“İncecikten Bir Kar Yağar”

Hangi şehre ilk kar ne zaman düşer bilmiyorum, ama ilk karın yağmasıyla birlikte nedense bir hüzün bulutu yüreğime çöreklenir, uzaklara dalar uzun süre kendime dönemem. Kendime döndüğümde de kulağımın dibinde ya bir tüfek patlar, karların üzerindeki yeme üşüşen serçelerin birkaç damla kanını görürüm ya da bir mavzerin dağlarda yankılanan sesiyle birlikte bir çığ kopar. Çığın kopmasıyla birlikte köyümüzde bir avcının karlar altında kaldığını, günler sonra ancak köylünün yardımıyla cansız bedenine ulaşıldığını hatırlarım.

Yılar öncesine giderim.Bizim köyden komşu köye giderken tipiden göz gözü görmez olmuş bir kar fırtınasında sığınacak bir yer bulamayan ve sağını solunu bilmeden oradan oraya kaçmaktan bitap düşüp oracıkta yığılıp kalan Haldun’un hikâyesi gelir aklıma.Uzun kış biter karlar erimeye başladığında cansız bedenine ulaşıldığı anlatılan ve bedenin bulunduğu yere iki büyük taşı hece taşı gibi dikilen, adına da Haldun’un Döşeği denilen mezar yeri gözümün önüne gelir.

Bir insanın anavatanı çocukluğudur” demişler. Kim demiş ne zaman demiş orasını bilmiyorum ama insan dünya serüvenini tamamlayana kadar da söz konusu anavatanı ile ilgili hatıraları nereye giderse gitsin yanında taşır. Belki de insanın göbeğinin gömüldüğü topraklara devamlı bir özlem duyması da bu bağı güçlendiriyor.

Günümüzde anlam kaymasına uğrayan bir kelime var. Adına dam denir. Anadolu’da; dam denince önce ev, sonra da evin toprakla kaplı olan üstü akla gelir, arkasından “hazın damı”,  “mapus damı” gelirdi.

Kış ayları geldiğinde en zor işlerden birisi dama, gece boyu yağan karı sabah kürüdükten sonra üzerine biraz saman sepeleyerek loğlamaktı. Kahramanmaraş’ın hâlâ bazı köylerinde bu toprak damları ve üzerindeki loğları bugün bile gördüğümü rahatlıkla söyleyebilirim.

Uzak köylerde yaşayan insanların kar ile birlikte başlayan sıkıntıları, şehirlerde yaşayan insanların sıkıntılarıyla karşılaştırmak bile istemem. Şehirde çocukların eğlence aracı olan kar, köylerdeki çocukların soğuktan çatlayan elleri, kızaran yanakları ve çorapsız kara lastikayakkabıları arasındaki fark kadardır.

İnsan çocukluğunun vatanına gidince kendine gelene kadar aradan geçen zamanı, mesafeyi elbette hesaplayamaz. On yaşımdan sonraki zamanları yaşadığım şehirlerin hangisine gittiysem, çocukluğum peşim sıra geldi.

İlk gençlik yıllarımdakitabıyla tanış olduğum Bahaettin Karakoç,Kar Sesi(1983) şiir kitabı ile beni birden bire kuşatıvermişti. Sonraki yıllarda kendisi dünyadan ayrılana kadar kendisine söylemediğim ama gizliden gizliye kendime usta olarak seçmemin bir tesadüf olmadığını düşünüyorum.

“Her sancılı düşte bir doğum bestesi

Ardından bastırıyor canım kar sesi

Yüreğimin böyle gürlemesi,

Kader çizgisinde pembe bir duvak.

Kapımı her zaman açık tutuyorum

Kar sesinde at kişnemeleri duyuyorum

Dört mevsimi karla yoğuruyorum

Hergün yüreğimi yorumlayarak.”

Şiirde acemi birliğine geldiğimde tanıdığım ilk kitap olduğu için mi yoksa üzerinden yıllar geçtikten sonra bile dönüp dönüp okuduğum kitap olduğundan mıdır her ne ise kitaplığımdaki diğer kitapları arasında özel bir yere saliptir bu “Kar Sesi”.

Bahaettin Karakoç ağabey Ekim 2018 tarihinde aramızdan ayrılırkenEngizek Dağları’nın zirvelerindeki koyaklarda kurtlanmış, karların üzerine taze karlar yağmaya başlamıştı. Onunla geçen zamanların bir kavşağında memuriyetinin ilk yıllarında Nurhak Sağlık Ocağı’nda görev yaparkenuzak bir dağ köyüne giderken karda tipide nasıl kaldığını, bir mucize eseri olarak nasıl kurtulduğunu anlatarak beni tekrar çocukluluk yıllarıma götürmüştü…

Kanımız hâlâ fokur fokur kaynıyor, Bosna’da savaş başlamış, savaşa gönüllü gidebilmek için ne yapabiliriz, kimlerle irtibat kurabiliriz bunların planlarını yapıyorduk. İstanbul’a bir arkadaşımızı göndermiştik. Arkadaşımız boynu bükük dönmüştü. “İstanbul’da bir sürü savaşa katılmak isteyen gönüllü Müslüman var ama oradaki yedi mücahide bir silah düşüyormuş onun için adamdan çok silaha ihtiyaç olduğunu söylediler” deyince bütün hayallerimiz suya düşmüştü.

Zaman yine karakıştı. Her gün yeni katliam haberleri geliyor ve ben duadan gayri elinden bir şey gelmeyen bir kul olarak onların derdini derdim belleyerek onların diliyle dertlerinin tercümanı olmaya çalışmıştım:

Kar düştü dağlara gülüm kar düştü

Yüreğim dağlanır dört mevsim ağlar

Dağlar ölüm kusar sabaha kadar

Ve sabah bir sıcak çorbaya hasret

Meydan okumaya devam ederiz

Soğuğa yokluğa yedi düvele.

Karakış bitecek bahar gelecek

Tomurcuk açacak yeni laleler

Bizim marşlarımız cennet ülkede

Zulmün duvarını parçalayacak

Toprağın kalbinde biz olacağız

Yüzünde çiçekler Boşnak kızların.

Aradan onca yıllar geçti, artık bizim de saçlarımızda kar kütük tutmaya başladı. Ben doğmadan dört yıl önce, Sessiz Gemisine binerek giden Yahya Kemal:

“Bin yıldan uzun bir gecenin bestesidir bu.

Bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir bu.”

Kar ile ilgili duygularımı böyle dile getirirken; yine ben doğmadan altı sene önce: “Dante gibi ortasındayız ömrün” diyerek kırk altı yaşında dünyasını değiştiren Cahit Sıtkı Tarancı:

“Bir rüya görür gibi gözümde sevinçler var.

Beyaz bir sükût işte: kar yağıyor, kar, kar, kar;

Sanırım ki uçuyor gözümde hatıralar.

Beyaz bir sükût işte: kar yağıyor, kar, kar, kar…”

Diye diye ve 1980 de uğurlanan Ahmet Muhip Dıranas:

“Kardır yağan üstümüze geceden,

Yağmurlu, karanlık bir düşünceden,

Ormanın uğultusuyla birlikte

Ve dörtnala dümdüz bir mavilikte

Kar yağıyor üstümüze, inceden.”

Şiiriyle yalan dünya yurdundan göçüp gitmeden önce edebiyat dünyamızda hoş bir seda bırakan öncü şairlerimiz olmuşlar.

Kar üstüne ne kadar ağıtlar, ne kadar türküler yakıldı ve hangi türkü dudağımızda tüttü, hangi ağıt kalbimizi sıkıştırdı saymaya ömür yetmez.

Ben hiç kartopu oynamadım. Burnu havuçtan, gözleri kömürden kardan adam da yapmadım arkadaşlarımla.

Kim söylerse nasıl söylerse söylesin:

“Pencereden kar geliyor

Gurbet bana zor geliyor

Sevdiğimi eller almış

O da bana ar geliyor”

Türküsünü dinlerken, kış yüzünü göstermeye başladığında yorganını bir iple sarıp ipten de küreğini geçirip yorganı omzuna alıp para kazanmak için gurbete çıkan köyümün delikanlılarını hatırlarım.

 Nazım Hikmet’in 8’li hece ölçüsü ile yazdığı ve Zülfü Livaneli’nin müthiş yorumuyla türkülerimiz arasında önemli bir yere sahip:

“Karlı kayın ormanında

Yürüyorum geceleyin

Efkârlıyım efkârlıyım

Elini ver nerde elin”

Türküsünü de dinledikten sonra tekrar çocukluğumun vatanındaki hemşehrimMahzuni Şerif’i de yâd etmeliyim.

“İnce ince bir kar yağar fakirlerin üstüne

Neden felek inanmıyor fukaranın sözüne

………………………………………………”

Bu yoksulluk, hasret ve ayrılık acısıyla devamlı kanayan yaranız varsa siz bu yaranıza bu türküleri azar azartuz yerine basın. Ben de Karacaoğlan’ın yüreğinin gam dağlarında koyun gibi melediğini zamanlara doğru yol alayım ve şu türküsünü ben söyleyeyim, sizler de dinleyerek şad olun.

“İncecikten bir kar yağar

Tozar elif elif diye

Deli gönül abdal olmuş

Gezer elif elif diye”

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

“Kar Kârdır” / Ay Vakti
Ağaç Baskı / Hatice Bengisu
Özülke’yi Savunanlarla Örülü Bir Halka / Ömer Eski
Yansımalar / Şeref Akbaba
Ev / Zeynep Karaca
Tümünü Göster