Yeleleri Kabarık Atlarla Geçtiğimiz Tuna’dan Köhne Bir Trenle Döndük

Balkanlara ne zaman adım atsam aynı duygularla geriye dönüyorum; hayalimdeki Balkan şehirleri bir bir yeniden canlanıyor Yahya Kemal şiirleri İvo Andric’in romanları ve bütün tarih, hepsi birden muhayyel bir abide gibi önümde durarak…

Balkanlar  bu millet için hüzün hikayesidir. Bir imparatorluğun varlığını anlamlandırdığı mekanın adıdır. Afrika’dan Avusturya sınırlarına kadar varlığını sürdüren bir tarihin minyatürü, Batı’daki Doğu, Doğu’nun Batı kapısıdır. Büyük devletlerin bir çırpıda gelip geçtiği topraklar, birbiri içine girmiş onlarca millet. Geçimsiz, hüzünlü, heyecanlı, eğlenceli insanların vatanı. Yemyeşil verimli toprakların, bağların bahçelerin yurdu. Dillerin, dinlerin kültürlerin harman yeri, kozmopolit şehirlerin diyarı…

Birinci Dünya Savaşı milletleri kökünden koparıp savurduğu vakit, tarihin en büyük dramı bu topraklarda yaşanmıştır. Aradan geçen yüzyıl zarfında hala küçük milletlerin geleceği büyük belirsizlikler içindedir. Balkan bölgesi Osmanlı yönetiminde istikrara kavuşmuştu. Makedonya seyahatinde deli saçması şeyler hayal ettim. Acaba, Osmanlı devletinin misak-ı milli sınırları nereden başlıyordu? Hangi topraklar vatandı? Rumeli için Yemen ya da Mısır feda edilebilir miydi? Bu yaklaşımlar ulus devlet terbiyesi almış, sınırlı düşünmeye alıştırılmış bir zihnin temrinleri olabilir mi? Muhtemelen, bugün bizim için Edirne ile Kars ne anlam taşıyorsa, o gün imparatorluk için Yemen ve Selanik aynı anlamı taşıyordu.

“Elveda Selanik” adlı kitabında Selanik günlerini anlatan bir Yahudi Selanik’te ezan sesleri sustuğu gün dünyanın bütün renkleri bu şehirden silinmeye başladı, önce Türkler Araplar, Afrikalılar; sonra Yahudiler, Mısırlılar birer birer şehrimizi terk etti, sonra Hıristiyanların farklı mezhepleri derken Selanik tek dinli tek mezhepli şehir haline geldi. Rumeli kökenli bir yüreğin dokunaklı Rumeli anlatımında ise “Rumeli, bir kara sevdanın adıdır aslında. Rumeli, parmakları kınalı nazlı bir gelindir. Ve bir hasretin adıdır şimdi. Ve yüreklerde hissedilen bir sızıdır. Dağlarıyla, ovalarıyla, nehirleriyle, birbirinden güzel şehirleriyle, zümrüt gibi köyleriyle unuttuğumuzu sandığımız ama asla unutmadığımız, bir coğrafyanın adıdır Rumeli.”

Bu duygularla kısacık Üsküp-Doyran seyahatimizden bahs-ı selam edelim:

Üsküp’e indiğimiz ilk gün Osmanlı döneminde eğitime başlayan Tefeyyüz Okulu’na gittik. Kapıda “en büyük Türkiye” sloganlarıyla bizi karşılayan yüzlerce minik örgenci vardı. Hoş bir karşılama idi, sahnede küçük gösteriler yaptılar. “1912 yılında ordularımız bu topraklardan çekildi, bizler o gün bu gündür anavatanımıza bağlıyız, bayrağımız ay yıldızlı bayraktır” Misakı Milli sınırından hayli uzaklarda insanı duygulandıran bir atmosfer. Okul müdürü Gönül Bey sevimli Rumeli Türkçesiyle bizleri öğretmenlerle tanıştırdı, zor ayrılıklardan birini yaşayarak okuldan ayrıldık. Hava kararmıştı, eski Üsküp’te yani Yahya Kemal’in Üsküp’ünde Kapalı Han’da akşam yemeği yedik. Kapalı Han Saraybosna’daki Morica Han’ın aynısı idi. Belki de, Anadolu topraklarında benzerleri vardır. Yemekten sonra Doyran kasabasına doğru yola çıktık, kasabanın Makedon başkanı Hıristo ve Alemdağ Belediye başkanı ile birlikte eski topraklarımızda yola koyulduk.

Doyran eski bir Osmanlı kasabası, göl kenarında şirin mi şirin bir yer. Eski hali Safranbolu’ya benziyor. Resimlerde beş adet cami görünüyor, bugün onlardan hiç birisi yerinde değil. Kasabanın Osmanlı’dan kalma yapılarını, yıkılmış hanları, hamamları ziyaret ettik. Sıra Saat Kulesi’ne gelince, onun onarılmasını teklif ettim, hoş karşılandı. Osmanlı saat kulesinin bitmiş halini merak ediyorum. Gölün hemen yanından yükselen tepenin yamaçlarına kurulu mahallenin karlı sokaklarında tarihin izini sürdük. Doyran Belediyesi’nde kardeşlik için ön anlaşmalar yapıldı, konuşmalarda tarafların ne çabuk kaynaştığı konuşuldu. Ben de, “yüzyıllardır aynı toprağın kokusunu aldık, bizim kültürümüz Balkan kültürüdür” dedim. İnsana her şey o kadar sıcak ve tanıdık geldi ki, kendimi hiç başka bir ülkeye gitmiş gibi hissedemedim orada…

Gölün karşı yakası Selanik sınırı. Osmanlının kaderinde onca rol oynayan Selanik. Adı bana Isfahan’dan Semerkant’tan farklı gelmeyen şehir. Kasabanın hemen yanı başı asmalıklarla dolu, boyları yüksek, üzerleri kar tutmuş, sanki seyirlik olsun diye yapılmışlar. Dağları tepeleri dumanlı, ovaları kâh kar, kâh yeşil Bursa gibi.

Göl kenarında akşam oluyordu, ayazdan dalgalar susmuştu… Yer beyaz, gök siyahtı. Uzakta köpekler uluyordu, odamın penceresinden geçmişe, tarihe, bugüne, geleceğe baktım. İstanbul’u hayal ettim, buraları ve daha uzak diyarları… Tarihi bize aşina, geçmişi ordular doyuran cömert kasabayı geride bırakarak, tekrar gelmek için buralardan ayrılıyoruz.

Veda günü her yerde hüzünlü olur. Osmanlı adı taşıyan köylerden ve kasabalardan geçerek Üsküp’e vardık. Üsküp’te eski arkadaşlarımla karşılaştım, onların Türkler arasında etkin olduklarını görmek beni heyecanlandırdı. Tefeyyüz Okulu’ndan Gönül Bey, Salih Murat, Süleyman Baki Batı Trakya Türklerinin öncüleri haline gelmişler. Şükrü Ramo’nun güzel şiirinde andığı  Üsküp’ü gezmeye başladık

“Küçük bülbül, şirin
Selam götür Üsküpüme”

Eski Üsküp bilinçli olarak geri bırakılmış bir yer. Tarihi yapıların bir kısmı harap, bir kısmı amacının dışında kullanılmakta. Anlaşılan bundan sonra Türkiyeli bizler ve devlet erkanı Rumeli ile daha ilgili olmalıyız. Orada evlad-ı fatihan var. Yüzyıldır var olma mücadelesi verdiler. Vardar Nehri üzerinde bulunan Taşköprü üstünde yürüdük. Arkadaşlarımız her fırsatta bölgenin tarihini, önemli vakaları, bugüne kadar ayakta kalmayı nasıl başardıklarını anlattılar. Hükümetin bölgeye olan ilgisi memnuniyet verici…

Balkanlar Osmanlının beri olmayı asla aklından geçirmediği topraklardı. İnsanın hayalleri ve hatıraları birbirine karışıyor, arkamızı Taşköprü’ye, hanlara, hamamlara, çeşmelere dönüp Üsküp’ten uzaklaşıyoruz her zamanki düşüncelerle… İnşallah yine geleceğiz. El sallıyoruz… Elveda Rumeli…

Osmanlı Devleti Balkanlardan çekilirken Müslüman ahali trenlere doldurularak İstanbul’a gönderilmiş. Bu duruma tanıklık eden bir sürgün şair dokunaklı olan bu dramı şöyle dillendirmiş:

“Yeleleri kabarık atlarla geçtiğimiz Tuna’dan
Köhne bir trenle döndük”

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Küller ve Yangınlar / İsa Karaaslan
Öksüz Çocuklar Galerisi / Üzeyir Süğümlü
Konferansçı / Zeynep Yalçın
Muharrem / Şeref Akbaba
Yoksa Ben de mi Ahfeşleşiyorum / Talip Çukurlu
Tümünü Göster