyorum. Sol yanımda, koyu renk krep fular eşarbı çenesinin altından bağlamış bir anneanne ya da babaanne. İki torunu ile geliyor kimi zaman. Örgüsünü örüyor onlar oynarken; yüreği tedirgin, bakışları bir elindeki örgüde, bir torunlarında. Ne zaman torunları ile gelse örgüsünü mutlaka söküyor. Aklı onlarda olduğundan sanırım. Ona torunları ile geldiğinde örgü örmemesini önermek istiyorum, emeğine üzülüp. Tam karşımda, nilüferlerin seccadelerini seyreden, gece karası gözlerinden gayrisi saklanmış bir adam. Uzun kemikli parmakları ile alnına dökülen saçları, rüzgarın hırçınlığına gem vurmak istercesine, geriye ittiriyor sıklıkla. Elini indirirken sakallarında geziniyor o kemikli, bana göre gün görmüş, kalem tutmuş uzun parmakları. Alnına dökülen saçları, karmaşık sakalları arasında sıkışıp kalmış bir çift göz… Siyah paltosunda yas var. Otuzlu yaşlarda olmalı, dağınıklığına rağmen iyi giyimli. Hani sırtı pek derler ya? Hatta biraz fazlaca pek. Sol elinin orta parmağında seçemediğim irice bir yüzük. Onun hakkında bildiklerim, daha doğrusu görebildiklerim bundan ibaret. Oysa ne çok şey konduruyorum ona. Bazen bir zanlı ama pişman. Bazen âşık ama âşığı olmayan. Bazen bir mirasyedi ya da felsefe ile ilgilenip hayatı labirent haline getirmiş çıkışı bulamayan bir entelektüel. Saklanıyor mu acaba? Bu soru geliyor onu her görüşümde. Uzun zamandır müdavimi bu parkın. Geciktiğinde park kapısında gözlerim onu bekliyor, nedenini bilmeden. Bir alışkanlık belki de. Kendimden bir şeyleri ona emanet vermişim ya da o bana emanet vermiş gibi hissediyorum.
Zifiri gecelerde zemheri ayazı gibi içimi üşüten düşünceleri bu parkta tasnif edip, Salacak’a iniyorum, güneşin gülümsediği bahardan firar günlerde. Hayat bu tasnifim ile hafifliyor omuzlarımda. Bir kandil sabahını yine Doğancılar Parkı’nda kutlamanın farkındalığını yaşıyorum.
-Alır mısın, hanım kızım? Bugün Berat Kandili de.
-Tabii, teşekkür ederim.
-İsmim Sadık.
-Teşekkür ederim Sadık Amca.
İsmimi söylüyorum. Gülümsüyor ve
-Yaban Gülü haaa? diyor.İsmimin anlamını ben bile nice zaman sonra öğrenmişken biliyor olmasına şaşırıyorum.Yan bankta oturan, yine örgüsünü sökmekle meşgul yaşlı teyzeye doğru ilerliyor Sadık Amca. Konuşmalarını duyuyorum;
-Efendim ben Sadık. Kandiliniz kutlu olsun.
-Teşekkür ederim Sadık Bey. Ben Firdevs.
Gülümsüyorum. Sadık amca kalan kandil simitlerini parkın müdavimi çocuklara dağıtıp gülümseyerek bankına dönüyor. Gazetesine gömülüyor. Öğlene kadar okuyup kalkacak. Hep olduğu gibi bakışları beni de bulacak giderken. Soru işaretlerinin çengelleri dışarıda kalmış bakışlarıyla gülümseyecek. Sadık Amcanın bu tavrından cesaret alıp, Firdevs Teyze’nin yanına yaklaşıyorum,
-Rahatsız eder miyim, otursam ? diye soruyorum çekinik.
-Hayır, sevinirim buyurun kızım, diyor.
-Bağışlayın hep söylemek istediğim bir şey var. Örgünüzü rahatça örünüz, ben çocukları izlerim. Sökmenize gönlüm razı olmuyor da, diyorum. Cümlemin bitişi ile yüzünde seyreden hüzün dalgası pişmanlığımın kıyılarına vuruyor.
-Üzülme kızım, tam üç yıldır, örüp örüp söküyorum bu hırkayı. Yüreğimdeki yasın, özlemlerin hırkası bu. Ne bitiyor, ne diniyor acımın bitmediği gibi… Bana yadigar bu iki evladı izledikçe içimin yangınını ilmek ilmek örüyorum. Sonra söküyorum. Oğlum ve gelinimi bir trafik kazasında kaybettiğimden beri. Her bir cümle acı yüklü dalgalar gibi pişmanlığımı dövüyor.
-Bağışlayın. Sizi üzmek istememiştim. Bana da örgü örmeyi öğretir misiniz ? Diye soruyorum çarçabuk konuyu değiştirmek için.
-Tabii, diyor.İzin isteyip ayrılıyorum yanından, İzlendiğimi hissediyorum, alnına dökülen saçlar, bıyığı ve sakalı arasına gizlenmiş iki çift göz tarafından. Aldırmıyorum. Sadık Amca’ya gülümseyip, yün almak için ayrılıyorum parktan. Rengarenk olsun istiyorum yünlerimin, Doğancılar Parkı’ndaki hüzün veren loşluğa inat, içimdeki griliğe inat.
Ertesi sabah kucağımda rengarenk yünlerimle Firdevs Teyze’yi bekliyorum. Serin olmakla birlikte baharımsı bir sabah… Önce hal hatır soruyoruz, sonra bana ne örmek istediğimi soruyor. Şapka, diyorum. Burada ki çocuklara şapka örmek istiyorum. Burunlarına bakın kıpkırmızı, üşüyor olmalılar. Kulakları bari üşümesin.
Yüzüme dikkatle bakıyor Firdevs Teyze “Peki” derken. Kısa sürede öğreniyorum ama çok yavaş örüyorum. Artık kitap götürmüyor örgümü örüyorum. Bir hafta gibi bir zamanda ilk beremi tamamlıyorum. Firdevs Teyze tam tepesine tüm renklerden bir de ponpon yapınca çok şirin bir şapka oluyor. Bu beni çok sevindiriyor. O coşku ile kalkıp, yakınımda simit satan Mustafa’nın yanına koşuyorum ve hemen başına geçiriveriyorum şapkayı. Güneş sarısı saçları rengarenk oluveriyor, cemreler henüz düşmediğinden, ayaz yüzünü al al pençelemiş Mustafa’ nın.
-Sağ ol be ablam, diyor. Hemen camekanını açıp ,
-Kızarmış seversin sen, bu da benden. diyor.Alıyorum simidi, ayaz yalamış yanağına dokunarak Mustafa’nın. Oturmak için döndüğümde Sadık Amca, Saklanan Adam ve Firdevs Teyze tarafından izlendiğimi fark ediyorum. Ve bir ses,
-Bana, bana yok mu?
Bu Hüseyin’in sesi, fındık fıstık, kağıt helva satıyor öğlene kadar. Sonra Mustafa ile birlikte okula gidiyorlar. Her ikisi de dördüncü sınıfı okuyor. Onları seviyorum. Hayata bu kadar erken atılmalarına üzülüyorsam da yüreklerindeki güce hayran kalıyorum.
-Tamam söz ! Şimdi de sana öreceğim ama bir hafta sabretmelisin, diyorum. Elimdeki simidi önce ikiye, sonra tekrar ikiye bölüyorum . Sadık Amca’ya ve Firdevs Teyze’ye ikram ediyorum. Bir parça kendim için, diğerini saklanan adama sunmak istiyorum. Ama sanki havuzun öte yanına geçersem iklim değişecekmiş kadar tedirginim. Duralıyorum. O saklanmışlığına inat derinden bakıyor, tıpkı çalıların ardından bakar gibi. Bekliyor diyorum içimden bekliyor. Ama yapamam. Neden diye soruyorum kendime. Çekiniyorum. Ama neden? Bilmiyorum. Sonra son okuduğum kitapta altını kırmızı kalemle çizdiğim bir cümle geliveriyor aklıma, “Ulaşmak istedikleriniz size korkularınız kadar uzaktır. Korkularınızı aştığınızda ulaşmak istediğiniz hedef yaklaşacaktır.” Abartılı geliyor bu tanım bu sahneye. Ama olsun diyorum aşmam gereken bir şey var. Çekiniklik olsa bile adı. Kararla dönüp iki adım atıyorum, havuzun öte yanına. O bekliyor, bekleyen gözlerle bakıyor. Hiç bir şey söylemeden uzatıyorum bir parça simidi. Kemikli uzun parmakları uzanıyor, orta parmağında lacivert taşlı, girmek ve okumak için ciddi çaba gerektiren bir üniversitenin mezuniyet yüzüğü olduğunu görüyorum. Onun hakkındaki tespitimin doğruluğu için kendimi sessizce kutluyorum. Konuşmuyor alıyor simidi, kalabalık ve karmakarışık yüzünde yarım yamalak gülümsemesi yer bulamıyor, asılma çabasına rağmen düşüyor dudaklarından. Arkamı dönüp nilüferli havuzun ait olduğum, güvende hissettiğim yakasına atıveriyorum kendimi.
Parkta rengarenk çizgili şapkalarla dolaşan çocuklar var artık. Boyacı Kamil ponpon istemedi. Sadık Amca ve Firdevs Teyze ile paylaşıyorum sevincimi , Sadık Amca,
-Gökkuşağını yüreğinden parka indirdin Yaban Gülü! Ellerine sağlık, içimiz açılıyor, yaz gelecek diye üzüleceğim neredeyse, diyor muzipçe gülerek. Sonra ekliyor:
– Sakın Park Bekçisi Muhsin Efendi’ye de örmeyesin, deyip şen bir kahkaha atıyor.Firdevs Teyze,
-İlâhi Sadık Bey güldürdün bizi.
Saklanan Adam hariç hepimiz gülüyoruz. Artık Firdevs Teyze’yle oturuyorum aynı bankta o benim yanıma geliyor.
-Senin şu şapkalara ponpon yaparken düşündüm de renkler içimi ferahlatıyor. Şöyle mâkûl bir renk hırka örsem kendime, bahar akşamları omzuma alabileceğim.
Sadık Amca atılıyor hemen,
-Firdevs Hanım Leylak rengi pek yakışır size. Utanmış tavrı kaçmıyor gözümden Firdevs Teyze’nin. Firdevs Teyze Leylak rengi hırkasını bahar gelirken bitirip giydi. Sadık Amca bir süre günaydın temennisini ikimize birer Leylak getirerek sundu. Bir zaman sonra Leylaklar sadece Firdevs Teyze’ye geldi. Mavi gözlerine, leylak rengi hırkası, beyaz ellerine leylaklar çok yakıştı. Sadık Amca artık Firdevs Teyze ile birlikte oturuyor . Bir demet leylağın morunda gülümseyerek. Bu değişimleri, saklanan adamla bakışarak izliyoruz. Onun hâlâ karmakarışık yüzü ve darmadağınık. Ama gülümsemesini asmak yerine yerleştiriyor. Bunu uzaktan bile fark edebiliyorum. Bahar geldiğinden örgü örmüyorum. Zaten şapkasız çocukta kalmadı parkta. Hâlâ takıyorlar şapkalarını sabahları serin oluyor bu park. Bazen anlamasam da geziniyorum kitabımın satırları üzerinde. Saklanan adama senaryolar atfediyorum. Bunları eve döndüğümde yazdığım da oluyor. Hepsine “Saklanan Adam” ismini veriyorum kurgularımın. İşte bunlardan birini tasarlarken,
-Oturabilir miyim ? diye soruyor. İçimde tedirginlik, gerginlik ve heyecan ardarda koşuşturuyor saniyelik hızlarla. Sonra dinginliği sesime yüklemeye çalışarak,
-Buyurun diyorum biraz yana çekilip. Susuyor, kestiremediğim bir zamana kadar. Sonra sanki kendi kendine konuşuyormuş gibi,
-Sen de saklanıyorsun, arabanı balıkçılar çarşısındaki otoparka bırakıyorsun ve buraya yürüyerek geliyorsun. Balkonunda, pencere kenarlarında, bahçenin her bir yanında fesleğenler var. Soğuk süt içiyorsun. Yüreğindeki hangi sevda diktiriyorsa fesleğenleri bu parka hiç taşımıyorsun. Çünkü sen de yüreğinden saklanıyorsun.
Daha fazla dinleyemeden merakıma ve sinirlenişime hâkim olamayıp ;
-Buna hakkın yok ! Sana sadece bir parça simit ikram ettiğimi hatırlıyorum beni izleme hakkını değil. Buna hakkın yok, diyorum.
Ses tonu hiç değişmiyor.
-Park çocuklarına renk cümbüşü şapkalar örmeye, Firdevs Hanımın siyah örgüsünü elinden alıp leylak rengini hediye etmeye ve bunları izletmeye hakkın var mıydı senin? Şair “Acı ruhun fiyakasıdır” der. Ruhumun fiyakasını çalmaya hakkın var mıydı?
Biraz muzip bir ses tonu ile kurduğu son cümle beni gülümsetiyor. O devam ediyor;
-Yaban Gülü! Sadık Amca neden sana böyle diyor? Neden demesin ki? Yabaniymişsin basbayağı, diyor gülümseyerek.
Bu sefer gülümsemesi durduramıyor beni, kalkıyorum,
-Neden dinliyorum ki seni asıl yaban olan sensin, diyorum.
O da kalkıyor. Ses tonu aynı duruluk ve dinginlikte,
-Dinle! Özel bir izleyiş değil. Hasbelkader bir ön sokağındaki sitede oturuyorum. Evim yüksek olduğundan evini görebiliyorum. Otoparktan evine olan güzergah benim de güzergahım. Senin kullandığın otoparkı bende kullanıyorum. -Ya soğuk süt?
-Otoparkın çöpüne günlük süt kutusu attığını görüyorum, diyor gülümseyerek. Isıtıp içtiklerin için soğuk ifadesini kaldır olsun bitsin, sütü sevdiğinden eminim, diyor gülümseyerek. Bu kez sesinde sakinleştirme isteği var.
Ne diye feveran ediyorum ki saklı gizli olanı değil malum ve âşikâr olanı biliyor diyorum içimden.
-Bunları bana ikram ettiğin simit için teşekkür olarak kabul eder misin? deyip üç kitap uzatıyor birbirinin aynı.
-Neden aynı ve neden üç tane?
-Paylaştırmaya ya da paylaşmaya meraklısın. Eğer bir tane verseydim korkarım üçe bölerdin. Kimse bir şey anlamazdı. Biri senin, diğerleri Sadık Amca ve Firdevs Teyze için. Gülümsüyor bir yandan beni de gülümsetiyor. Zor duyulur bir sesle,
-Müellifi benim diyor ve devam ediyor. Babadan kalma bir fabrikanın geliriyle rahatça yaşıyorum. Yazıyorum, çiziyorum, okuyorum. Ama daralmaktan kurtaramıyorum yüreğimi. Bir şey eksik… Koskocaman bir boşluk var içimde. Ya senin içindeki boşluk? Neden fesleğen? Başka çiçek değil. Renkleri seviyorsun da neden rengarenk çiçek açmayan fesleğenler dikiyorsun bahçene, toprak saksılara?
-Artık boşluk değil. Fesleğenler hep olmalı. Toprak sıcaktır. Onların bu sıcaklığa ihtiyacı var. Plastik saksıların renklerini beğeniyorum, ama çöl ayazı gibi üşütür fesleğenlerimi. Onlar cemre düşmemiş mevsimin çiçeği. Artık boşluk değil içimde. Fesleğenler kurumadıkça boşluk olmayacak. Onlar yeşil kaldıkça içimdeki sevda yeşil kalacak. Bunları ne diye anlatıyorum ki sana?
Hızla park kapısına yöneliyorum. Bir tohum halinde yüreğime düşen adına fesleğen deyip yeşerttiğim sevdam, içimi râyihası ile ferahlattığı kadar hasretiyle kavurur hâlde parkı terk ediyorum. Bir daha gelmemeye karar vererek… Kuytu bulduğum bu mekan artık âyan! Gelemem! Fesleğenlerimi dile düşüremem! Yaklaşık üç hafta bu sancıyı yaşıyorum içimde, fesleğenlerime dil değmişliğin sancısı ile birlikte mutmain olup, yüreğimi avuttuğum parka gidememenin sancısı bir bukağı gibi sıkıyor beni. Tâ ki bir akşamüstü çalınan kapımı açana kadar.
-Afedersin, diyor ismini kitabından öğrendiğim adam. Ve gözleri ayaklarıma iniyor. Ne terlik ne de çorap var ayaklarımda, bu beni utandırıyor. Birini diğerinin üzerine bindiriyorum sıkılarak. O ise hemen başını kaldırıp devam ediyor.
-Kitabını parkta unutmuştun onu getirdim. Rahatsızlık vermek değil niyetim. Artık o parka gitmeyeceğim. Fesleğenlerini sorgulamayacağım bilmeni istedim, deyip hızla uzaklaşıyor. Arkasından bakıyorum bahçe kapısından çıkıncaya kadar. Ve parka gidiyorum ertesi sabah. Ertesi sabah ve daha ertesi sabah artık gelmiyor. Baharla birlikte yeni fesleğenler dikmeli, toprak saksı almak için İlyas Ustanın çömlekçi dükkanına uğruyorum. Çırağı Tokatlı Ali;
– Hoşgeldin abla. Nerelerdesin ne zamandır? diye karşılıyor. Dükkanın kuytusuna, usulca kayan turuncu tulumlu adama sesleniyor
-Abla dâimi müşterimiz, eski ustam limonlu çay ikram ederdi de. Ne dersin Abi?
Arkasını dönmüyor, bir şey de söylemiyor, biraz durup elini olur anlamında sallıyor.
-Sende ister misin?Elini yeniden sallıyor.
-İlyas Usta nerede? Ne demek eski ustam? Bir şey mi oldu yoksa?
-Endişelenme abla İlyas Usta yaşlandım deyip devretti dükkanı, arada bir uğruyor, seni de sorduydu hani geçenlerde, selamı var bilesin. Yeni patronumda melek gibi ona çömlek yapmayı ben öğrettim. Bir seviniyor ki sorma. Adamda para gani. Gel gör ki çocuk gibi çömlek yapmaya merak sarmış. Zaten burayı da ısrarla aldı ustadan. İlyas Usta da bu delikanlının ısrarında vardır bir hayır deyip devretti işte.
-Hayırlısı olsun! Seni de üzmüyorsa, İlyas Ustada iyiyse …
Limonlu çayımı içip fesleğenlerime îtina ile saksı seçiyorum. İlyas Usta gitmiş olmasına rağmen, çömlek tarzı saksılar yapılmış, üzerlerine gökkuşağının renkleri atılmış. Bu sefer renkli olanlardan alıyorum. Oradan seraya toprak ve fesleğen fidesi almaya gidiyorum. Akşamın ılık bahar esintisi gün batımıyla birleşince hüzün saatleri gelmiş olsa da, içimi okşuyor. Kız Kulesi’nin eteklerinde yangın, gün suyu yakıp geçiyor. Kızıllığı Salacak’a armağan! Yarın yepyeni turuncularıyla bezenip yeniden doğacak ve yeniden aynı umut aynı ihtişamla pandorasa inat!
Saksıları îtina ile indiriyorum ve ertesi sabah erkenden dikmek üzere fidelerimi de korumaya alıp evin kapısına yöneliyorum. Merdivenlerde, üçüncü basamakta bir paket, üzerinde bir not:
“Kocaman yürekli, küçük ayaklı park dostum. Bu armağan, yüreğinden toprağa düşürdüğün fesleğenlerini barındıracak, ebemkuşağının renkleriyle süslü saksılara getirecek seni! Hep gel olur mu?”
Bahar çiçekleri ile süslü paketi yırtarak açıyorum. İçinde bir çift beyaz pabuç…