Akademisyen, şair, yazar ve seyyah gibi özellikleriniz var. Kısaca kendinizden bahseder misiniz bize? Sosyal kimliklerin oluşmasını neye bağlarsınız?
Öncelikle bana böyle bir söyleşi imkânını lûtfettiğiniz için sizlere teşekkür ederek sözlerime başlamak isterim. Efendim, takdir edersiniz ki çoğu zaman insanın kendisini tanıtması bir söyleşide muhatap olabileceği soruların hemen birçoğundan daha müşkül bir iştir. Ben de izninizle en zorundan başlayayım o zaman: Edirneliyim ve halen Edirne’deyim ama uzun yıllar (38 yıl) üniversite eğitimi amacıyla geldiğim Erzurum’da yaşadım. Hatta birçok kişi beni “Erzurumlu” bilir bu yüzden. Benim için, başlangıçta inanılmaz derecede önemli kültür farklılıklarını sergileyen bu şehir, zaman içinde benim hayatımın bir parçası haline geldi desem, yanlış olmaz. Bu şehirde evlendim, çocuklarım bu şehirde doğdu ve büyüdü. Üniversite eğitimimi tamamladıktan sonra, yaklaşık beş yıl kadar Erzurum’un küçük bir kasabasında, Tortum’da, edebiyat öğretmeni olarak görev yaptım.
Üniversiteye geçişim 1985 yılı ortalarıdır. Akademik hayatımın bugüne kadar geçen bölümünde kaleme aldığım 25 eserimin yanı sıra yüzlerce makalem yayınlandı. Mevlâm fırsat verdiği sürece, sağlığımız elverdiğince çalışmalarımız devam edecek inşallah. Hasbe’l-kader şiirle de ilgilenen biriyim. Yayınlanmış iki şiir kitabım bulunuyor. Seyyahım diğer taraftan. Bugüne kadar çoğu kültürel amaçlı olmak üzere Doğu’da ve Batı’da 30’un üzerinde ülkeyi gezme fırsatı buldum. Bunlarla ilgili izlenimlerimi dergilerde ve kitaplarımda okuyucularımla paylaştım. Şu anda, öğretim üyeliğinin yanı sıra Trakya Üniversitesi’nde idari görevlerim var. Diğer taraftan dergilere yetiştirmeye çalıştığımız yazılar, sempozyum ve konferanslar, şiir şölenleri ve buna benzer bir yığın meşguliyetin içindeyiz. Şöyle ardıma bakıyorum da 150 civarında makale, deneme, şiir vs. çalışmanın dışında 25 kitap çalışması olmuş. Çalışmak, çalışmak ve çalışmak kısacası. Gördüğünüz gibi birtakım sosyal kimlikler de kendiliğinden oluşmadığı gibi, çok kolay da kazanılmıyor.
Eski Türk edebiyatı akademisyeni olarak sizden daha çok alanınızla ilgili kitaplar yazmanız beklenir; âmâ gördüğüm kadarıyla sizin “popüler” diyebileceğimiz türde kitaplarınız hayli fazla. Bunun belirli bir sebebi var mı?
Haklısınız. Akademik anlamda bilimsel çalışmalarımın yanı sıra sizin ifadenizle “popüler” denilebilecek çalışmalarım da var. Bunun sebebini ben de düşündüm zaman zaman. Âmâ herhalde bu, düşündüklerimin ve hissettiklerimin, içinde yaşadığım toplumun bireyleri ile “kısa yoldan” buluşması isteğinden kaynaklanıyor olmalı. Yani bunu biraz daha açayım isterseniz. Üniversite okuyanlarımız bilirler ki lisans, yüksek lisans ve doktora seviyesindeki birçok bilimsel çalışma ne kadar üzücüdür ki bugün ilgili fakültelerin raflarında toz tutmuştur. Ben, şahsen “bir yerde” halka ulaşmayan, “bir şekilde” halkla buluşmayan, buluşamayan yani pratikte insanımıza bir şey vermeyen, veremeyen bilimsel çalışmaların, hayatın dışında kalmış, o akademik çalışmayı yapan kişiyi bir yerlere taşımaktan başka bir işe yaramayan bir bilimsel çabayı çok işlevsel göremiyorum.
Görüşlerim size çok sıra dışı gelebilir ama ben böyle düşünüyorum. Kısacası; yapılan bilimsel çalışmalar hayatımıza pratik anlamda estetik, kültürel, bilimsel katkı sağlamıyorsa amacına ulaşmış sayılmaz diye düşünüyorum ben. Hiç kuşku yok ki bilimsel çalışmaların kendine özgü kuru, soğuk, isterseniz siz ona ciddiyet deyin, bir anlatım biçimi vardır. Yani bu çalışmalarda sanatkârane bir üslûp kullanamazsınız istesenizde. Kullanırsanız eleştirilirsiniz. Peki, hasbelkader akademik bir görevi sürdürmek zorunda olan sanatkâr ruhlu insanlar, estetik endişeler taşıyan insanlar hangi dili kullanacaklar o zaman? Herhalde ben de bu paradoksu içinde yaşayan veya yaşatan onlarca insandan biri olmalıyım.
Bildiğimiz kadarıyla şu ana kadar yayınlanmış “Suların Ötesi” ve “Yağmur Şarkıları” adlı iki şiir kitabınız var. Her şairin şiirini yazarken esinlendiği birtakım ilham kaynakları vardır. Siz, şiirlerinizi yazarken genellikle hangi temalarda yoğunlaşıyorsunuz? Örneğin bir akademisyen olarak mesailerinizi verdiğiniz Divân şiiri geleneğinden yararlanabiliyor musunuz şiirlerinizde?
İki şiir kitabımda yer alan şiirlerin tamamına bakarsanız, ağırlıklı olarak aşk, güzellik düşüncesi, ayrılık ve hüzün temalarının ağırlıklı olarak işlendiğini görürsünüz. Ama ben de bunları şimdi fark edebiliyorum. Esasen hiçbir zaman bu temaları işlemek için şiir yazmadım, diyebilirim. Şiiri aramaya da çıkmadım hiç. Şiirler bazen kelimeler halinde, bazen mısralar halinde geldiler ben de yazıya geçirdim. Bazen gecenin yarısında, bazen gündüzün ortasında. Şiir, elbette bir yoğunlaşma işidir ama ben özellikle yoğunlaşmaya da çalışmadım. Zaten onlar gelince ister istemez yoğunlaşmışsınız demektir.
Sorunuzun ikinci kısmına gelince: Biliyorsunuz son dönemlerde eski şiir geleneğinden yararlanma yolunda çok farklı teşebbüsler oldu. Olmaya da devam ediyor. Bunların başarılı veya başarısız olup olmadığı meselesi apayrı bir konu.
Ama ben mutlulukla izliyorum gelişmeleri. Aslında bu güzel gelişmeler, insanımızın güzellikleri keşfi anlamına geliyor bir bakıma.. Divan şiiri belli kesimlerin yoğun ve ısrarlı dışlama çabalarına rağmen hala sanatkârlarımız arasında hüsnükabul görüyor. Benim de şiirlerim arasında bu tür denemelerim, teberrüken de olsa eski şiirimizin bazı nazım şekilleri ile belli bazı mazmunlarını yeniden söyleme, bir bakıma ihya etme çabalarım oldu elbette. Başarısı konusunda ise takdir tabii ki okuyucularımın olacaktır. Ama şunu bilhassa söylemeliyim ki, şiirle bir şekilde -yani gerek şair olarak, gerekse okuyucu olarak- kim ilgileniyorsa işe eski şiirimizi tanımakla başlamalı derim ben. Bugün, çağdaş şairlerimizin eski şiirimizin mana okyanuslarından çıkaracağı inanılmaz güzellikte inciler bulunduğuna, bulunacağına inanıyorum ben. Bu imgeleri eski formlar içinde ifade zorunluluğu da yok üstelik. Bunlar için yepyeni şiir formları da pekâlâ kullanılabilir.
Türk şiirinin gelişimi ve buna paralel olarak şairin yeri meselesini ve şiirinizin poetik atlasını biraz daha açar mısınız?
Bu da zor bir soru! “Türk Şiirinin Gelişimi” konusunu ise burada özetlemek bile imkânsız! Belki bu noktada şunu söylemem gerekir: Türk şiiri, Batı ile Doğu arasında olması gereken yerdedir. Bulunduğu yer itibariyle de büyük imkânlara sahiptir. Sadece “edip”lerimizin konumlarının farkında olmaları ve bunu layıkıyla değerlendirmeleridir olması gereken. Bir de yukarıda da kısaca değindim. Eski şiir geleneğimizin, çağdaş Türk şairleri tarafından çok ihmal edildiğini düşünüyorum. Oysa eski şiirimiz günümüz şairlerine sayısız imge sunacak zenginlikler barındırıyor içerisinde. “Eski şiirimiz” meselesi başlı başına bir konu ve burada birkaç satırla geçiştirilecek gibi de değil tabii.
Sanırım adı “şair” olan kalem sahibini, bu edebiyat serüvenindeki yerini kastediyor olmalısınız burada. Bir Yunus Emre, bir Mevlana, bir Fuzulî, bir Bâkî, bir Nef’î, bir Şeyh Galib, bir Necip Fazıl, bir Mehmed Akif, bir Nazım Hikmet eğer bugün hafızalarımızda ve gönüllerimizde en güzel şiirleriyle, sözleriyle yaşıyorsa bu insanların ardında kıyamete kadar kaybolmayacak izler bırakmış olmalarındandır. İşte “iz” dediğimiz şeyin diğer adıdır “şiir”. Daha ne olsun? Bir şair, sırf şair olduğu için ve sırf söyledikleri nedeniyle asırlardan beri hatırlanıp gündeme geliyorsa bundan daha önemli bir şey olabilir mi? Kelamı güzel söyleme, ustalıkla söyleme yolunda kalem oynatan sözün efendileri, şairler.
Bir defa şair olarak yazdıklarımızın paylaşılması güzel bir duygu. Belki şaire ödül olarak bu bile yetiyor. İkincisi bilinçli-bilinçsiz mısralara düşen temalar. Ayrılık, hasret, aşk, ölüm, tabiat, güzelliğe olan tutku vs.vs. Şahsen, benim için bu temalar özellikle seçilmiş ve üzerinde özellikle durularak yazılmış konular değil. Ama şu da bir gerçek ki ben 40 yılı aşkın bir zamandır ayrılığı, dolayısıyla “gurbet”i yaşayan bir insanım. Her ne kadar şairin dediği gibi ; “Ben gurbette değilim, gurbet benim içimde” diyorsak da esasen gurbeti yoğun olarak yaşayan bir insanım. Onu yaşayan bilir. Tabii affınıza sığınarak şunu da belirteyim ki özellikle şiir okuyucusunun şiiri bırakıp da şiirin arkasındaki öykü ile ilgilenmesini de bir türlü anlayamamışımdır. Ahmet Haşim’in bu konudaki tespitleri çok yerindedir. Şöyle der Haşim: “Şiirde mânâ aramak bülbülü eti için öldürmeye benzer”. Tabii ki söylemek istediği şey; “şiir anlamsız, saçma sapan sözler bütünü olsun.” değildir. Ama illa şairin şiirinde söylediğini bir hikâyeye dayandırmanın da gereği var mıdır, bilmem. Sezai Karakoç’un “Mona Rosa” şiiri için bir yığın öykü çıkmıştır mesela. Hatta, öyle ki insanlar o güzelim şiiri bırakıp şiirin hikâyesi ile meşgul olmaya başlamışlardır ki bence bu, son derece anlamsız bir meşguliyettir. Şair ve okuyucusu birtakım güzellikleri bir şiirde paylaşabiliyorlarsa maksat hâsıl olmuş demektir. Bilmem anlatabildim mi?
Belki, şunu da eklemem yerinde olur diye düşünüyorum: Şair çirkinliklere, kaba ve çirkin sözlere iltifat etmemelidir. Kötü ve çirkin söz malzemesiyle güzellik sarayı inşa edemezsiniz. Güzelliklerin dünyası olan “edebiyat”ın içinde zaten bunların yeri olamaz. Şair, söylediklerinden sorumlu olduğunu/olacağını da unutmamalı. Yeri ve zamanı geldiğinde Hakk’ın ve hakikatin haykıran sesi olabilmelidir.
Tanıdığımız ve bildiğimiz kadarıyla siz aynı zamanda bir seyyahsınız. Bunu kendinizden söz ederken siz de dile getirdiniz kısaca. Peki, gezi için; “ruhsal, zihinsel ve edebî bir yolculuktur” diyebilir miyiz? Gezi kitaplarınızda bu yolculukların derinliği var mıdır?
Evet, bu soruya farklı açılardan bakmak mümkün sanırım. Görecelidir de hatta.
Mademki bu soruyu bana soruyorsunuz ben de şunu söyleyebilirim: Bir defa insandaki “gezme” duygusu, tutkusunun “fıtrî” olduğuna inanıyorum. Yani, insanın yaradılışında var olan bir duygu olmalı “gezme tutkusu”. Hele hele insanın bir ruh olarak yaradılışından sonraki seyahat macerası düşünüldüğünde bunu anlamak daha da kolaylaşır belki. İnsanın dünyaya gelişi, bir seyyahın tanımadığı bilmediği coğrafyalara adım atışından farklı mıdır? Dünya hayatı boyunca yeryüzünde bir zaman gezip dolaşan insanın ahiret hayatı dediğimiz bir başka coğrafyaya geçip gidişi bir seyyahın yolculuğundan başka bir şey midir? İşte, bu yüzden insandaki “seyahat” etme içgüdüsü veya isteği “fıtrî” olmalı diye düşünüyorum. Öte yandan insan olmamız hasebiyle meraklarımız var elbette. Öğrenme merakı bunlardan biri. Bilinmeyene ulaşma, tanıma merakı da “gezme” ihtiyacını tetikliyor belki. İnsan hareketli bir varlık ayrıca. Durağanlığı sevmeyen bir yaratık. Bu yüzden hep içinde sürekli yaşadığı mekânları terk edip uzaklaşma, belki böylece bir nebze de olsa değişme, yenilenme, ruhen tazelenme duygusunu yaşatıyor. Bu bazen yakın çevreye bazen de çok çok uzaklara gitme şeklinde olabiliyor. İnsan ihtiyacı olan her şeyi kitaplardan veya teknolojinin getirdiği televizyon gibi görsel imkânlardan karşılayamıyor çoğu zaman. Hatta belki bu okudukları ve/veya izledikleri şeyler insandaki “gezip görme” arzusunu daha da körüklüyor.. Bu insanlık tarihi boyunca sanırım hep böyle olmuş ve herhalde hep böyle olacak.
Seyahatlerimi anlattığım kitaplarımda bu yolculukların derinliğini görebilmek için “okumak” yeterli olacaktır diyebiliyorum ancak.
Mostar’dan Tiflis’e ve İran Seyahatnamesi adlı gezi kitaplarınızda yeni bir edebî anlayış ve sosyal aktarım görüyoruz. Sizce, gezi kitaplarının temel amacı ne olmalıdır?
Gezilip görülen yerlere dair izlenimlerin farklı bir üslupla ve içerikle anlatımı belki bu yazıları emsallerinden ayıran şey olabilir, bilmiyorum. Gerek Mostar’dan Tiflis’e ve gerekse İran Seyahatnamesi adını verdiğim kitaplarımda yer alan şehirler, çok büyük oranda benim yıllarca görme hayalini kurduğum şehirlerdir. Zaten bundan sonraki seyahat kitabımın ismi de belki bu nedenle “Hayâl Şehirlerin İzinde” adını almıştır. Yani, bunlar benim esasen gönül coğrafyamın şehirleridir. Seyahatlerim içinde sadece İran’dan müstakil bir kitap çıktı. İran, 21. asra rağmen bana sorarsanız hâlâ bir masal ülkesi. Olabildiğince zengin ve üzerinden asırlar geçmiş olmasına rağmen yaşayan bir “Selçuklu Medeniyeti” kültürü var. Birbirinden güzel şehirler ve unutulmaz şahsiyetler var bu kitapta. Mevlana’nın can dostu Şems ve onun şehri Tebriz var mesela. İlimler şehri Kum, çiniler şehri Kâşân var. Selçukluların unutulmaz başkenti Rey var. Bir çöl güzeli Yezd ve sanatın başkenti Isfahan var. Hafız’ın ve Bostan ve Gülistan müellifi Sa’di’nin şehri muhteşem Şiraz var. İbn Sina’nın Hemedan’ı, Hasan Sabbah’ın Kazvin’i, Şah İsmail’in Erdebil’i, Ömer Hayyam’ın ve Feridüddin Attar’ın Nişabur’u, İmam Rıza’nın Meşhed’i, Gazali’nin, Harun Reşid’in ve Şehname yazarı Firdevsi’nin Tus şehirleri var. Bunların da her biri şahsen benim hayallerimi süsleyen şehirler olmuştur hep. Mesela Isfahan’ı en çok Konya’ya benzetmişimdir ben. Zira, her iki şehir de Selçuklu şehridir bunların.. Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah ve büyük devlet adamı Nizamülmülk Isfahan’da yatarlar bugün. Onlarla Isfahan’da buluşmak benim için seyahatten çok çok öte bir şey olmuştur. Unutulmaz, çok da kolay anlatılmaz o buluşmalar.
Kısaca özetlemek gerekirse; galiba seyyahın gezerek yaptığı “kâinat kitabı”nı okumaksa, geriye bıraktığı kitabı da bize gördüklerini (okuduklarını) anlatmasıdır herhalde.
Biraz özel bir soru olacak belki; ama yine gezi kitaplarınızdan hareketle sormak istiyorum: Balkanların, bir başka ifadeyle “Rumeli” coğrafyasının da sizin hayâl dünyanızda ayrı bir yeri ve önemi var sanırım. Biraz bundan bahsedelim mi?
Büyük dedeleri 1912 Balkan savaşının Orta Bulgaristan’dan savurup Anadolu topraklarına attığı bir ailenin çocuğuyum. Yeri gelmişken hemen burada söyleyeyim. Anne tarafımdan atalarım, asırlar önce Konya veya Karaman civarından alınıp Rumeli topraklarının fethini müteakiben Balkanlara iskân edilmişler. Dolayısıyla benim çocukluğum Balkan sürgünlerinin acı hikayelerini ve yürekleri yakan türkülerini dinlemekle geçti diyebilirim.. Meselâ rahmetli babaannemin sık sık gözyaşları eşliğinde mırıldandığı “Alişimin kaşları kare..” türküsünün, benim içimde kopup geldiğimiz “öte”lere dair dayanılmaz bir “görme” arzusunu ateşlediğini çok iyi biliyorum. Bulgaristan sınırı doğup büyüdüğüm köye çok yakındır. Aramızda sadece yüksekçe tepelerin bulunduğu o ufuk çizgisinin öbür yanını, yani kovulduğumuz ata dede topraklarını bir kez olsun görebilme iştiyakı yüreğimi yıllarca yakıp durmuştur.
Ve çok şükür ki sınırlarımızın dışına yaptığım ilk seyahat da Allah’ın bir lütfu olarak ilk defa 1996 ‘da Bulgaristan coğrafyasına olmuştur. Ardından Makedonya’sı, Kosova’sı, Sancak ve Karadağ’ı, Sırbistan, Bosna-Hersek, Hırvatistan ve Arnavutluk’u, Romanya’sı ve Yunanistan’ı ile evlad-ı fatihanın yaşadığı bütün o Rumeli coğrafyası gelir. Böylece sonraları defalarca gidip gezme, oraları görme bahtiyarlığına eriştim. Kendi köklerimi, hatta belki de kendimi arayış macerası diyebilirsiniz bu yolculuklara siz. En azından başlangıç itibarıyla.
Tabii bir de ait olduğumuz medeniyetin geride bıraktığı yadigârlar var. Hâlâ, yaşayan bir kültür var bu topraklarda. Aynı dil olmasa da aynı inancı paylaştığınız insanlar var buralarda. Bunları görme arzusudur beni çekip götüren bu şehirlere belki de…
Peki son olarak, bütün bu yolculukların ardından seyyahın yanına kalan nedir, diye sorsak, neler söylersiniz?
Herhalde geriye kalan seyyahın üzerinden günlerce atamadığı “yorgunluk” olmamalı. Seyyahın kafasında şayet bir yolculukta “nerede kalırım, neler yer, neler içerim” türünden endişeler varsa hiç yola çıkmasın daha iyi, derim ben. Zira, yolculuk bizzat meşakkatli bir süreçtir. Evden ayrılıp tekrar eve dönünceye kadar sürüp giden hayli zahmetli bir süreç.
O nedenle rahatını düşünenlerin, seyahatin getireceği bu sıkıntıları göze alamayanların evlerini terk etmelerini tavsiye etmem. Mesela ,bu yolculuklarım esnasında bir anım var ki unutmam mümkün değil.. İsviçre’den İtalya’ya doğru yaptığımız bir yolculukta gecenin ilerleyen saatlerinde bir yerde konaklama ihtiyacı duyduk. Hayli sıcak bir yaz gecesiydi. Otel imkânı olduğu halde, arabamızı bir kenara bırakıp çimenlere uzandık ve yıldızları üstümüze yorgan edip deliksiz bir uyku çektik.. Unutamadığım güzellikte bir geceydi benim için. Dedim ya yol hali. Her türlüsüne hazır olmalısınız.
Geride seyyaha ne kalıyor, meselesine dönersek, bir defa içinde yaşadığınız dünyanın farklı kültürlerini, tarihini, coğrafyasını, meşhur dağlarını, uçsuz bucaksız ovalarını, büyük büyük nehirlerini, sonsuz denizlerini, varlığını kitaplardan öğrendiğiniz insanların yaşam tarzlarını dünya gözüyle görme mutluluğu kalıyor size. Bizzat o insanların içinde bulunma, onlarla beraber bir güzel anı paylaşma, hayatlarını ancak kitaplarda okuduğunuz, dünya tarihinde bir şekilde iz bırakmış büyük şahsiyetlerin mezar taşlarına ellerinizle dokunabilme ve hele hele o anı bir fotoğraf karesiyle ebedileştirme duygusu hiçbir zaman unutulmayacak ve bir daha asla yaşanamayacak güzellikler olmalı diye düşünüyorum. İşte, bütün bunlar bizzat yaşamadığınız sürece anlatılması o kadar da kolay şeyler değil aslında.. Ve tabii şunu da kabul etmek gerekir ki seyahat rûhu zenginleştiren, rahatlatan soylu bir eylem.. Ve şu da bir gerçek ki seyahatler kafalardaki sayısız önyargıyı da yıkıyor, insanları birbiriyle kaynaştırıyor.. Düşünün ki yıllarca yaşadığınız şehirde kapı komşunuzla kuramadığınız iletişimi ve yakınlığı, dostluğu; dağların, denizlerin, çöllerin ardında bir yabancı diyarda dilini bile bilmediğiniz insanlarla kurabiliyorsunuz. Bunun izahını kim yapabilir? Bundan büyük bir güzellik olabilir mi? Kim bilir, belki de seyyahın asıl aradığı da budur.. Kâinat kitabını okumak yani. Şayet gerçekleştirebilmişse ne güzel. Yetmez mi?
Türkiye’de dergicilik ve dergiciliğin edebiyattaki yeri hakkında neler düşünürsünüz? Ülkemizde yayınlanmakta olan kültür sanat ve edebiyat dergilerini yeterli buluyor musunuz?
Türkiye, dergiler mezarlığı olduğu gerçeğidir. Şöyle bakıyorum da sadece benim hatırladığım o kadar çok açılıp da kısa süre sonra kapanıp giden dergi var ki! Bunun çok çeşitli nedenleri olabilir elbette. Ekonomik problemler, dağıtım sorunları, okur ilgisizliği vs. sebeplerle birçok dergi henüz ilk 10 sayısını bile çıkaramadan kapanıp gitmiştir. Şöyle bakınca devlet destekli kültür-sanat, edebiyat dergileri bir yana; özel şahısların, vakıf ve derneklerin yani sivil üstünlük gruplarının çabalarıyla çıkan çok az sayıda derginin bile 10-15 yıla ulaşan ömrü olduğunu görüyoruz. Baskı kalitesiyle, yazar kadrosunun güçlü oluşuyla, abonelik sistemiyle dağıtım ağını oluşturmuş, bir şekilde yayın sorunu olmayan dergilerin kültür, sanat ve edebiyatımıza ciddi katkılar sağladığını düşünüyorum. Bu tür dergilerin yayın hayatı da uzun oluyor haliyle. Dergiyi kitaptan farklı zeminde düşünmek gerekir. Dergi, okuyucusuyla daha sıkı-fıkı, daha samimi, daha içli-dışlıdır. Dergi ile dolayısıyla derginin yazar kadrosuyla okuyucu zaman geçtikçe birbirine daha sıcak ve samimi bağlarla bağlanır. Kısacası dergi “alışkanlık” yapar.
Dergiciliğin edebiyattaki yeri nedir sorusuna gelince; benim aklıma ilk gelen dergilerin bu yolda birer “mektep”, bir “okul”, batılı ifadesiyle bir “ekol” olduğudur. Dergiler, geleceğin usta yazarlarını yetiştiren okullar ve atölyelerdir. Kuşkusuz her derginin bir “mektep” olabilme özelliğine ulaşması da mümkün değildir. Bu esasen kolay da değildir. Bunun için dergilerin yönetiminde ve yazı kadrolarında güngörmüş, tecrübeli, -sevmediğim bir kelime ama- “profesyonel” birikime sahip şair veya yazarların, kültür, sanat, edebiyat adamlarının, editörlerin, yöneticilerin olması gerekir. Geçmişte büyük işler başarmış, uzun soluklu dergilerin kadrolarına bakarsanız bunu görürsünüz. Servet-i Fünun, Genç Kalemler, Sebilürreşad (Sırat-ı Müstakim), Hisar, Dergâh, Büyük Doğu, Varlık, Mavera, Kitaplık, Yedi İklim, Yüzakı, Türk Dili ve Edebiyatı, Bizim Külliye, Türk Edebiyatı, Hece, Ay Vakti vb. dergilerin hafızalarımızda iz bırakan dergi isimleri olmasının asıl sebebi herhalde bu olmalıdır.
Son olarak da, ben çıkmakta olan dergileri yeterli buluyorum aslında. Hatta fazla bile buluyorum. Çünkü hangi kitapçıya uğrasam raflarda fazlasıyla bir önceki aydan kalma kültür, sanat, edebiyat dergisi görüyorum. Bu da gösteriyor ki edebiyat dergilerinin sayısı, edebiyat dergisi okuyanların, takip edenlerin sayısından fazla. Fazla söze hacet var mı? Edebiyat dergilerinin yeterli olup olmadığını söyleyebilmek için öncelikle dergiyi bir açıp bakmak gerekiyor. Ayrıca, dergilere edebi ürünler göndermeleri gereken insanların bu dergilerden haberleri yok. Türkçe-edebiyat Öğretmenlerimiz, onlar ne okuyorlar dersiniz? Dersini almış da ediyor ezber herhalde. Piyasadaki edebiyat dergilerini nasıl yeterli bulmayalım peki. Mevcut edebiyat dergileri hakkında en fazla ahkâm kesenler de bu dergilerin uzağından bile geçmeyenler. Dinime dahleden bari müselman olsa! demiş ya hani, onu diyesim geliyor benim de.
Eğitimci, yönetici şair-yazar olarak sürekli gençlerin arasındasınız. Gençlerin psiko-sosyal dünyasını nasıl görüyorsunuz? Gençlerin kendini geliştirmeleri konusunda neler önerirsiniz?
Hadiseyi şöyle değerlendirmek mümkün belki. Toplumun yetişkin bireyleri arasında yükselen değerler ne ise gençler de ona yöneliyor. Bir toplumda ilim ve fikir adamlarına, sanata ve sanatkârlara önem veriliyorsa, toplum içinde bu insanların saygınlığı, itibarı varsa geriden gelenler de ona ilgi gösteriyor, değer veriyor. İçinde yaşadığımız topluma bir bakalım isterseniz, yükselen değerler neler mesela? Kısa yoldan zengin olmak mı, lüks bir yaşam tarzı mı, makam mevki mi, şöhret mi? Hepsi mi? Dikkatle bakarsanız eğer, çocuklarımız artık kendi giysilerini giymiyorlar. Kiminin sırtında Ronaldo forması, kiminde Messi ya da Alex forması.
Bizim şöhreti asırları aşan Fuzulî diye bir şairimiz varmış! Fuzulî, kimin aklına gelir? Şiir, karın mı doyurur? Gençler Şeyh Galib’i nereden bilsinler? Onlar Harry Potter okuyor, Da Vinci’nin Şifresi’ni çözmeye çalışıyorlar. Hâlbuki birilerinin çıkıp “Siz önce kendi kültürünüzün şifrelerini çözün bakalım” demesi gerekmez mi? Tabii müfredat programlarımız da bana göre bu amacı öncelemiyor. Sonuç ise ortada: Eskisinden de yenisinden de habersiz bir gençlik! Şiir, bu toplumun neresinde sizce? Gençleri de bırakalım bir tarafa. Yeni basılan bir şiir kitabının satış sayısı kaçtır mesela? Şiir, albümleri çıkıyor, şairlerinin sesiyle. Merak edip alıp dinleyen kaç kişi? Her şeyi gençlere ev ödevi gibi havale etme kolaycılığından vazgeçelim artık derim. Yetişkinler sağa sola bakmadan şiir kitabını kendi alıp okumaya başlayacak. Evde, şurada burada.. Öğretmen şiir kitabını alıp sınıfta kendi kendine okuyacak. Öğrencileri, gençler bunu gözleriyle görecekler. Şiir okuyana bu toplum ilgi gösterecek, şairin bu toplumda bir ayrıcalığı, bir statüsü olacak ki gençler için “şiir okuma” cazip hale gelsin. Anlatabildim mi?
Bir atölye ve edebî duruş ve duruşma dergisi olarak güzel değerlendirmelerinizi önemsiyoruz. Emeğiniz ve güzel cevaplarınız için teşekkür ediyoruz.
Yukarıda da kısaca ifade etmeye çalıştım, bilhassa gazete ve dergiler, milletlerin fikir ve düşünce hayatının, edebiyat yolculuğunun vazgeçilmez unsurlarıdır. O yüzden bir dergi olarak AY VAKTİ’ni böyle bir misyonu yüklenmiş olması itibariyle önemsiyorum ve çalışmalarını saygıdeğer buluyorum. Söyleşi için de ayrıca teşekkür ediyorum efendim.