Mühür

“Sahi mühür mü bastın?

“Hem de üç metre pazenle bir çift kara lastiğe?

“On dönüm araziyi elinden almak için bunlarla mı kandırdılar seni? Anne senin aklın iyice gitmiş. Gel, inat etme, şu oturduğun köhne  evi de biri  almadan elinden bir müteahhide verelim. Rahat edersin sen de. Merdiven inip çıkmaktan kurtulursun. Elinin altında mis gibi sıcak suyun olur. Ne soba yakma, ne de bacası tüttü derdin olur. Her şeyin kolayı çıktı artık, niye kendine eziyet edip durursun?

Kolay olan nedir ki hayatta? Musluğundan sıcak su akması mı? Yoksa seni dolandırdığını bile bile üç metre pazenle bir çiftkara lastiğe tav olmak mı?  Kandırılmayı göze alıp kanmaya razı olmak mı? Dünyanın bütün uyanık insanları, gelin kandırın beni. Ben, bile bile aldanmışlığı seçtim. Saflığı, masumluğu, hakkaniyeti seçtim.Kanmak, saf olmak, saf gibi yapmak, kurnazlıktan başları dönenlere inat, saflığın deliliğinde damıtılmak… Kırmak, dökmek, acıtmak varken; kırılmak, dökülmek, acıtılmak… Ben, o hiç kirletilmemiş sayfayı seçtim.

Kolay olan nedir bilir misin evladım? Göz açıp kapanasıya mesut bir ömür sürmek…  Dokunmak bir yaraya, bir çiçeğe, bir damla suya… Dal vermek, boy vermek, öğütmek ambarındaki bütün buğdayları… Ekmek olmak, aş olmak, hırka olmak bir garibanın sırtında… Tüttürüvermek bir bacayı. Üşüyen bir hayatın ısınması için odun, kömür taşımak.Birileri bir köşede yardım için ellerini bile uzatmazken  çuvalları omuzlayıvermek. “Hadi kalk, tut şunun ucundan.” derken kulaklarını tıkayanlara inat, başkalarının yükünü de sırtına alıvermek. Açılıvermek hayata, rotasını ancak rüzgârın çizdiği bir yelken gibi.

Kolay olmayan, gidip oturuvermek bir başkasının hayatının ortasına. Oğlun da , kızın da olsa, boy boy torunların da olsa bir köşede eğreti durmak. Çalmayı çoktan unutmuş eski bir radyo gibi, bir gaz lambası, bakır bir kap gibi bir zamanlar çokça kullanılmış da, şimdi orada öylece unutulmuş.

Ne olur, bu eski, iki katlı ahşap evimde bırakın beni. Beni de bu evle beraber yıkmayın ne olur. Soğuk, beton duvarları gömmeyin benim hatıralarım üstüne.

Bu benim tercihim elbet. Gitmemek, kalmak… Beyaz gelinliğimle girdiğim bu evden, beyaz kefenimle çıkmayı seçmek. İnsanın tercihleri olmalı. Seçmeli, seçebilmeli. Tercih diye önüne dayatılanlara uzanmak zorunda olmamalı. Usulca tutmalı yazdığı sayfanın köşesini. Sayfanın istediği yerine kendinden bir not düşmeli.Yazdıklarını yaşayabilmeli insan, yaşadıklarını yazar gibi.

Bu benim tercihim elbet. Yıkıldı yıkılacak ahşap, köhne  bir evde bin bir mücadeleyle oturmak. Gidebilirim de.Baş döndüren mermerler ve göz kamaştıran ışıklar eşliğinde girilen  bir rezidansta da yaşayabilirim.  Tabi buna yaşamak denirse. Konuşan bir asansöre binip evime çıkabilirim. Konuşmayı unutan insan, eşyaya verir bu yetisini. Oysa, Adem’e öğretilmişti tüm kelimeler.  Hakikat, onun gözü önüne serilmişti. Ayet ayet düşmüştü gönlüne kelimeler. Yer ayet, gök ayet, insan ayetlerden bir ayetti. Şimdilerde asansörler konuşuyor. Cep telefonları, arabalar, bilgisayarlar, istikâmetimizi belirleyen aletler…  Bir tek susan insan. Konuşmayan… Ağzını bir açtı mı yıkan, döken,  kıran… İnsan, kendisine öğretilen kelimelerle bağını kesince, kendi elleriyle inşa edip adına “akıllı” dediği her ne varsa bir mum gibi eritiyor kendi gözesinde biriktirdiklerini. Mumdan bir yol, titrek titrek yanan, eriyen, kıvrılan… Eridikçe kendi gerçeği ayaklarına zamk gibi yapışıyor.

Ben, bu ahşap, bastıkça döşemesi çatırdayan evde kalmayı seçtim. Söylesenize, nasıl bırakıp giderim her köşesinde sandık sandık hatıralar biriktirdiğim bu evi?  Parkesindeki her çizikte, bir gülüş, bir gözyaşı… Mobilyaların yer değiştirme telaşı, bahar temizlikleri arap sabunlarıyla, somyaların demir ayaklarının bir sağa, bir sola çekilişi, bayramlara pırıl pırıl girme telaşıyla.   Torunların çek- bırak arabalarının çizikleri… Çiziklerden imzalar atılmış geçmişten günümüze. Her biri yol yol olup, ta gönlüme girmişler.

Nasıl bırakıp giderim geçmişin kokularıyla bezenmiş bu evi? Ağzısüt kokan bir bebeği bırakıp gider gibi.Mutfağında erik marmelatının kokusu, banyosunda hâlâ çocuk gülüşleri…Duvarlarında modası geçmiş dallı budaklı duvar kağıtları…Yapraklarının yeşili solmuş, sarıya dönmüş sinsice.  Üzerine kaç kere Cin Aliler, korsanlar, bebekler,arabalar, trenler çizilmiş.  “Evladım,yine boyamışsın duvarları. Sana kaç kere söyledim, defterlere yapacaksın resimleri.” Oysa çocukların hayâlleri duvarlara sığmayacak kadar büyükmüş meğer.

Şimdi balkonun bir köşesinde sessizce bekleyen şu ahşap sofra. Üzeri muşambayla raptiyelenmiş. Kaç kez hamur açtım, erişte kestim, haşhaşlı çörek burdum, mantı kıvırdım üstünde. Üzerinde derin bıçak çizikleri. O bıçaktan nasibini almış  hamurlar kaç  ülkeaştı, kıtalar geçti?       Adını sanını duymadığım yerlere gitti. Ucuna lastik geçirilmiş bez torbaların içinde hem mantıyı, çöreği, hem de  hasretimi koyup torbaladım. Bir parça memleket kokusu, bir parça anne kokusu koydum üzerine.  Torbayı açınca minik eller, “Aaa, anneannem mantı göndermiş. Oh çörek de var,  anneanne makarnası da yapmış üstelik.”

Şimdi nasıl bırakıp  giderim bu evi? Kaç dost ziline bastı. Şu kapı, kaç kez açıldı mutlu, mesut  yüzlere? Sevinçlerimi paylaştım, kederlerimi de. Nice Yasinler okundu, hatimler indirildi. Yanık sesli  mevlithanlardan mevlitler dinlenildi.  Oğlan üniversiteyi kazanmış, hayırlı olsuna gelmeler… “Kızın okulu bitirmiş de işe girmiş. Rabbim mürüvvetini de görmeyi nasip etsin.” demeler.Ah, bu içerisinden gurbete telli duvaklı gelin, askere kınalı kuzu gönderdiğim ev! Duvarlarına yaslanıp  hasretlik türküler söylediğim. Sınır karakolunda oğlum nöbetteyken haber seyretmeye korktuğum bu ev… Şehit anneleriyle beraber kanlı gözyaşları döktüğüm…

Babasız kaldığımız gün de dolup taştı bu ev, çocuklar evlendiğinde de. Sanki daha üç gün önce oyuncak oynuyorlardı şu köşede. “Anne, babam ne zaman gelecek? diye soruyorlardı, hiç gelmeyeceğini bile bile.Ölümün yürek yakan acısını boğazımda hissedince ne çok dua ettim bilemezsiniz: “Allah’ım, benden önce ölmesin ne olur sevdiklerim.   O deli gibi özlemek yok mu, insanı yakıp kavuran, ne olur o benim payıma düşmesin. Ne olur görmeyim öyle hiç birini, buz gibi, donuk, hareketsiz, ruhsuz… Bana öyle soğuk soğuk bakmasınlar ne olur.”

Oyunla hafifletmiştik ölümün acısını. Oyunla sarmıştık yaralarımızı, acılarımızı, özlemlerimizi… Hayatlarımızı oyunla sarmıştık. Yumuşacık ipek örtüler gibi.

Şimdi nasıl bırakıp giderim?Güzelbir ömürden arta kalan güzel anılar biriktirdim ben bu evde. Varsın çürümüş olsun çocukların salıncakları. Yağmur yemiş, soyulmuş olsun tahtaları. Az kavga etmediniz şu salıncak için, önce ben bineceğim diye.. Az düşüp kanatmadınız yaralarınızı. Yine de sallayıp dururum  bir ileri bir geri çocukça kahkahaları. Varsın kesilmiş olsun asmalar, meyveye durmaz olsun ağaçlar, güller açmaz olsun yaşlılıktan ne çıkar? Bak, görmez misiniz bülbülün feryadı gülün üzerinde saklı.

Siz bir köşesinde resimler yapıp hayallerinizi süslerken ben bir köşesinden yazmaya başlamıştım sizi. Bir gün, bu evde sizsiz kalmanın acısına tahammül edebilmek için, anılar istiflemiştim sadece. Yok, hikâye değil bunlar.  Kim derse ki hikâye yazıyorum, külliyen yalan.  Benim ki biriken anılarımı pencere önlerine, yatak altlarına, vitrinlere, radyonun üzerine, balkondaki saksıların içine, kavanozlara, elimin değdiği, gözümün okşadığı yerlere usul usul bırakabilmek sadece. Özledikçe elimi uzatıp koklayabilmek için. Bir fesleğen gibi dokundukça kokusunu salsın diye  her yere.

Şimdi tutturmuşsunuz “Hadi anne, yıktıralım bu evi. Yerine beş katlı bir apartman yaptıralım.” diyorsunuz.  Şimdi siz, “Anılarını biriktirdiğin tüm bu sandıkları al, kuyuya at.” diyorsunuz. Yetmedi, bir de kireç dök üstüne. İyice eriyip kaybolsun, kaynasın fokur fokur fokur. Mikrobu kırılsın. Aman kalmasın tek bir hatıra bile.”

Damadın arkadaşı müteahhitmiş. Üç daire verecekmiş anahtar teslim. Beton canavarları sizi. Buz gibi beton kalıplara sokunca insanları, onları da beton gibi hissizleştirtiniz. Konu komşudan haberi olmayan, cenaze çıksa duymayan modern hapishanelere dönüştürdünüz evleri. Kusura bakmayın yavrum, beni  o buz gibi duvarlara mahkum etmeyin, ne olur. Yıkalım demeyin mazide kalanları. Mazi, insanın korkuluklarıdır. Tutar sizi düşmekten. Balkon kenarlarından, pencere önlerinden, ağaç tepelerinden… Yoksa düşer durursunuz hayatın yükseklerinden. Mazi tutar sizi, tutar ellerinizden. Başınızın dönmesi, yüreğinizin çarpması geçinceye kadar ipek bir örtüyle sarar.

Olsun, ne çıkar? Yağmur yağınca süzülsün pervazlardaniçeriye damlalar. Rüzgâr esince havalansın tüllerim. Üşüyeyim, hapşırayım, hasta olayım. Sobaya odun yetiştiremez olayım. Kova doldurmaktan bırakın ağrısın belim. Siz düşünmeyin beni. Sakın üzülmeyin.

Hayatımın türküsünde  siz de olun yeter. Yeter ki beni ezgisiz bırakmayın. Gelin hadi, açalım birlikte sandıkları yavaş yavaş. Türküler, ninniler saralım üşüyen ellerimize. Bir ‘es’lik duraklarda duralım azıcık. Eski sayfaları çevirelim birlikte. Yağmurları, şiirleri, türküleri dinleyelim hep beraber.

Ne o, sıkıldınız mı aynı türküyü dinlemekten? Öyleyse hoşçakalın size yavrularım.Hoşçakalın en güzel türkülerimin notaları. Anneler, çocukları için susar. Hep susar. Onlar konuşsun diye susar. Mühür basarlar çarpan yüreklerinin üstüne. Çocuklarının şarkısında bir ‘es’lik durak olup susarlar. Ta ki, çocukların diline dolanan nağmeler, susar annelerine gelince. Küçücük bir durak;bir  nefes, bi ses, bir es kalır koca bir ömürden geriye.

Bir mühür gelip konar, dudaklarının üzerine. Mazi, bir gül goncası gibi kapanır kalır.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

“Kar Kârdır” / Ay Vakti
Ağaç Baskı / Hatice Bengisu
Özülke’yi Savunanlarla Örülü Bir Halka / Ömer Eski
Yansımalar / Şeref Akbaba
Ev / Zeynep Karaca
Tümünü Göster