Ruhun Çöküşü

Rüzgârlı bir sonbahar günüydü.
Yapraklar ağaçlardan yavaş yavaş dökülüyor, dökülmüş olanlar da rüzgârın etkisiyle havada uçuşuyordu. Sonbaharın o ılık rüzgârlarının vakti gelip geçmişti artık. Artık estiğinde, insanın vücuduna dokunup içinde müthiş heyecanlar uyandıran, yüzünü ve saçlarını okşayan rüzgârlar yoktu. Mevsim sonbahardı; fakat sonbaharın da sonuydu. Şimdi esen rüzgârlar soğuktu, üşütüyordu ve içini titretiyordu insanın…
Ağaçlardaki yapraklar, mevsimin sonuna kadar direnenlerdi. Dökülmek için bu zamanı beklemişlerdi. Bazıları mevsimin ilk rüzgârlarına bırakırdı kendini, bazıları da sona saklardı. İşte, bunlar da sona saklananlardandı. Lakin onların da direnemeyecekleri bir zamandı bu zaman. Bu rüzgârlar da o zamanın rüzgârlarıydı. Ve şimdi de birer birer düşüyorlardı toprağa ağaçlardan…
Hava oldukça serindi ve tabiat da yarı çıplaktı. İnsanın ruhuna da bu çıplaklık yansır ve hüzün çökerdi böyle zamanlarda. Bu hüzne soğuk rüzgârlar da eklenince bir başka hal bürünüyordu insanın üzerine…
Gökyüzünden bir umut ışığı gözlenemezdi artık. Güneş zaman zaman kendini gösterse de hâkimiyet bulutlarındı. Kara kara bulutların… Ve kısa bir zaman içinde gökyüzü karanlık bulutlara teslim oluvermişti. Karanlık bulutlar etrafa sis olup çökmüş, çok geçmeden de çise yağmaya başlamıştı. Damla damla işliyordu tabiata…
Yorulmuştu ve dinlenmesi gerekiyordu. Kimsenin olmadığı bir yerde, kendi varlığından da tedirginlik duyarak paltosuna sıkıca sarıldı ve oldukça uzun, dallı budaklı bir ağaca sırtını dayadı. Nefeslenmeye ihtiyaç duyuyordu. İçinden gelen ve oksijensiz kalmış ciğerlerin çığlığına benzer bir arzu, ona, derin derin nefes aldırıyordu. O an, bir yağmur damlası düşüverdi alnına. Soğuk bir yağmur damlası…
Vakitsizce yakalandım, diye düşündü.
İşte başlıyor, dedi.
Kafasını kaldırdı ve gözlerini ağacın tepe noktasına dikti. Dallar arasında kalan boşluklardan, koyu gri rengindeki gökyüzüne bakarken göz kapakları hızlıca indi kalktı birkaç kez. İşte, bu görüntü umutsuzluktu onun için…
O an, bir damla da gözünün tam içine düştü. Hay aksi, dedi. İndirdi kafasını ani bir refleksle ve gözünü sildi cebinden çıkardığı bir mendille. Sonra alnını, daha sonra da yüzünün tamamını sildi. Tekrar yukarı bakmaya cesaret edemedi. Ağacın dibine usulca çömeldi ve kafasını yere eğdi. Varlığından duyduğu tedirginlik biraz daha artmıştı. Yokluk, ağırlığını hissettiriyordu ruhunda.
Beş-on dakika öylece kaldı. Çise, yerini yavaş yavaş yağmura bırakıyordu. Ayağa kalktı ve paltosunun iki yakasını birbirine kavuştururken “Öyle ya da böyle ıslanacağım. Geriye dönmenin bir anlamı yok artık. Yola devam etmek en doğrusu.” dedi ve yürümeye başladı yağmura aldırmadan. Adımlarını her atışı onu korkutuyor ve bir tükenişin içindeymiş gibi ağır geliyordu ona.
Korkularını ve tedirginliklerini, onu buraya iten sebepleri, her şeyi terk ederek yerleştiği bu dağ başında, hangi anlam boşluğunu doldurduğunu düşünüyordu yürürken. Redlerini, kabullerini, kırgınlık ve kızgınlıklarını, öfkelerini ve isyanlarını ve bunlarla örülen yazgısını da düşünüyordu. Sonra da zihninin en derin yerinden sessizce gelip aniden ortaya çıkan bir soru sersemletti onu. Koca bir boşluğun içinde miyim?
Eğer öyleyse her şey şimdiden sonlanabilir ve anlamını yitirebilirdi.
Adımını her atışında dökülmüş yapraklar dolanıyordu ayaklarına ve yağan yağmurun etkisiyle çamurlanmış topraktan nasibini almış ayakkabısının kenarlarına yapışıp kalıyorlardı. Biraz daha hızlandı. Akşam olmadan hava kararmıştı sanki. Cebinden sigara paketini çıkardı ve bir sigara yaktı yağan yağmura aldırmadan.
“Buraya neden geldim ki?” diye sordu kendine. Şimdi de iç dünyasında bu soruya cevaplar bulmaya çalışarak yürüyordu. Buraya neden geldim ki, sorusuna verilebilecek yığınla cevap bulabilirdi zihni. Öyle de oldu ve cevaplar arttıkça, nispet yaparcasına yağmur da hızlandı. Geriye cevapları ayıklayıp hangisinin diğerlerini de tetiklediğini bulmak kalıyordu.
Ya sonrası?
Buldum dediğinde her şey bambaşka mı olacaktı?
Boşluktan ve yokluk hissinden kurtulabilecek miydi?
“Bir an önce eve atmalıyım kendimi…” diyerek düşüncelerinden uzaklaşmak istedi. Yağmurdan kendini koruyacak küçük, kare biçiminde bir ev hayali belirdi gözünün önünde. İlk başta tereddüt etti eve girmek için. Sonra, yavaşça evin kapısını açtı ve içeriye girdi. Loş bir ortamla karşılaştı. Sağ köşedeki ahşap masanın üzerinde yanan bir lambayı fark etti… Yağmur damlalarının tavandaki sesi müthiş bir akustik katmıştı ortama. Her şey tamamdı gibiydi ama bir şey eksikti hayalindeki bu evde.
Yaklaşık üç yüz metre kadar, bu hayallerle, başka hiçbir şey düşünmeden yürüdü. Gideceği yolu göremez hâle geldiğinde durdu ve etrafına sakince bakındı. Her taraf suydu ve gökyüzünden boşalan ırmaklar dört bir yanından akıyor gibiydi. Sırılsıklam olmuştu. Üşümeye başladı. Hafiften titredi. İçi geçti…
Hayalindeki eksikliğin ne olduğunu o an anladı. Hemen küçük, kare biçiminde bir eve geri döndü. Kapısını açıp tekrar içeri girdi. Sağ köşedeki ahşap masanın üzerindeki bir lambayı yeniden fark etti. Yağmur damlaların kiremitlere düştüğündeki sesleri de akustiği yeniden tamamlamıştı… Harıl harıl yanan bir ocak, tek odadan oluşan evin içini ısıtmıştı. Şimdi tamam olmuştu.
Ruhu ısınmalıydı.
Bir iki adım daha attı ve durdu. Bu sefer dikkatlice baktı etrafına tam bir daire çizerek. Düşecek gibi oldu. Büyük bir şaşkınlık yaşadığı belliydi. Yüz ifadeleri donuklaşmıştı. Duruyor ve sadece izliyordu. Net bir görüntü yoktu… Her şey hayal dünyasından ya da bilinçaltından fırlamış gibiydi. Ölçüsüz, karmaşık ve anlamsız…
“Aman Allah’ım!”
Yer yer toprak zemin çöküyor ve ağaçlar köklerinden sökülüyordu. Ağaç dallarının her biri kopuyor ve sonra da çok uzak bir yere savrulup birer top mermisi gibi yere düşüyorlardı. Yerdeki yapraklar da tek tek yukarı kalkıyor ve bir rüzgârın sırtına binerek zikzaklar çizerek bir füze olup gökyüzünün derinliklerine uçuyorlardı. Toprak tümüyle kalkıyor ve gözün görebileceği son uca kadar yükselmeye devam ediyor ve kayboluyorlardı.
Neler olduğuna anlam veremedi.
Yaklaşık iki yüz metre yarıçapında tam bir daire şeklinde her yerde aynı şeyler oluyor; çember gittikçe daralıyordu. Müthiş bir korku sardı ruhunu. Bir titreme aldı bedenini. Ama bu titremenin kaynağı çok derinden geliyordu. Ruhundan… İlk defa, bir ruh, bedende nasıl bu kadar sarsıcı etkiler yapar, o an yaşadı bunları. Zor bir durumdaydı.
Korku, ümitsizlik, çaresizlik; çözüm değildi ve bunu biliyordu. Aklı hayatı boyunca ona ihanet etmemişti. Durumun kendi cephesinde yıkıcı sonuçlar ortaya koyacağından da emindi. Ne var ki boşluktaydı… Bir şeyler anlamını yitirmişti ve mantıklı bir açıklaması da yoktu olanların…
Her şeyin bittiği ve bütün umudun tükendiği bir andı ve tutunacak tek bir dalı bile kalmadığını acı bir biçimde, çaresizliği iliklerine kadar hissederek anladı. Anlam veremediği bu karmaşıklığa belki de en mantıklı tavır, kabullenmekti. Bu bir seçenek değildi.
Gözünü kapadı ve bırakıverdi kendini olacaklara…
Düşüyordu şimdi boşluğa. Sonsuzluğa düşer gibi düşüyordu. O anki refleksle tutunmak için bir şeyler aradı elleri; yokladı boşluğu… Boşluk tutulamazdı. Yine de bir ümit diyerek bir iki kez daha bir şeylere tutunma çabası gösterdi… Faydası yoktu bu çabanın.
Kulaklarında dayanılamayacak bir çınlama sesi meydana geldi. Sonra bu sesler daha da arttı. Bozuk radyo frekanslarından gelen sesleri andırıyordu. Tüm bunları yaşarken bir kez bile olsun, ölümü hatırlamadı. İlginç olan nokta da burasıydı. İnsan çaresiz kaldığında hatırlardı Tanrı’yı ve ölümü. Sığınma çabasının sonucu olarak… Belki de her şeyi kaybetmişken son bir kazanımdır diyerek…
Kalp atışları arttı ve düşüş anının sonuna yaklaştı.
Büyük bir gürültü ile düştü yere.
Müthiş bir sarsıntı ve acı hissetti.
Yağmur kesilmişti. Ağacın altında, kontrolsüz bir şekilde yere düşmüş gibi yatan biri vardı. Yarım saat geçmesine rağmen herhangi bir değişiklik olmamıştı. Canlı mıydı, bilinmiyordu. Aradan bir yarım saat daha geçmişti ama yine bir değişiklik olmamıştı. Hâlâ aynı şekilde yatıyordu. Sonra bir yarım saat daha… Yine aynıydı ve değişen hiçbir şey olmamıştı. İki saat geçmişti ki, ağaç altında yatan adam kıpırdanmaya başladı.
Yavaş yavaş ayağa kalktı.
Bir iki adım attı ve yere yığıldı.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

142. SAYI / OCAK – ŞUBAT 2013 / Ay Vakti
Ay Vakti, Yeni Ajansla Yürüyüşe Devam… / Ay Vakti
İnşirah / Şeref Akbaba
İstanbul / Mehmet Baş
Estetiğin Anlamı-II / Necmettin Evci
Tümünü Göster