Yeryüzündeki bütün çocuklar aynı şeyler için ağlar, aynı şeylerle mutlu olurlar.
Çünkü çocukların gönlü birdir; onlar tek ulustur çünkü…
Sokak, çocukların özgürlük alanıdır.
Oyun bahçesidir.
Çocuğun dünyası farklıdır.
Benzemez büyüklerin dünyasına…
Montaigne’in tabiriyle, yaş aldıkça bedeninden çok aklı buruşanlar nerden bilir çocuğu, çocukluğu…
Çocuk masumdur.
Taklit ederek öğrenir.
Dünyayla işi yoktur.
Uyurken bile güler onlar.
Gülebilir…
Büyüdükçe kirlenir bazıları.
O kirlenenlerin de çocukları olur.
Kendi çocukları varken başka çocuklara zarar vermeye başlarlar.
İnsan denmez onlara…
Başkalarının çocuklarının canını yakanlara ‘insan’ denmez, denemez!
Televizyon ekranlarında veya gazete sütunlarında görürüz böylelerini.
Kendi çocukları kadar küçük çocuklara zarar verdiklerini…
Sıradan bir şeymiş gibi okur geçeriz.
Kızarız sadece; öfkelenir, yumruğumuzu sıkarız fakat sonra dönüp devam ederiz kaldığımız yerden yaşamaya…
Okullarda çocukluğun kutsallığından söz eder bütün öğretmenler.
Kurslarda çocukluğun kutsallığından…
Evlerde çocuklarımız gözümüzün nurudur. Bu nurun sönmemesi için ne gerekirse yaparız; elimizden ne gelirse…
Kendi çocuğumuz Anka görünür gözümüze. Üzerine titreriz, ölürüz onun için…
Başkalarının çocukları bizi ilgilendirmez!
Gazze’de alçak bir Siyonist mermiyle şehit edilmiş babanın çocuğu hayatımızın öfke fonunda küçük bir lekedir çoğu zaman.
Arakan’da böbrekleri için kaçırılmış ve cesedi dere kenarına atılmış bir çocuk da öyle…
Birtakım suçlar isnat edilerek cezaevlerine tıkılmış babalarının yolunu gözleyen mazlum coğrafyaların çocuklarını tek ulus olan çocukluktan saymayız.
Bir film gibi izleriz toplam çocuk ölümlerini veya kayıplarını…
Bir çocuğun kaybı kalbimizi titretmez çünkü o çocuk bizim değildir.
Bir çocuğun kaçırılıp köle gibi satılmasına üzülmeyiz çünkü o çocuk bizim değildir.
İstismar edilip, parçalara bölünüp toprağa yatırılmış bir çocuk için en fazla iki damla gözyaşı dökeriz. Sonra devam ederiz hayatımıza kaldığı yerden…
Bir bebek kaçırıldıktan sonra açlığa terk edilir. Kursağına bir lokma girmediği için minik bedeni terk eder bu kirli dünyayı. Kılımız kıpırdamaz.
Hep ‘sonraki maçlara’ bırakılır tedbirler…
Gözünü kırpmadan 3 yaşındaki bir bebeği katledenlere hâlâ yaşama hakkı verilir. Cezaevlerinde korunur, cezası bittikten sonra kaldığı yerden devam eder hayatına…
Çocuk ölür…
Ailesi kahrolur…
Bir-iki gün haber olur sadece…
Sonra unutulup gider.
İnsanlar acılarıyla yaşlanırlar ve ölürler.
Ölüm şayet bizim kapımızı çalmamış ise bize uzaktır. Acı ile sınanmamış isek başkalarının acısını bilemeyiz.
Bu böyledir…
Böyle olduğuna ikna olmuşuzdur.
Ankara’da Eylül’ün…
Ağrı’da mavi gözlü, melek gülüşlü Leyla’nın hangi gerekçelerle, neden katledildiğini henüz bilmiyoruz.
Eylül ve Leyla’nın dünyaya gelip yaşadığını ve acımasızca katledildiğini sadece kendileri ve aileleri bilecek ne yazık ki…
Ama unutmamalıyız…
Unuttukça yeni acılarla muhatap olacağız çünkü…
Şair de şiir de çağından sorumludur.
Benim acım, ötekinin acısı demeden…
Bütün şairlerin aşka, acıya, sevgiye çevirdiği aynayı…
Çocuklara da çevirmesi gerekiyor.
Bir çocuk cinayetinin önüne geçemez belki dizeleri…
Ancak toplam çocuk acılarına ve istismarına dair farkındalık oluşturabilir.
Bu da az bir şey değildir.
Gelin hep birlikte oylarımızı çocuktan yana kullanalım.
Kirli siyasadan, çürümüş piyasadan yüzümüzü çevirip çocuğa dönelim.
Çünkü “Ne zaman bir çocuk ölse;
Gözü evlerinde,
Annesinin kavurduğu helvada kalır…”
Çünkü “Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk,
Hiçbir yere gitmiyor.”
Çünkü “Bir çocuğun rüyasında bazen,
Bulunur kaybolmuş bir bilya.
Kiraz ağaçları sallanır,
Güvercinler uçuşur havada…”
Çünkü “Çocuk öldü mü güneş
Simsiyah görünüyor gözüne
Elinde bir ip nereye
Bilmez bağlayacağını anne…”
Çünkü “Annesi gül koklasa, ağzı gül kokan çocuk;
Ağaç içinde ağaç geliştiren tomurcuk…”