-Gülayni Süda için –
Bütün iyimserliğine rağmen unuttuğumuz mektupların, fotoğrafların, dizelerin arasında durup, bir kez dahi olsun göz kırpıveren o çağlayanları hatırlamak kadar başka ne mutlu eder ki insanı? Kıvırıp bir kenara bıraktığımız, binbir işçilik ekleyerek yıllar sonra sandıklardan, dolaplardan, paketlerden, çekmecelerden çıkartıverdiğimiz mektuplar diyorum, dualar kadar olsun ısıtıvermiyorsa içinizi, çelmiyorsa aklınızı yeniden; kekre tadın mayhoşluğunu duyumsatmıyorsa yazılanlar, neye yarar bunca sitem içinde yalnızlık, mavi rengiyle dünya ve karanfil sadeliği?Yılların ardından bizlerde bıraktığı o iç çekiş hali, bir şeylerin eksilmesi bir yerlerimizden, yumuşak bir tebessüm belki de hep mektupların bıraktığı efsunlu kibarlığın tozu üzerimizde… Benim hatırımda kalanlardan, artık unutulmaya yüz tutan ve fakat kalınca çizgilerle belirlenmiş o sır yüklü aynaların kırıntılarından bir demet okuyucuya…
“Bir kez olsun gel deseydin ya, bir kez olsun dönüp baksaydın sana doğru akan ırmağımın rengine! Papatyaların, hercai menekşelerin, hatmilerin ve aşk merdivenlerine tırmanan cellat aynası sesinle, bir kez olsun çağırsaydın ardımdan, boğulurdum ihtimal, boğulur ve sesimin rengini buruşturan bütün kelebekleri yeniden salardım göğüne. Adımı andığın zaman, bir gülü andıkça hatırladığın bütün hüzzam şarkıların giderken bıraktığın sessizliğiyle büyüttüm, pencere önünde kanaviçelerini aşkın.
Bugün pazar, bugün terliklerimin ve entarimin kısalığına aldırmadan çıktım sokağa. Önümde bekleşen insanların arasına karışıp bindiğim otobüsün aldırmadım beni nereye götüreceğine. Parkların, bahçelerin ve yolların bir sıra halinde içime aktığı o samimiyetin bizleri savurduğu yılları düşünerek dolaştım bütün gün. Bütün gün, sarmaşıklanan gönlünün kıyısında beklettiğim sözcüklerin en afillisini, en hârelisini serpiştirdiğimiz keskin koku, bir kedi kıvrımıyla geçtiğimiz sokağın sevgilisi oldu hemencecik. Ağaçların, kuşların, kitapların ve köylülerin gülüp geçtiği gençliğimin hemen ertesinde biriken mektuplarımı artık saklamıyorum günden.
Bugün pazar, bana devşirilmiş gülüşlerin, kahırlı yazgıların sonunda gelen bütün sevaplara dayanmak istiyorum.
Dayanmak istiyorum biçilmiş bir gençliğin haytalıklarla geçtiğim çıvgınları arasında. İşlemediğim günahların yasını tutmadığım için seviyorum seni yeniden, her zaman.”
Günlerimizi yağmurlarla bekleten zambaklar gibi ıssızlığın ürküttüğü yalnızlık, mektupların hayrına sokulurken içimize, kaç karanlık ve kaç aydınlık devrildi ırmakların bitimsiz kıyılarında? Bu endişe yüklü sofraların, yalınlaştıkça kızaran güllerini bizlere sunan sevgili, ayaklarımızın altından akan hayatın hangi duraklarında bilinmez ki… Bir mektup almayagörsün insan, bir haber duymaya; sıskalığını gizlemeye çalışanların rahatsızlığıyla yaşar aylar ve yıllarca bir başına. Öyle ki, değişmesini istemediğimiz renklerin, şekillerin, biçimlerin, kokuların, tatların ve hatıraların birer çocuklukmuşcasına geçiştirildiği zamanlarda bile pişmanlığını duyumsatır adlı adınca. Sevgilinin yazdıklarını, yazıp göndermediklerini merak edenlerin safında olmaktan her vakit buruk bir lezzet duyan ben, yaşanmışlıklar babında hercü-merc bir tarihi sürüklüyorken bile, mektupların asil çağrısına kulak kesilmiş olmaktan memnunum işte. Kendine korunaklar yığarken insan, yirmili otuzlu yaşların bir çırpıda geçiverdiğini ve heveslerde beklettiği dudak uçuklatan düş kertmelerini en çok, nasıl da hatırlar cama çizikti- rirken garip ve anlamsız kalpler. “Bırakılmıştık” der, “hayra yorduğum bütün sevinçlerimi göğertti apansız. Şimdi düelloya tutuştuğum ırmak, ateşimi su gibi sesiyle yeniden yıkadı işte. Ağaran tanlara bakıp bakıp en çok sabahların güzleyin ürperttiği vakitlerde, ırmak gibi, ateş gibi, su gibi cellatlarımla yeniden merhaba kavruk bütün günahlara!”
Seni götüren takvim, zamansız bir sızı bıraktı albümlerime düşlerimin. Önce kayıtsız bir ses silindi benden, sonra sayamadığım inciler. Şehirleri dolaşan bir hayalet gibi unuttuğum mektuplarını okudum yeniden birer birer.
Aralarındaki gül kurularına gözyaşlarımı döktüğüm vakitlerde, ıslanmış bir şehrayin olurken yaşadıklarımız, ben seni tanıdığım için hep sevdim kendimi. Yıllar sonra hatırlattığın sevgi için teşekkür ederim.
Az önce bıyıklarımı kestim. Dişlerimin arasındaki ıslığı saklamadım çevremden. Ellerim yumuşadı. Kar yağdı geceden. En çok sevdiğin kazağımın kaçan rengini hatırladım senden sonra. Bana yakıştığını söylediğin efendiliğimi bir kenara bırak(a)madım bir türlü. Okuyamadığım kitapların arasında bıraktığım notları, Antep’ten yollamıştım Eski bir Şehir olan şehre. Çünkü eskiyen bir tarafıyla kitaplarımın, fotoğraflarımın bir işaret olsun için seni tanıdığına inanmışlığını, kuşların, ağaçların ve köylülerin hep bir ağızdan “aleykümselam” diyebileceği öylesine sırlı ve dişli düşler kurmakta ne kadar usta olduğumu takdir edersin elbet gülümseyerek halime.
Kar yağdı geceden sabaha kadar. Askerlere mahsus ivmeli bir tezkere dinçliği içinde klasiklerin tadını çıkardım kar yağarken. Ellerim yumuşadı. Dengimi bağlayıp karanlık bir dehlizden boşaldım şehre sabahtan. Sevdiğin ağaçları, uçurtmaları, baharları, menekşeleri, dişi bir kışın aşkına sakladım mektuplarını göndermeyi unuttuğun günlerde. Birkaç yazım daha yayınlandı, telif ücretinden habersizim. “Dale Carnegie’nin Üç İntihar Sebebi” üzerine düşünürken, elinde bulunan Söz Söyleme ve İş Başarma Sanatı’nın ne işe yaradığını anlamaya çalıştım. Nutkum tutuldu, şimşir tarakların canım saçlarını kestiğin kara makasların attığı yüreğini selamladım. Sonra dedim ki kendime;
Hani ey gözyaşım akmayacaktın?
Hani ey gözyaşım akmayacaktın?
Şunu bil ki ey okuyucu, okuduğun metinlerin mektup tadını yeniden hatırlatan birer fotoğraf karelerinden oluştuğunu senden saklayacak değilim! Yaşadığımız zamanların yüzümüzü çirkinleştiren kelimelerini, cümlelerini istedim ki güzelleştirecek daha çok yol bulunsun yarına kalabilen…