Bakır bir semaverdeki demli çay gibi
Yudum yudum içtim masmavi gözlerinden
Mavnaları gemileri vapurları seyrettim
İstanbul buğu buğu gözlerimde tütsülendi
Aktı içime ırmaklarca durmadan
Ağladığımda anladım bu şehri
Eyüp Sultan önlerinde divana durmuş
Dillerinde kelime-i şehadetin nakışları
Mermerden sarıklarıyla suskunlar meclisinde
Bir yaralı serçe gibi beklerken köşelerinde
Oturup bir çınar altında nefes nefese
Yorulduğumda anladım bu şehri
Bir rüya ki avcumda delik bir metelik
Dilimde Beyoğlu’nun ince sazları
Aklımda hep Üsküdar’ın sabah ayazları
Mihrimah Sultan’da ezanla yıkanmış kulaklarım
Zaferlerle dönen gemilerden yükselirken tekbirler
Durulduğumda anladım bu şehri
Sakin sularda sevdim bu şehri
Bazen deli fırtınalara tutuldum
İstanbul ayazmalardan taşan bir gölgeydi
Köylüm gibi baktı bana Yeni Camii
Güvercinlerin annesiydi Eminönü
Mahzunluğumda anladım bu şehri
Şaha kalkmış bir atın tutulmuş yelesiydi İstanbul
Hüznümün namlusuna sürülmüş bir kurşun gibi
Fatih’te gümüşten bir akşamın kalbinde
Balat sabahlarında karıncalanırken Haliç
Bir çift şehla göze bakar gibi
Vurulduğumda anladım bu şehri
Kasımpaşa sokaklarından süzüldü bir rüzgâr
Cezayirli Dayı Hasan Paşa’nın önünde durdu
Yürek sadağından atılmış oklarla
Taşlar dikilmişti kalbimin ok meydanlarına
Rengini baharlardan almış gonca gül gibi
Kırıldığımda anladım bu şehri
Galata Mevlevihane’sinin taşlarıyla konuştum
Bir Şeyh Galip hüznüyle savruldu perdeleri
Kumaşı aşkla biçilmiş bir mevsimdi İstanbul
Boğaziçi’nin rengârenk sularında batarken güneş
Gecenin kuytularına karışıp sessizce
Kaybolduğumda anladım bu şehri
Garipçe köyünde şimal rüzgârlarını dinledim
Sarıyer’in tenhalarında vefasız bir gül açtı
Hisarda bulutlar pamuk gibi atılmış öylece
Kızkulesine yağacak yağmuru biriktiriyordu
Adalar’dan esen bir imbata tutulup
Savrulduğumda anladım bu şehri
Ayasofya kapısında ağarmış saçlarım
Yenikapı önlerinde sohbete dalmış çelebiler
Göksu’da çifte kayıklar bir safa bahşediyor
Lale devrinden kalmış bir gazelde
Zamanı yitirmiş bir saat gibi
Kurulduğumda anladım bu şehri
Çamlıca tepesinden seyre daldım cemalini
Kanlıca’da bir çınar gibi açıldı yapraklarım
Fethipaşa korosunda bembeyaz bir mendildi zaman
Harem’den kalkan otobüslerin ardı sıra bakarken
İki kıtanın ortasına bir iplik misali
Bağlandığımda anladım bu şehri
Çifte su verilmiş bir bıçak gibi gece
Yedi tepe üstünde açmış kanatlarını
Güneşe hicret etmiş akşamın kadehinde
Sükutu demlenirken çığlıklar meclisinde
Yaralı bir ceylanın kanayan yarasında
Dağlandığımda anladım bu şehri
Haydarpaşa garında kampanalar çalardı
Gurbetler büyürdü uzayan raylarında
Anadolu evladını arayan bir anne gibi
Düşerdi İstanbul’un yollarına
Bense dumansız bir ateşte
Kavrulduğumda anladım bu şehri
Her bakanın kendini seyrettiği
Bir kristal ayna gibi dururdu öylece
Sırat köprüsü gibi kıldan ince kılıçtan keskindi
İçindeydi hem cennet hem de cehennem
Kırılan aynalarda kaybolup
Bulunduğumda anladım bu şehri