Alaeddin Özdenören’le “Güneş Donanması” Üzerine

Niçin “Güneş Donanması” : Bu adı kim verdi ? 

Bu adı Nuri Pakdil verdi. Bu kitap, Şubat 1975 yılında çıktı. Edebiyat yayın­larından yayımlandı. Nuri Pakdil’in evindeyiz. Ev meclis binasının arkasında. Meclisin duvar­larının dibinden çıkılıyor Pakdil’in evine. Bu suretle kendimi mükemmel ele vermiş oluyorum. Biz bir çeteyiz. Benim adımı Nuri Abi koydu. “Bilâl Davut”. Eve doğru yürüyorum. Ama kafamda bir kilit var. Onu çözmeye çalışıyorum. Bir tedbirsizlik içindeymiş gibi hissediyorum kendimi. Kendimi dürüst, muvazeneli insan hislerine göre muhakeme etmek istiyorum. Nuri Abi’yi ne zaman görsem hep ileriye doğru gittiğimi hissederim. Geceleyin soymak üzere bir eve girmiş gibi­yim. Girdim. Zile bastım. Acaba evde mi? Çünkü o zamanlar evlerde telefon yoktu. Ne çıkarsa bahtına. Bereket versin Nuri Abi evdeymiş. Kucaklaştık. Gravatı çok severdi. Üstad Necip Fazıl gibi. Yaz günleri hariç gravatsız dolaşmazdı üstad. Benim de koltuğumun altında özene bezene aldığım vişne çürüğünde bir gravat. Kucaklaşma esnasında yere düşürmüşüm. Hemen görüyor. Gözünden hiçbir şey kaçmaz. “Alâeddin bu da ne?” İki odası (acaba üç oda mıydı?), kocaman bir salonu ve bomboş mutfağı olan bir ev. Yemek yapmasını bilen arkadaşlar olursa mesele yok. Aksi takdirde ya dışarıdan getirilir ya da dışarıda yenilir. Tabii Nuri Abi’nin seçkileri var. Demez mi ki, “Seni Allah yolladı. Ben de şiirlerini bir araya getirmiş düşünüyordum. Gel hele gel.” Oturduk. Masanın üstünde derdest edilmiş şiirlerim. “Kitabın çıkacak. Adını bile koydum. Güneş Donanması.” İçimden bir sevinç çığlığı yükseliyor. Söylemeyi unuttum. Bir de Selda’nın o zaman­lar çok ünlenmiş olan bir kısa plağım almıştım. Uzun olanlara “Long Play” diyorlardı.

“Uzun ince bir yoldayım, gidiyorum gündüz gece
Bilmiyorum ne haldayım, gidiyorum gündüz gece.”

Ve gecenin geç vakitlerine kadar oturduk. Bir yandan Selda’nın plağım dinlerken, bir yandan konuşuyoruz, şurdan burdan. Nuri Abi; hadi kalk bakalım gidiyoruz, diyor. Abi nereye. Nereye olacak. Yeni Mahalle’ye. Aklıma Şevket Eygi’nin çıkardığı İstiklal gazetesinde yayımlanmış olan yazısı geliyor. Yazının başlığı da “Yeni Mahalle” idi. Kafka’nın “Şato”su gibi. Yeni Mahalle’deki sevgilisini anlatıyordu. Karanlık, sisli bir yazıydı. Yeni Mahalle erişilmez bir uzaklıktaymış gibi. Nedense bu şaheser yazı kitaplarında yer almadı. Unuttu mu ki. Daha ezanın okunmasına vakit var. Gecenin bu geç saatlerinde ellerim ve koynum kıymetli gümüş takımları, iç çamaşırları ile dolu. Mirasa konmuş gibiyim. Abi neden Güneş Donanması. İşte o donanmaya binmek için yürüy­oruz ya. Başımıza çöken veya hiç değilse çökmek üzere olan şiir yağmuru. Ruhun kendisiyle baş başa yaşaması ne büyük bir zevk. Yükselme hırsına, başkalarım geçmek için didinmeye, düşman­lıkların hepsine ne kadar uzağız. Güneş Donanması’na gidiyoruz. Yanımda bilge bir insan. Nice defalar O’nu geceleyin çizmeye daldığı şekillere dalmış görmüşümdür. Yürüyoruz. Sokaklarda in cin yok. Bu gece yarısında, gecenin bu geç saatinde böyle düşüncesizce kendilerini gösterdikleri için karşımıza çıkan ilk devriye kolu tarafından tevkif ediliriz zehabına kapılıyorum.

Güneş Donanması’ndaki şiirinizden bahseder misiniz?

Bu şiirler 1957-1975 yılları arasında yazılmış. 18 yıllık bir zaman aralığı. Bu zaman zarfında Maraş’ta yerel gazetelerde, bazı dergilerde yayımlanmış şiirlerim var ama onları şiirden sa­yamadığım için kitabıma almadım. “Habersiz” adlı şiirim hariç diğer şiirlerim Diriliş ve Edebiyat dergilerinde çıktı. İlk şiirim olarak kabul ettiğim “Habersiz”, “Hamle” dergisinde çıktı. On yedi yaşımdaydım. Bu dergi Maraş Lisesi Kültür Kolu’nun yayım organıydı. Kurucusu Nuri Pakdil. Pakdil’in bir de arkadaşı vardı: Beşir Dirikol. Bu Dirikol’un Hamle dergisinde “Hudutlar Hanı” diye bir şiiri çıkmıştı. Çok beğenmiştim. Bir şiirine de Türk Dili dergisinde rastlamıştım. Çok güzeldi. Sonra ne oldu bilmiyorum. Sırra kadem bastı. Siirtliydi, Siirt’te oturduğunu işitmiştim. İki güzel şiirle tarihe karıştı. Bu iki şiir bulunabilir. Bu Hamle dergisinde Sezai Karakoç’un da bir şiiri çıkmıştı. İçinde “Bir ırmağın ortası yoksa seni mi hatırlayacağım” dizesi geçen şiir. Bu, Karakoç’tan okuduğum ilk şiirdi ve benim için yeni­likti. Daha sonra elden ele dolaşan “Monna Rossa” benim de elime geçti. Karakoç’tan okuduğum ikinci şiir.

Güneş Donanması’ndan sonra yine Diriliş, Kayıtlar ve Simya dergilerinde yirmi sekiz şiirim yayımlandı. Sonra Güneş Donanması’ndaki şiir­lerle birlikte, sonrada yazmış olduğum şiirler, “Şiirler” başlığı altında İz Yayıncılık tarafından basıldı. Şimdi yeni şiirlerim var. Üç yeni şiir. Bir tanesi de tamamlanmasını bekliyor. Bu benim son atılımım olacak. Benim bütün şiirlerimde lirizm egemendir. His ve fikir dünyamın ukdeleri, dış dünyanın lirizmine bürünür, böylece şiirim doğar. Dünya tablosu karşısında çaresiz ve yitik insanın teselli kaynağıdır şiir. Şair cansız maddeye kulak vermez. Çünkü soyut kanunluluk ve dolayısıyla şiir cansız maddeye kulak verilerek elde edilemez. Bunu kabul edemeyiz. Soyut kanunluluk ve şiirin insanın organik yapısında mevcut olduğunu kabul etmek mantıkî bir zorunluluk olarak ortaya çıkıyor. Hislerimiz zaten soyuttur. Yer kaplamaz, yaşanılır. İşte yaşanılırlığı şair, şiire döker. Başkaları da o şiirlerde kendisini bulur. Geçenlerde Ankara’ya gitmiştim. Fatih’in kitapçı dükkânında oturmuş dostlarla hoş beş ediyorduk. Aramızda Derviş Abi de vardı. Derviş Abimiz işkencelere maruz kalmış bir abimiz. Tırnaklarına kadar sökmüşler. Bu emekli abimiz şimdi boğaz kanseri. Demetevler’de bir lokanta açmış. Her gün yüz elli fakiri doyuruyor. Öyle baştan savma değil. Mükellef.

Paylaş

Bütün Ay Vakti'nde Konuşmalar

Alaeddin Özdenören’le “Güneş Donanması... / Ay Vakti
Tümünü Göster