-“Hayâtü’s-Sahâbe”yi tercüme ettiniz. Bu süreçten biraz bahseder misiniz? Peygamber Efendimizle birlikte yaşayıp vahye birebir muhatap olan ve vahyin aktarımında öncü olanların hayatları…Bu sizi nasıl etkiledi?
-Evet, Hayatü’s Sahabe’yi tercüme etme teklifi Malatyalı bir yayıncı olan sevgili Nurettin Kiğılı tarafından bana ve değerli meslektaşım Haseki ikinci mezunu Cengiz Yağcı’ya yapılmıştı. Cengiz Yağcı Devran Yayıncılık’ın genel yayın yönetmeni idi o sıralarda. Ben 1992 yıllarında Almanya’dan döndüğümde teklifi meslektaşım Cengiz Yağcı’dan öğrendim. Ben de daha önceleri idealimde olan bu zor, çok sorumluluk taşıyan ve belki de beni aşan teklifi kabul ettim. Bu birliktelik iki sene sürdü. Uzun sürmesinin nedeni, yayınevi sahibi Nurettin Kığılı’nın ekonomik imkansızlıkları idi. Fakat nihayetinde Mert Yayıncılık’ın maddi desteğiyle basıldı. Biz de böyle yüce bir hizmete vesile olduğumuz için çok mutlu olduk.
Sahabenin bende bıraktığı izleri satırlara dökmek, ifade etmek ve insan idrakine aktarmak oldukça zor bir iş. Çünkü Sahâbi, İlâhi iradenin ispata dönüşmüş, somut ve eşsiz bir örneğidir. Topyekun bir gerçeği kabul etmenin ve bütün hücreleriyle kabullenmenin ve inandığına tanıklık etmenin, bunu ahlâka dönüştürmenin şahidi… Öyle bir iman ki yaratıcının sonsuzluğuna ayna olmak.. İmanın şirkten kurtarıp mü’min yaptığı, tekrar şirke dönmeyi ateşe atılmaktan daha dehşetli gören bir karaktere dönüştürdüğü model insan… Şirkin kirlerinden, tereddütlerinden, kararsızlıklarından kurtulup kristalize olmuş, ayrıntılardan kurtulmuş emin insan… Nefis ve dünyalık adına tüm teklifleri tereddüt etmeden reddedebilecek, zaman ve mekâna hükmedebilecek ve bu fazilet ilkesinin destanlık savaşını verebilecek kadar pervasız kahramanlar… “Ömer’den bekleniyor, beklenen Muhammed’den” diyebilecek ve bu sorumluluğun bilinci altında maddenin esaretinden kurtulmuş, herkesten kendini sorumlu tutacak kadar mesuliyet sahibi memur insan… Sayılan örnekler ve daha sayılamayacak kadar eşsiz örneklerle tarihe mâl olmuş, tarihin seyrini değiştirmiş insanlık ailesi var oldukça, örnek alınabilecek bu yüceler, nefsimin naçiz varlığında etki bırakmadığını söylemek asla mümkün değildir. Kitabın çevirisine devam ettikçe düşüncelerim, inancım ve amelimdeki istikametin ne kadar anlamsız olduğunu gördüm. Tevhidin şirki nasıl hayattan sildiği, müşriği nasıl mü’mine çevirdiği/dönüştürdüğünü Sahâbideki modelde görebilirsiniz. Cahiliyyenin ürettiği insanı biliyorsanız, müslümanı tanırsınız. Zira cahiliyye bir bakış, bir yorum ve kavrama/algılayış biçimidir. Onun için cahiliyye evrensel tanımıyla bir dindir. Bakın Allah Resulu (sav) ne buyurur: “Cahiliyeyi bilmeyen İslam’ı bilemez” “Eşya, zıttı ile kaimdir” deyimi bunun başka bir ifadesidir. Bu nedenle cahiliyyeti ve cahiliyyenin çözülme, düşüş, fesat ve haktan sapmada/dalâlette ulaştığı yeri bilen kimse, İslam’ın yaptığı ahlâki devrimin büyüklüğünü ve eşsizliğini daha iyi bilir. Basit bir örnekle cahiliyenin ne denli insanlık düşmanı bir hayat telâkkisi olduğu açıkça anlaşılır sanırım. Bir Arap şairi der ki: “Bazen başka savaşacak kimse bulamayınca kardeşimiz Bekir’le savaşırız.” Böyle bir anlayışa tarihi perspektiften bakıldığında insanlığın nasıl yok edildiği anlaşılacaktır. Zira hayatın bütünü âdeta kin, öç, ve intikamdan oluşmuş kuvvetli bir tuzaktır. İslam’la şereflenen Sahâbi, İlâhi mesajın hedeflenen sonuçlarını ve taleplerini gerçekleştirmiştir.
O artık yaşayan ve konuşan bir Kur’an, ete kemiğe bürünmüş bir dindir. Âdil bir terazi Allah’ın rızası ve gazabını iyiyi kötüyü bildiren bir ölçüdür. Öylesine mü’min bir insandır ki, onun nazarında temiz ve güzel olan her şey iyi; kötü olan kötüdür. Onun azminde Allah’ın iradesi tecelli eder.
Bilgi ahlâka ve amale dönüşüyordu sahabenin dünyâsında. Nasıl ki tohum ve çekirdek ağaca dönüşüp meyve oluyorsa… Sahabenin örneği kâinatın efendisi ufuk ve eşsiz model Hz. Muhammed (S.A.V.) idi. ‘Ne mutlu sana sen cennetliksin’ diyen Osman b. Mazun’un karısına verdiği cevap çok çarpıcıdır: “Sen ne diyorsun? Vallahi ben yarın nefsimin ne yapacağını dahi bilmiyorum.” Şeklinde cevap Allah’a gösterdiği itaat ve ona olan sevgideki hassasiyetini ve ince idrâkin derecesini gösterirken mümin olma iddiasında bizler hangi idrak çerçevesinde sahabe gibi yaşadığımızı söyleyebiliriz? Hayatü’s-Sahâbe’yi tercüme ettikçe yaşadığımı sandığım İslam’dan uzaklaştığımı ve tecdidi iman ve İslam gereğine olan inancım büsbütün artmıştır. Bu süreç devam edip, tercüme devam edip sona erdiğinde sıfırlandığımı anladım ama ümitsizlik içine düşmedim. Hayatı sadece dürüst ilkeli azimli ve derin bir idrak içerinde sorgulama imkanına kavuştum. Dinin hayatın bizatihi kendisi olduğu gerçeği öne çıktı. Dine hayat hakkı tanımayan ister birey olsun ister toplum, gerekse bir devlet olsun yaşama hakkını kaybedebileceği kanaatine vardım.
Çünkü gördüm ki Sahâbi, fani zevklerin yaşandığı dünyayı, gözle görüleni, nefsin arzularını, Resullullah (S.A.V.) in getirdiği vahyin ölçülerine bakarak yeniden anlamlandırmış, cahiliyyenin tüm olumsuzluklarından arınarak bir şahsiyete ve ahlâka dönüşmüştür. Zira onlar: Hakikatin ölümsüz şahitleri, inançlarını yaşama uğrunda da inancın şehitleri oldular.
“Benim ashabım gökteki yıldızlar gibidir”, sırrına vakıf, onların tavizsiz takipçisi İbn-i Teymiye’nin, inandığı bu davada muhaliflerine verdiği şu ölümsüz cevap meşhurdur. (Onu zindandan zindana sürenlere verdiği cevap) Bu bize aynı zamanda onun sahabenin hayatından nasıl etkilendiğini de gösteriyor.
“Düşmanlarım bana ne yapabilirler ki? Ben cennetimi yüreğimde taşıyorum; nereye gitsem o benimle gelir.
Hapsedilmem halvettir, sürgün edilmem hicret, öldürülmem şehâdettir. Değil mi ki göğsümde Allah’ın kitabı ve Rasulullah’ın sünneti vardır.”
Bu sorunuzun cevabını şunu da belirterek noktalayalım. Sahâbi; “Bir toplum kendini değiştirmedikçe Allah onları değiştirip dönüştürmez”. (Râd Suresi-11) ayetini baz olarak cahiliyeden İslam’a dönmüş, ve tüm insanlığa batıldan hakikate, yalandan gerçeğe bir inkılap gerçekleştirmişlerdir. Bu hakikatten hareketle şöyle bir temel ilkeye ulaşmak mümkündür: “Bu ümmetin evvelini düzelten âmil sonunu da düzeltmeye kadirdir.”
-Sahabe’nin yaşadığı dönemde de varlığını sürdüren, yerleşik kültürün ürünleri müzik, şiir, edebiyat var. Edebiyat açısından oldukça zengin bir medeniyet havzası söz konusu. Kur’an’ın nüzulü, Sahabenin tutumu ve bu süreçten bahsedelim birazda.
-Tarihsel süreç içerisinde peygamberlere bakıldığında, her peygamberin gösterdiği mücize, muhaliflerinin iddialarının ve tezlerinin cinsiyle susturulmuştur. Mesela sihir ve büyünün yaygın olduğu, hayatın büyücülük standartları üzerine inşa edildiği asırda Hz. Musa (a.s) asa ve Yed-i Beyza ile karşı çıkarak Firavunun sihirbazlarını acze düşürmüş, tereddütsüz imanla evrenin Rabbine iman etmelerine vesile olmuştur. Hz. İsa (a.s’ın) asrı tıbbın zirvede seyrettiği, insanların kendilerini bu alanda rakipsiz kabul ettikleri bir asırdır.
Allah İsa (a.s.) “ölüyü diriltme” ve “amayı görür hale getirmek” gibi iki eşsiz mücize bahşederek devrinin tıbbını susturmuştur.
Hz. Muhammed (S.A.V.) devrinde ise şiir, edebiyat çok gelişmişti. Hatta savaş meydanlarında şiirle atışmalar yapılıyordu. Muallaka-ı Seba’yı bilirsiniz. Kur’an’ın nüzulundan sonra bunlar tahtından olmuştur.
Kur’an bir ayna idi ona bakana kendini görebilme ve anlayabilme imkanını veriyordu. Kur’an’ı yaşamak isteyenler, onu kendisine inmişcesine okuması gerektiğine karşılık, muhaliflerinin de onun okuyucusunu etkileyip derinden sarstığını çok iyi biliyorlardı. Onun toplumu nasıl bir dönüşüme uğratacağını hiçbir zaman gözden uzak tutmadılar.
Hz. Lebit (r.a.) ikinci halife Hz. Ömer (r.a.) devrinde Kûfe’ye yerleşmişti. Hz.Ömer, (r.a.) valisi Su’be oğlu Mu- ğıre vasıtasıyla Hz. Lebit’e, müslüman olduktan sonra söylemiş olduğu şiirlerini sormuş, Lebit de Kur’an’ın ikinci sûresini yazıp valiye getirmiş: “Allah, bana şiire karşılık bunu verdi” demişti. Bunun üzerine Hz. Ömer, Lebit’in maaşını dörtte bir oranında artırdı. Gerçekten Lebit’in şair ruhu, Kur’an’ın eşsizliği karşısında büyük bir tesir altında kalmış ve bunun üstüne söz söylenmez diyerek şiiri bırakmıştır.
Tabi bu durumu tersten okumak da mümkün. Sizin de bahsettiğiniz gibi sanatta ve hususen edebiyatta, şiirde çok ileri gitmiş bir toplum mevzu bahis. Arap dilinin inceliklerine hâkim çok sayıda şair var.
Dil sürekli işleniyor. Ürünler ortaya konuyor. Şairler halkın karşısına çıkıp şiirlerini okuyorlar. Sonra toplumun da bir teveccühü var bu etkinliklere. Edebiyatta canlılık var. Bu da insanların çok yüksek bir belagata sahip olan Kur’an’ı anlamalarını kolaylaştırmıştır. Arap toplumunda dil gelişmemiş olsaydı Kur’an’ın çok güçlü bir şekilde ifadelendirdiği hakikatlerin anlaşılması mümkün olmayacaktı. Zaten müşriklerden kesinlikle şöyle bir şikayet
duymuyoruz: “Ya Muhammed biz senin ne demek istediğini, Kur’an ‘ın bize neden bahsettiğini anlamıyoruz.”
Evet müşrikler yaşadıkları toplumunun fertleri olarak Kur’an’ın kendilerinden ne istediğini çok iyi anlıyorlardı, fakat iman etmiyorlardı o başka. Tabi Allah- u Teâlâ Hazretlerinin Kur’an’ı Arapça olarak insanlığa indirmesindeki sebep ve hikmetler arasında bu da var. Söz söyleme sanatında çok yüksek bir yapıya ulaşılmış güçlü bir dili seçiyor Allah-u Teâlâ. Ve o dilde mislini getirmekten insanlığın âciz kalacağı Kur’an’ı inzâl buyuruyor.
Sanat, edebiyat oldukça mühim. Siz de bu açıdan çok önemli bir fonksiyon icra ediyorsunuz.
-Örnek bir Sahâbe’nin hayatından bahsedelim. Nasıl yaşamış, neler yapmış, Peygamberimizle diyalogları ve İslam hayatında ne gibi değişiklikler yapmış?
-Yaratıklar içerisinde, anlama ve algılama vasıtalarının çok ve güçlü olması bakımından mutlak hakikate en çok yaklaşabilen, haddi zâtında onun varlığından yansıyan insandır. Çünkü Allah-u Teâlâ ona ruhundan üflemiştir.
İşte peygamberler Allah’ı (C.C.), mutlak hakikati insanlara anlatma görevi ile yükümlü insanlardır. Onların mutlak hakikati idrak hali vahiydir.
İslam kadar sade, samimi, insani olan başka hayat, anlayışı yoktur. Bu yönüyledir ki müminleri de sade, samimi ve insanidir. İslam bu insan modeliyle Yesrib’i Medine’ye dönüştürmüştür.
Verilecek Sahâbi örneğini ve yaşadığı dünyayı anlamak için onu eşsiz kılan İslami iklimi iyi kavramak gerekir. Sa- habeyi yatağında rahat yatırmayan sorumluluk bilinci ile kendini peygamber kadar sorumlu hissedecek dereceye çıkaran bir din, ebette tek hakiki medeniyeti kurabilendir.
Allah Resulu (S.A.V.) mescide girdiğinde Haris b. Malik mescitte yatıyordu. Ona yaklaştı ve dokundu. “Kaldır başını” deyince Haris, “Anam babam sana feda olsun ya Rasulallah, buyurun bir emriniz mi var?” dedi. Efendimiz (S.A.V.) “Ya Haris, bu geceyi nasıl geçirdin” diye sorunca, Haris “gündüz inandığım gibi geceyi eksiksiz olarak imanla ve huzurla geçirdim, öylece sabahladım'” dedi. Allah Resulu “her iddianın bir ispatı bir gerçeği vardır. Senin iddianın gerçeği nedir?” diye sorunca Haris, “Dünyaya olan anlamsız sevgimi kestim. Gündüzlerim susuz, gecelerim uykusuz geçmektedir. Rabbimin arşını görür gibiyim ve sanki ben cennet ehlinin birbirini ziyaret ettiklerini, cehennemdekilerin de köpek gibi havladıklarını gözlerimle görüyorum” cevabını verince Allah Resulu, “Sen Allah’ın kalbini hakikate açtığı bir kimsesin, seni anlıyorum bu halini devam ettirmeye çalış” buyurdu.
Evet sen bizzat o halleri,cennet ve cehennem manzaralarını görmüşsün, sen Allah’ın kalbini aydınlattığı bir kulsun, diyerek Harisin imanına şehadet etmiştir.
-Bir arkadaş ki peygamber ve imanına tanıklık etmektedir bundan daha büyük bir rütbe var mıdır?
-Hz. Haris, imanına tanıklık eden Allah Resulu’nden şöyle bir talepte bulundu: “Ey Allah’ın Resulu şehit olmam için bana dua et!” ve imanına tanıklık eden Resule olan sevgi ve bağlılığıyla canını vererek hakikatin ölümsüz tanığı olmak istedi. Allah Resulu Haris’e dua etti ve Haris ilk savaşta şehit oldu. Şu bir gerçektir ki sahabenin örneğinde görüldüğü gibi bugün her müslümanın ciddi anlamda bir iç hicrete ihtiyacı vardır.
-“Siz Sahâbe’yi görseydiniz onlara deli derdiniz onlar sizi görseydi bunlar Müslüman değil” derlerdi şeklinde bir tespit var.Bu meyanda neler söylemek istersiniz?
-Bu tespitin, Hasan Basri’ye ait olduğu rivayet edilir. Allah Rasulü (S.A.V.) şöyle buyurmuştur: “Allah’a karşı gelene karşı gelmek gerekir.” Çünkü bu eylem imanın doğurduğu kaçınılmaz bir sonuçtur. Kur’an saf bir tevhid belirlemiştir. Dolayısıyla tevhidle çatışan hiçbir eylem karşısında müminin suskun durması düşünülemez. Sahabe de böyle yapmıştır.
İbrahim (A.S.) putperest bir babanın oğludur. Put imâl eder, İbrahim’in kucağına koyar satmasını emreder.
İbrahim (a.s.) aklın, çalışan aklın sonucu işin mantıksızlığını, anlamsızlığını anladığı gün Allah’ı aramaya başlar. Malum serüven sonucu put satan İbrahim, put kıran İbrahim (a.s.)’a dönüşür. Bu eriştiği saf tevhidin bir sonucudur. İbrahim (a.s.)tevhid uğruna ateşe atılmayı göze almıştır. Onun bu yaşadıklarını bilmeyenler nazarında bu bir delilik olarak görülebilir.
İmanın ahlâki anlamı güvenmektir, teslim olmaktır. Küfür ise bu güveni yok sayıp insanlığı kaosa kurban etmektir. Kuran’ın getirdiği hayat anlayışı şirkin tasavvurlarını alt üst etmiştir. Sarsılan şirkin gösterdiği tepki boşuna değildir. Çünkü dün şirkin savunuculuğunu yapan insan mümin olup tevhidi savunmasıyla şirkin amansız düşmanı olmaktadır. Çünkü bu şirk mantığında deliliktir. Bir tabiun olan Haşan Basri’yi böyle konuşturan saik neydi? Bunu iyi idrak etmek gerekir.
Bir kere Kur’an’ın yaşanmış modeli Allah Resulu (S.A.V.)dir. Hz. Ayşe (r.a.) peygamber ahlâkını soran sahabeye: “Siz Kur’an okumaz mısınız?” sorusuyla cevap vermiş ve onun yaşayan bir Kur’an olduğunu vurgulamıştır.
Peygamberler yaşadıkları toplumda birer aydınlık kahramanlarıdır. İnsanlar, peygamberlerin bıraktığı bu destansı medeniyetlerin gölgesinde özgür olmuşlardır ancak. Peygamberler despotların, tiranların ve diktatörlerin serapsı hayâllerin peşinde koşmazlar. Peygamberlerin izini gözleyerek vahiy sevincinden doğan muştular ile, Hz. Peygamberin kendilerine getirdiği umutları ve zikirleri ruhun durmadan yenilenişi ve dirilişi için tekrarlayarak ayakta durabiliyordu sahâbi.
İnsanı putların köleliğinden kurtararak fıtratın medeniyetini kuran peygamberlerdir. Her zaman ölmeye yüz tutan insan ruhunu ayakta tutmak ise peygamberlerin bizlere miras bıraktığı ödevdir. Kainat Peygamberinin bize bıraktığı miras ise bu miras ve ödevin özü, can damarı ve ruhudur. Bu mirası ilk defa paylaşanlar peygamberin arkadaşları oldular. Kaynağın temiz ve berrak suyunu içtiler. Şirkin her çeşit pisliğinden kurtulup İslam’ın temiz havzasına kavuştular, adeta delicesine sarıldılar. Putperestlikten kurtulan bu insanlar, İslam’ın bahsettiği özgürlük ortamında artık gözle görülen bir tâğuta tapmaktan, gözlerin görmediği gâib bir ilaha kulluk etmeyi tercih ettiler. Bedevi anlayışı bırakıp medenileşerek sahranın efendisi; Allah’ın layık gördüğü insanca yaşamak demek olana İslam’a, güvenliğe ve istikrara kavuştular. Devri kakülünden yakalayıp, tarihin seyrine hakim olarak, insanlığın kaderini İslam’ın aydınlığında yeniden çizdiler. Çünkü vahiy evrenin de en doğru yorumu idi.Onu anlamak evreni anlamakla eş anlamdaydı.
Sahâbi, şekillenen, anlam kazanan, mânevi ruhi gücün desteğini alan, vahyin sıcaklığını ve serinliliğini yaşayan ilk nesildi. Hz Peygamberi öylesine sevdiler ki ona delicesine bağlandılar. Şahdamarından daha yakın olanı sevmenin yolunun, Hz. Muhammed Mustafa’yı sevmekten geçtiğini bildiler.
Allah’ın Resulunü öldürmeye giden Hz. Ömer bir şirk delisiydi. Kuranın ayetlerinde mutlak güzeli gördü. Peygamberlerin huzuruna giderken eriyen mum oldu, yanan çıra oldu ve nihayet İslamın delisi oldu. Elbette bu hali yaşamayanların yaşayanlara bakışı “onları deli sanırdınız” sözünde anlatıldığı şekilde olacaktır. Çünkü korkaklık; nefsine, arzuların ve vehimlerine tapanların vasfıdır. İnananların böyle bir endişeleri yoktur.
Fakat bugün biz İslam’ı yaşamada ne derece samimiyiz? Hz. Muhammed Mustafa’ya delicesine âşık olan ve onun bildirdiklerini şeksiz gümansız doğru kabul edip Allah uğrunda fedayı can eden Sahâbe efendilerimizin hayatlarına ne kadar benziyor hayatımız? Hz. Ebubekir (r.a.) cihat hazırlığı için malını mülkünü ortaya koyduğunda Allah’ın sevgilisi ona, “ailene ne bıraktın” diye sormuş o da tarihte eşi benzeri görülmemiş sevgisinin bir tezahürü olarak “Allah ve Resulunü” cevabını vermişti. Bugün bizim aklımız almıyor bunu. Kendi aklımızca mâkul bahaneler buluyoruz hemen. Birisi böyle bir davranışta bulunsa bugün, deli damgasını yer hemen. Toplum derhal ayıplar onu.
Allah sonumuzu hayreylesin.
-Hocam, Ay Vakti olarak çalışmalarınızda başarılar dileriz. Allah hayırlı uzun ömürler versin. Teşekkür ederiz.
-Allah bizlere Sahabe Efendilerimiz gibi yaşamayı nasip etsin ve onların şefaatlerine nail eylesin bizleri. Ben de teşekkür ederim.