Dergi(bi)ciliğimizin Paradigması

Dergiciliğimiz ile düşüncenin özgün arayışlara yönelimi sorununun birbirleriyle ilişkisi geniş bir bağlama sahiptir. Bu bağlamda durulan ve gidilmek istenen yerin daha sağlıklı belirlenmesi için konu farklı perspektiflerden irdelenmelidir. Yazarların sanat ve düşünce faaliyetini oluşturdukları alan ile dergiciliğimizin sürmesini sağlayan alanlar birbirlerine uygun düşüyor mu? Saf bir merak seviyesinde de olsa biri üretime diğeri paylaşıma dönük bu iki alanın ne uygunlukta birbirini tamamlıyor ya da besliyorlar olduğu sorusunu önemsiyorum. Hangi düzeyde ve nasıl cevaplarsak cevaplayalım ilgililerinde önemi azalmayan bir husustur bu. Çeşitli kategorilerde farklı cevabi karşılıkları var olmakla birlikte ben konuyu fikri kaygıları öne çıkaran yoğunlaşma ve karşılıkların kesişim alanında ele almaktan yanayım.

Dergi çıkarmak ya da bir yayın sahibi olmak bizim temel önceliğimiz değilse peşinde olduğumuz manevi amacı açıklamak durumu vardır. Bir yandan da fikriyat ile dergicilik (veya yayıncılık) arasında bir ilişki kurulduğuna göre bizim için önemli olanın salt düşünme tarzı olmadığı da ortaya çıkıyor. Demek oluyor ki, burada düşünce kadar o düşünceyi yaymak, paylaşmak gereksinimi de ağır basmaktadır. Yayıncılık belki de öncelikle bu gereksinimi karşılaması bakımından önem arz ediyor. Düşünce paylaşımı söz konusu olmayan hallerde iletişim derinlikli içerikten yoksun kalacaktır. Yüzeysel, daraltılmış muhtevayla sağlanan iletişimin anlamsal karşılığı zayıflayacaktır. Bu tarz bir etkinlik kimi insanlara kimi yararlar sağlasa bile uzun erimde kalıcı kültürel etkileri bakımından kayda değer olamayacaktır. Oysa ihtiyacımız olan her alanda hissedilen boşluğu dolduracak nitelikli çalışmalardır. Bu amacı gözetmeksizin sürdürülen çabaların sanat ve düşünce dünyamızı geliştirmek şöyle dursun zayıflatmak gibi menfi etkisinden bile söz edilebilir. Nicelik bakımından azımsanmayacak ölçüde bile olsa dergicilik ve o çerçevede sürdürülen kültürel çabaların yanıltıcı olmadığını kaç kişi söyleyebilir? Bu alanda kendini göstermeye hevesli daha çok da körpe dimağlardan çoğu kişi, azdan işaret edeceğimiz kimi duyarlıklarla kendini samimi olarak değerlendirme zahmetine bile katlanmadan yeterlilik duygusunun yanıltıcı boşluğunda heder olup gitmektedir. Çoğu zaman isabetli olanla yeri değiştirilen hoş yanılgıların maalesef insan üzerinde büyülü bir etkisi olabilmektedir. Sözünü ettiğimiz etki çemberi sanıldığından da geniştir ve çoğumuzu kuşatmasına almıştır. Bu çemberi kırma zarureti kendimizi yeni baştan inşa etme zaruretinden ayrı düşünülemez. Dergicilikle birlikte düşünce faaliyetlerini hoş sözler harmanı gibi algılayanlar için bu ifadeler ağız tadını kaçırıcı gelebilir. İş ciddidir. Ciddi işlerin ciddi sorumlulukları olur.

Matbaanın icadı ve ardından gazetecilik faaliyetleri ile Avrupa’da çok önemli değişimler oldu. Gazetecilik ile sadece hayata bilgi, haber ve düşüncenin yeni paylaşma biçimleri girmedi; aktüel mahiyet kazanan bilgi sanayileşmeyle birlikte ulusların yeni kimliklerinin oluşmasında da son derece etkili oldu. Ulus ve ulus devletlerin ortaya çıkmasında, kısa zamanda yaygınlaşan gazete ve dergicilik gibi sektörel yayıncılığın etkisi dönemin ekonomik faaliyetlerinden daha az olmamıştır dense yeridir. İlk matbaa ve gazetecilik bildiğimiz kadarıyla Fransa’da ardından İngiltere’de gerçekleştirildi. Uluslar, işte bu dillerle yani Fransızca, İngilizce ardından Almanca, İspanyolca yapılan yayın çokluğu içinde ortak duyarlılık, ortak ülküler oluşturan iklimler içinde oluştu. Ulus devletlerin ve ulusların oluşmasında gazeteciliğin nasıl önemi olduysa beraberinde gelişen dergiciliğin de düşünce dünyasının yeniden tertip ve teşekkülünde fevkalade etkisi oldu. Etkili bir kitle iletişim aracı olarak gazete en alt tabakadakinden en üst seviyedeki insanlara kadar değişimin yarattığı heyecanı merak ve izleme şeklindeki yansımalarıyla bile bir ihtiyacı karşılamaktaydı. İlk bakışta fark edilmese de yaşamın başka bir katında daha üst seviyeden heyecanlar yaşanmaktaydı: Yeni düşünsel, sanatsal, bilimsel arayışların, buluşların, açılımların, atılımların heyecanı… Günlük telaşesindeki sıradan insanı fazla ilgilendirmeyen kimi akademik ve düşünsel çalışımlar ancak bir dergi faaliyeti ile daha yaygın ifade imkânı buldu. Dergicilik bu anlamada yeni düşüncelerin anlatılmasına imkân veren çok önemli bir zemin oluşturdu. Hatta denilebilir ki dergicilik bu anlamda bir okul vazifesi bile gördü. Dergicilik faaliyetlerini ortaya çıkaran en önemli sebep bu yeni düşünce akımlarını ilgilisine aktarma ve geri dönüşümlerle daha güçlü kılma çabası olmalıdır. Demek oluyor ki bir yerde kendini ifade coşkusu ve mecburiyetinde hisseden düşünce varsa, koşullara göre değişen iletişim araçları kendiliğinden uygun birer enstrüman olmaktadır. Değil mi ki ister sanat ister bilim adına olsun bir şey üretemiyor, ortaya bir şey koyamıyorsanız doğal olarak dergicilik de gazetecilik de yapmanızın muharrik felsefi sebepleri ortadan kalkacağından bu faaliyeti yapamayacaksınız. Yapmanız halinde yaptığınızın anlamsal veya ideolojik hiçbir karşılığı olmayacaktır. İster sanatsal ya da felsefi, ister akademik bağlamda olsun Avrupa’da her bir düşünce akımının bir dergi ile ortaya çıktığını ve kendisini bir dergi ile/içinde ifade ettiğini görüyoruz. Doğal olarak dergilerin bir ekol ya da okul özelliği var olmaktadır. Yalnız ekol ve okul kelimelerini de bu çerçevede tekrar düşünmek gerekmektedir. Okul ya da ekol olabilmek için her şeyden evvel diyalektik bir süreklilik ve çerçeve içinde özgün düşünce özgün duyarlılık gereklidir. Çünkü ekol her şeyden önce farklı tarz, farklı düşünce ve duyarlık demektir. Daha sonra da bunlar paylaşılmalı, değişen koşullar içinde yenilenerek üretilmelidir. Paylaşılmayan, paylaşılmaktan ürken, yeni idraklerle kendisini çoğaltmayan, yeni bakış açılarıyla zenginleştirilmeyen bir düşünce akımının okul olma, ekol olma şansı zayıflamakta, ortadan kalkmaktadır. Bu düşünceler zihni donukluk içinde kalıplaşır, doktriner ideolojiye veya paradigmaya dönüşürler.

Paradigma, insan var oluşunun özgür arayışından ürken yapının ona kurduğu ölümcül bir pusudur. Kalıcı olmak için kendini yeni ve farklı olan karşısında tahkim eden yapı derin bir yanılgıyla paradigma oluşturur. Bu müteyakkız örgütlenme hayatın her alanında, her evresinde karşımıza çıkabilir. Dergilerimiz paradigmaya uygun yayın yaparlarsa özgün iletişim kuramazlar. Çoğu zaman olanca gürültümüze rağmen ne ses ne sır veren iletişim biçimimiz zihnimizde kurduğumuz paradigmalar sebebiyledir. Kendimizi bir yerlere gitmekten ısrarla ve sistemli alıkoymayı bazen başkalarının bize erişmesini önlemenin çocuksu tedbiri olarak düşünürüz. Dergicilik yolunun gidiş gelişleriyle çok işlek olduğunu, olması gerektiğini düşünüyorum. Aslına bakarsanız dergiciliğin temelinde var olan, var olması gereken asıl sebep birlikte düşünme ihtiyacıdır. Birlikte ve fakat farklı düşünebiliriz. Paradigma her durumda birlikte düşünmek yerine bir düşünmeye zorlamıştır. Fiziki yaptırımların gücünü de elinde bulundurarak farklı düşüncelere, kurulu düzeneğe zarar vereceği endişesiyle cezai müeyyideler uygulanabilmiştir. Meseleye kendine güvenen özgün ve özgür arayışlar kesitinden bakarsak dergiciliğimizi, dergicilik ile yazarlarımız arasındaki ilişkilerin sıhhat ölçüsünü daha iyi değerlendirme imkânına sahip olacağız.

Bizde de yayın aracılığıyla Avrupa’daki düşünce ve duyarlılıkların toplumsal seyri ve etki çizgisine benzer bir gelişime Tanzimat ile birlikte görülür. Kendine has koşulları olan bu sancılı dönem Ortaylı’nın ifadesiyle Osmanlının en uzun yüzyılıdır. Değişim, karşı durulmaz bir rüzgâr gibi siyasetten ticarete, sanata, edebiyata kadar hayatın her alanında hissedilmektedir. Bir anlamda yaşanan bunalımlı sıkıntılar süreç yaşanıyorken değişimdeki keskinliğin bilincine varmaktan kaynaklanmaktadır. Hemen her çevrede var olan değişimi yönlendirme düşüncesi toplumun her katında çatışma ölçüsünde gerilimler doğurmaktadır. Birçok aydın ve idarecide yeis ve güvensizlik yaratacak ölçüde siyasi ve teknik alanda batının ezici üstünlüğünü kabullenmek vardır. Yenilmişlik duygusuyla Osmanlı Batı’nın etkisine girmiştir. Bu etki en hissedilir tonda edebiyat ve düşünce faaliyetlerinde görülür. Aslında ilk dönem Tanzimatçılarının olabildiğince dengeyi kurarak bir sentez arayışı içinde olmadıkları söylenemez. İlerleyen zaman içinde entelektüel dimağ genel anlamda bütünüyle batıya teslim olmuş, bu eksende oluşan yeni formasyon çok geçmeden resmi ideolojiye dönüştürülmüştür. “Türk edebiyatı, 1839 fermanıyla başlayan Tanzimat dönemiyle birlikte Batı kültür ve medeniyetini benimsemiş ve bu çerçevede yeni bir edebiyatın oluşumu hareketi başlamıştır. Genellikle Şinasi ile başlatılan Tanzimat edebiyatı, benimsenen Batı uygarlığının felsefesi, edebiyatı, edebiyat türleri ile edebiyat akımlarının etkisi altına girerek yeni edebi eserler meydana getirmiştir… Bu hareketin felsefi temellerinde yeterli terkip yapılamamasından dolayı sürekli biçimde ve her alanda eski – yeni, doğu – batı ikiliği yaşanmıştır.” (1) Tanzimat ve sonrasındaki hemen bütün sanat ve düşünce çalışmaları siyasi ve ideolojik oluşumlardan bağımsız olmamıştır/olamamıştır. Dönemin edebiyatı ile siyasi fikirleri arasındaki etkileşimi inceleyen bir makalesinde Jale Parla şu özet tespitleri yapar: “Tanzimat edebiyatının ana ekseninin siyaset olduğunu göz önünde bulundurmak gerekir./ Bu bakımdan Tanzimat yazını, neredeyse yazın dışı diyebileceğimiz bir ölçüde siyasidir. Ve Tanzimat edebiyatçıları bu kültürün (batı kültürünün n.e.) bekçileri ve taşıyıcısıdırlar./ ” (2)

Yeni düşünce hareketleri kendilerini gazete ve dergilerle ifade etmeye başladılar. Değişen toplumsal hayatın gerektirdiği yeni enstrümanların beraberinde yeni anlayışların etkisini de getirmesi kaçınılmazdı. Bunda anlaşılmayacak veya yadırganacak bir durum yoktu. Mesela Tercüman-ı Ahval ve Servet-i Fünun’dan sonra Kadro dergisine kadar hemen bütün mevkuteler bilinen düşüncelerine daha fazla yayılma imkânı sağlama aracına dönüştürülmüştür. 1896’da edebiyatımızda Halit Ziya ile temsil edildiği söylenebilecek Servet-i Fünun hâkimiyeti görülmeye başlar. 1911’de Selanik’te çıkıp yayınını iki yıl sürdüren Genç Kalemler, İttihat ve Terakkicilerin yayın organı gibiydi. İmtiyaz sahipliğini zaten aynı zamanda İttihatçıların genel sekreteri olan Nesimi Sarım yapmaktaydı. Sadeleştirme adı altında ‘Yeni Lisan’ hareketini sistemli olarak bu kadro başlattı. Üstelik bu dili budama hareketi vatanseverlikle özdeşleştiriliyordu. Yakup Kadri, Şevket Süreyya, Vedat Nedim Tör ve arkadaşları tarafından 1932’de çıkıp yayınını üç yıl sürdüren Kadro dergisi tek parti döneminde Cumhuriyet’in doktrinleştirilen resmi ideolojisini özümsemiş yurttaşlar; ismine yaraşacak tarzda seçkinci kadrolar yetiştirme amacını yayın politikası olarak benimsediğini deklere etmişti. Bu dergi Marksist – Kemalist iç gerginliği içinde tıkanarak yayınına son vermek durumunda kaldı. Dergiciliğimizde en uzun soluklu yayın yapan Varlık, Kadro ile neredeyse eş zamanlı olarak 1933’te çıkmaya başlamıştı. Orhan Veli’nin 1949’da çıkardığı Yaprak belki fazla ideolojik değildi ama yerli değerlere de yaslanmıyordu. Garip akımının diğer iki güçlü ismi M. Cevdet Anday ve Oktay Rıfat’tan başka Sabahattin Eyüboğlu, Cahit Sıtkı, Fazıl Hüsnü ve Bedri Rahmi gibi daha pek çok şair ve yazarlar bu dergideki önemli imzalardı. Garip üçlüsü dışında yazanlar genellikle toplumcu gerçekliği benimsemişlerdi. Sanatın toplum için olduğu tezini savunan ana çizgi toplumun gerçek değerlerini gericilik sayma kabulünü temel ilkeye dönüştüren anlayışlarıyla tarihsel ironinin aktörleri olmaktaydılar. Sol ve sosyalist çizgide birçok derginin bu son üç derginin sayfalarından ayrışarak çıktığı söylenebilir. Konu çeşitliliği sebebiyle Ahmet Oktay’ın ‘yamalı bohça’ya benzettiği Mavi dergisi 1 Kasım 1952’de ilk sayısını çıkarmıştı. O zamana kadar çıkan en esnek dergilerden biriydi belki. Tevfik Akdağ, bu derginin hiçbir yenilik ve özgünlük getirmediği için silinip gittiğini ifade ediyordu.

Batı etkisindeki yeni düşünce ve yayıncılık karşısında en etkin direnci hiç kuşku yok ki, Mehmet Akif ve Eşref Edip’in birlikte çıkardıkları Sırat-ı Müstakim ve Sebil-ür Reşat mecmuaları oluşturmuştur. Yahya Kemal’in 1921’de çıkardığı Dergâh’ındaki yazılar özellikle şiirler, kendi köklerimize dönme bilinci yanında üstün, seçici bir estetik anlayışın zengin örneklerini verdi. Her kesimden sanatçı üzerinde etki uyandırdı. Bizce en özgün sayılacak Hisar dergisi 1925’ten 1999’a kadar fasılalı olarak çıkmayı başardı. Hisar’ın hâkim paradigmaya karşı sarsıcı manifesto sayılabilecek temel görüşleri şu şekildeydi: Başka milletlerin; özellikle Fransızların edebiyat ve sanatlarını taklit etmekle milli bir sanat yaratılamaz. Yeni bir şiir meydana getirmek için mutlaka eskinin reddedilmesi gerekmez. Yenilik eskinin içinden doğmalıdır. Sanat ideolojinin baskısı altında olmamalı; belli bir dünya görüşünün propagandasını yapmamalıdır. Şiirde öz Türkçe veya tasfiyeci bir anlayışı sürdürmek onu okunmaz ve anlaşılmaz bir hale getirdiği için bu yolu da terk etmek gerekmektedir. (3) Düşünce dünyamızda abideleşen aydın duruşuyla Nurettin Topçu’nun 1939’da çıkarmaya başladığı Hareket’ini özellikle anmalıdır. Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’sundan Sezai Karakoç’un Diriliş’ine oradan Yönelişler’e, Mavera’ya ve günümüze kadar uzanan çizgide ve bu çizginin dışında irili ufaklı birçok dergi çıktı çıkmaktadır. Ancak bizim amacımız burada ayrıntılı bir envanter çıkarmak, tahlil yapmak değildir. (4) Bugün geldiğimiz noktada dergiciliğimizin benzer sorunlardan kurtulduğunu söylememiz yine de kolay değildir. 

Daha geniş kitlelere ulaşma, bağlılarına telkinde bulunma isteği, düşünce ve ideolojik hareketlerin tabiatı gereğidir. Bütün bu teknik zorunlulukları bir yana bırakıp felsefi sayılacak bir açıdan bakarak bütün bu çıkışların okul olmayı ne ölçüde başarıp başaramadıkları tartışılmalıdır. Dergicilik bir okuldur, okul olmalıdır diyoruz. Çıkışında temel bir söylem olarak bu klişe cümleyi tekrarlamayan dergi yok denecek kadar azdır. Okul olma iddiasında olan çoğu dergi taklitçi ve ideolojik tutumları sebebiyle daha yolun başında iddialarını kaybettiler. Çünkü az önce sözünü ettiğim ve onların ardıl türevi dergiler batılı düşünce tarzlarının buradaki kültürel ve ideolojik uzantıları olma gibi bir misyonla yayın politikalarını sürdürdü. Kafa antenlerini bütünüyle Batı’ya çevirerek onların acenteleri gibi faaliyet gösterdiler. Osmanlının siyasal savrulma içinde tam bir çöküntü yaşadığı o hercümerçte teslimiyetçi bir misyonla tek marifetleri özellikle kaba pozitivist, ulusalcı anlayışları Türkçeye aktarmaktan ibaretti. Üstelik çok kötü ve sıradan bir taklitti bu. Gerçek anlamda yerli ve özgün ne bir düşünce ne de değer üretilebildi. Bu zihinsel teslimiyet ve akıl tutulmasıyla içine düştüğümüz aydın sefaleti başka bir bahsin konusu olmakla beraber eleştirim sadece modern değerlerin buraya aktarılmaları sebebiyle değildir. Reel koşullara göre bu değerlerden taraf bile olabilirim. Ancak bir tarz olarak; bu değerlerin, hiçbir ciddi kritik ve uyarlamaya tabi tutulmadan ithal edilip kendi kültür ortamımıza aktarılmasında kişilikli bir çabanın gösterilmeyişi ölümcül bir hataydı. Bu değerler bütün bir insanlığın ortak değerleri sayılabilir. Bir değerin Fransa’da, İngiltere’de üretilmesi bizim ondan yararlanmayacağımız anlamına gelmez. Ama burada hiç bir seçici mekanizma işletilmeli. İşletilmedi çünkü bu yönelim içinde olanlar eşi benzeri görülmemiş akıl tutulması ve aşağılık kompleksiyle kendilerini peşinen değersiz görüyorlardı. Batı’da ne varsa güzel ve doğru, bize ait ne varsa çirkin ve yanlıştı. O değerleri alıp yakalarına rozet gibi takmakla da değer sahibi olacaklarını sandı zavallılar. Birer aracı kurum gibi görülebilecek bu çeviri veya katalog dergiciliğinin ne akıl ne de akım üretmesi mümkündür. Görünüşte savunulan değerler oluştukları kültür ortamlarında, ait oldukları toplumun zihin ve ruh dünyalarında çok önemli karşılıklarıyla vardı kuşkusuz. Tarihsel seyir içinde üretilip sindirilen o değerlerle aralarında bir doku uyuşmazlığı bir çelişki yoktu. Oysa bu büyülü kavramlar bizim bünyemize giydirildiğinde değer olma niteliğini kaybettiler. Hakikatte toplum için değer değildi, bizi değersizleştiriyor, üzerimizde iğreti duruyordu. Dönemin modasına uygun olarak, aracı aktörlük rolü bazılarına kısa ve kolay yoldan sözde aydın vasfı kazandırıyordu belki ama esasta müthiş bir akıl tutulması ve bulanıklığı yaşanmaktaydı. Bu zihin yapısıyla değer edinilemez, bir değer de hak edilemezdi. Değer, bir yerden ithal edilmez. Değer taklit edilerek sahip olunan bir kazanım değildir. Onu illaki sizin üretmeniz ve gerçek bir hak edişle kendinize ait kılmanız gerekir. Sizin üretemediğiniz bir şey sizin için bir değer olma vasfını kaybetmiştir. Sorgusuz sualsiz Batı etkisine açık olmakla elde edileceği sanılanlar, yerli değerlere sırt çevirme oranımızla ölçülür oldu. Sadece örnek olması bakımından; Mehmet Akif, Abdullah Cevdet ve Tevfik Fikret’le çağdaş olan Ahmet Ağaoğlu, pozitivist modern etkilerden en az hasar görmüş sayılabileceklerden biri olmakla birlikte bir eserinde kelimesi kelimesine şöyle söylüyordu: “Her şeyden evvel samimi olmalıyız. Batı medeniyetinin üstünlük ve galebesini kabul ve itiraf ediyor muyuz etmiyor muyuz? Ediyorsak o galebeyi yalnız ilim ve fende ve hatta bazı siyasi ve içtimai teşkilata bağlayamayız. Medeniyetin bütününe, zihniyetine, gönül tarzına, ruhuna, kafasına, dimağına, kalbine bağlamalıyız. Batı hayatı bütünüyle bizim hayatımızın bütününe galebe çalmıştır. Bundan dolayı kurtulmak, yaşamak, varlığımızı devam ettirmek istiyorsak, hayatımızın bütünüyle yalnız elbisemiz ve bazı müesseselerimizle değil; kafamız, kalbimiz, görüş tarzımız zihniyetimiz ile de ona uymalıyız. Bunun dışında kurtuluş yoktur.”(5) Abdullah Cevdet’in ‘damızlık’ düşüncesi bir aydının değil, sıradan bir insanın bile düşeceği en aşağılık rezaletin çürümüş, çirkinleşmiş ruhunu ifade eder. Oysa Mehmet Akif aynı dönemin insanı, bu milletin asil ruhunun ve değerlerinin onurlu temsilcisi olarak; sorumluluğunun bilincinde karanlık göğümüzün kutup yıldızı gibi, çoban yıldızı gibi parıldar. O bakımdan bizim dergilerimizde sanat, estetik ve düşünce adına değer üretmek gibi bir çaba olmadı. Demek oluyor ki bu anlamda ‘akım’ da olmadı. Ama aydınların çoğu büyük siyasi oyununun bir parçası olduklarını bilerek veya bilmeyerek Batı’da var olan akımların öncü birlikleri, acenteleri gibi çalıştılar. Bunlar akım oluşturamadı ama takım oluşturdular. Ferit Edgü bir yazısında aynen şöyle diyordu: “Türk yazınında köklü değişiklik önerisiyle ortaya çıkan, yeni bir yol açan bir akım, bir okul yoktur./… Sanatın her alanında eskiye bir tepki, yeni bir yol arama, bir dil değişikliği ortaya çıkan yenilikler olsa olsa bir olgu ya da olaydır, bir akım değil.” (6) Bu geçiş, bu hercümerç içinde düşünsel konforlarından ödün vermeyen ahbap çavuşların yapacakları en keyifli iş dergi çıkarmaktı. Bugün bile bu vetirenin aşılıp aşılmadığı noktasında endişelerim var.

Elbette illa da akım oluşturmak için değişik şeyler düşünülmez. Kendi samimi dünyamız içinde özümüze yönelirken kendi sesimiz, kendi soluğumuz akım, ekol ya da okul olarak zaten oluşacaktır. Ortaya nasıl bir yol nasıl bir içerik çıkacak onu önceden kestirmek kolay değil ama sonuçta bir başkasına körü körüne öykünmekle elde edeceğimiz hiçlikle kıyaslanmaz ölçüde idrak noktasında olacağımız gerçeğini anlamak için âlim olmak da gerekmez. Üretemediğimiz, içselleştiremediğimiz değerler bizim için aynı iyilikte sonuçlar vermeyebilir, hatta kötü sonuçlar bile doğurabilir. Ben burada bu değerlere karşı ya da taraf olduğuma dair bir kanaat izhar etmiyorum. Meseleyi çok farklı bir zeminde, usulden ele alıyor, farklılığı bu zaviyeden izah etmeye çalışıyorum. Söylemek istediğim; elde ettiğimiz hakikatin niteliğini bile değiştirebilecek yalın gerçek, içine akıl terimi dökmediğim, üzerine ruhumla eğilmediğim, uğrunda yaşamımı zora sokmadığım, bende hiçbir serin, sıcak, acı, tatlı anısı olmayan değer benim olamaz. Modern Türk aydınının yanılgısı da, sefaleti ve giderek despotizmi de buradaydı, bu sebeplerden kaynaklanıyordu. Çünkü üretemediği değerleri özümseyerek kendine mal edemediğinden söylemleri hep slogan seviyesinde kalıyordu. Halkla dil, gönül ve amaç birliği kurulamadı. Adeta farklı iklimlerin insanı olarak üstelik birbirlerini de anlamaya yanaşmaksızın, yalıtılmış dünyalarında hep yabancı kaldılar.

Aynı değerlendirme sadece modern değerler için değil kendi geleneksel değerlerimiz için de geçerlidir. Reflekse dayalı tepki ve reflekse dayalı tutuculuk içinde değilim. Gelenek çoğumuz için modern baskılara karşı emniyetli sığınma alanları oluşturabilmektedir. Bu bağlamda geleneksel birikimlere atıfta bulunarak batılı değerlere karşı kendi kaynaklarımıza dönelim şeklindeki iyi niyetli anlayışlar, diri bir bilinçle yenilenme atılımı içinde olmazlarsa, içerik ve biçim olarak yeterli olmayacaklardır. Bir değer aynı zamanda elde ediliş süreci ve yöntemiyle de önemli olmalıdır. Bir değerin anlam dünyamızdaki karşılığı kazanım süreciyle doğrudan ilişkilidir. Güzel bir içeriği teslimiyetçi bir yöntemle elde ediyorsanız onun da bir kıymeti kalmaz. Çünkü bu durumda o değerin bizi uyandırması beklenen bilinci oluşmaz/olgunlaşmaz. Anlam ve önem bilincimizle çoğalır, bilincimizde çözülür. Bizim batılı değerleri edinirkenki zihinsel işleyişimizin yaşadığı sefalet aynıdır. Niçin? Çünkü o değerlerde nasıl bizim alın terimiz yoktuysa, yaşantımızda bir karşılığı yoktuysa; tersten batılı değerlere karşı yerli değerlere yönelme arzusunun da arkasında benzer zihinsel tökezlemeler, tıkanmalar vardır. Yani geleneksel değerler de yeni bir düşünce ve duyarlıkla anlaşılamamış, yeniden üretilerek canlı algılar halinde hayata katılamamıştır.

Geleneksel değerlerimiz üretildikleri dönem ve toplumda birebir karşılıklarıyla ihtiyaç duyulan değerlerdi. Bu değerlerle muhteşem medeniyetler inşa edildi. Fakat bu değerler aynı şekilde, aynı sıcaklıkta, aynı tazelik ve canlılıkta bizim değerlerimiz midir? Değerin inşası, gelişmesi gibi erimesi, aşınması da mümkündür. Bugün kendi değerimiz diye kabul ettiğimiz birtakım birikimler, aslında yaşanılırlıkları olmayan, günümüzün dinamikleriyle yenilenmeye fevkalade muhtaç, aşınmış unutulmuş değerlerdir. Çokluk onları bizim algılama tarzımız ile zamanlarındaki algı biçimleri arasında köklü sayılacak farklar vardır. O değerler üretilerek ait kılındıkları zamanlarda Müslüman toplumları nasıl güçlü kılıyor idiyseler, trajik bir şekilde bugün bizi gülünç ve sefil de kılıyor olabilirler. Ve bizi muhteşem, onurlu, var kılmaya yetmeyebilirler. Onların hayatımızda tekrar yer almaları için yeniden üretilip hak edilerek hayatımıza katılmaları gerekmektedir.

Yenilenme; her an dinamikleri değişerek çeşitlenen hayata katılırken, var oluş nüvemize güvenle yeniden yapılanma durumunun kaçınılmaz olmasıdır. Yenilenme böyle bir işleyişle gerçekleşir. Biz bunu başaramadığımız takdirde tıpkı batılı değerler gibi tersten yerli değerlerimizin de üretilmiş değerler olmadığını söylemek durumundayız. Araştırmayı, incelemeyi; ciddi hayati gerekliliklerle yaptığımız takdirde kendi değerlerimiz ruhumuzun atıl malzemeleri olmaktan çıkıp değere dönüşebilir. Değilse hayat içinde doğulu veya batılı yerli veya yabancı birtakım birikimlere sırtımızı dayayarak çarpışmaktan, vuruşmaktan öte bir şey yapmış olmayız/ olmadık. Bu vuruşmadan ancak taklitlerin çarpışması ortaya çıkar. Bir şey taklitse şunun ya da bunun taklidi olması fazlaca önemli değildir. İçselleştirilmemiş doğrular içselleştirilmemiş yanlışlara karşı!… En iyi taklit bile zihni melekelerimizin açılmasında etkili olmaz. İşte o bakımdan ben bizde düşünce akımları ve ekolleri konusunda ciddi manada üslûp ve algı problemlerimiz var derken biraz da bunları kastettim. Yani eğer biz değer üretme noktasında hâkim paradigmaların dışına çıkamayacaksak, özgün değerler üretemeyeceğiz, bu sebeple de akım olamayacağız ve dergilerimiz de takım arkadaşlığının hoş sohbetinden öteye gidemeyecektir. Doğal olarak dergideki yazılarımız düşünsel ve estetik açılım sağlamayacak. Sonuçta bu dergilerimizin hayatımıza kattığı veya hayatımızdan çıkardığı fazlaca bir şey de olmayacak. Sözün tam burasında o klasik sayılacak soru yinelenebilir: Bir an için bütün bu dergilerin çıkmadığını varsayalım, entelektüel hayatta ne tür bir boşluk veya kayıp olur? Buna vereceğimiz cevap fazlaca bir şey olmaz şeklinde ise demek ki dergilerimizin hayatımıza kattığı fazla bir şey yoktur. Aynı şekilde bu dergilerin çıkmasıyla düşünce ve ruh dünyamızda ne gibi değişmeler olmaktadır, neler kazanmaktayız? Bu soruya da aynı cevabı vereceksek durum trajikomiktir. Ha var ha yok dergiciliğin içeriği sorgulanmalıdır. Bu aşamadan sonra ‘iyi dergicilik’ doğru düşünüp düşünememe, iyi algılayıp algılamama meselesine dönüşmüş demektir. Eline kalemi alıp yazmakla iş bitmiyor. Önemli olan nitelikli düşünmek, nitelikli yazmak, ihtiyacımız olan şeyi yazmaktır. Değilse kendi sanatsal, estetik zevklerimizi çocuksu bir edayla tatmin etme çabasından öteye gidemeyiz. Dergiciliğimizin okul olması gerektiği noktasında öncelikle bunu düşünüyorum. Bizim ekolümüz var mıdır, yoksa nasıl oluşacaktır? Bu bakımdan bugünden tezi yok uzun bir koşuya hazırlanmamız gerekmektedir. Kendi derinliğimize sarkmamız, kendi değerlerimizi bulup buluşturmamız, eğer bütün bu kültürel motif ve unsurlarımız vasıflarını yitirmişlerse onları yeni bir üretmeyle değere dönüştürmeliyiz. Ama her halükârda insan gerçekliği ve kendi dinamiklerimiz ekseninde hayatı yeni baştan yeni bir heyecan ve bağlanışla yeni bir ruhla kavramamız gerekmektedir.

Mevcut paradigmaya karşı düşünce geliştirme önerisi düz bir mantıkla yeterince anlaşılmayabilir. Paradigma resmi tutum ve ideolojiyle özdeşleştirilen bir kelime olarak kullanılır genellikle. Kolaycı, indirgemeci bir yaklaşımdır bu. Doğal olarak paradigmaya karşı olmak resmi ideolojinin dayattığı düşünce ve bilgi kalıplarının dışına çıkmayı gerektirmektedir. Önceden hazırlanmış modeller toplamı olarak paradigma toplumu ve yaşamı denetim altında tutma amacıyla idoller, doğmalar üretir. Çoğu zaman en küçük eleştirilere bile müsamaha göstermeden başta kültür ve düşünce olmak üzere bütün bir hayatı ilkelerinin kesin sınırları içinde tutmaya, biçimlendirmeye çalışır. İdeolojinin çıkmazı büyük ölçüde buradadır. Kendisini gelişmelere peşinen kapatır. Kavram ve olgulara zihni donukluk ve durgunlukla yaklaşır, daha doğrusu hüküm verir. Bu bakımdan ideoloji; Cemil Meriç’in ifadesiyle idraklere giydirilen deli gömleğidir. İdeolojiler paradigmalara dayanırlar. Bu konuda ayrıca düşünmek daha uygun olacaktır. İlgilileri hiç olmazsa başta Şerif Mardin ve Fikret Başkaya olmak üzere birçok yazarımızın bu alanları içeren çalışmalarından haberdardır. Ancak bir önemli ayrıntıyı paylaşmadan da geçemezdim: Eğer paradigmalar önceden belirlenmiş doğrularla bakma tutumunu getiriyorsa, bu tutuma koşullandırmanın sadece resmi ideolojinin programıyla amaçlanmadığını, farklı fon ve kodlamalarla hayatın çoğu alanında hemen çoğumuzun zihninde bir şekilde var olduğunu düşünüyorum. Acaba ne oranda önceden hazırlanmış modellerle ne oranda kendi özgün bakışımızla hayata bakıyoruz? Hayat ve dünya görüşümüzde, bütün bir yaşam pratiğimizde belirleyici faktör eğer alışkanlıklarımızsa, biz de önceden kodlanmış akılla ve şablonlarımızla yaşıyoruz demektir. İçinde var olduğumuz dünyayı bir düşünelim; fikri, ilmi, sanatsal, siyasal, kültürel ne çok şablonlarımızın olduğunu fark etmek zor olmayacaktır. Çoğu derginin çıkma sebeplerinden biri de belki bu şablonlardır. Eleştirilmez, dokunulmaz saydığımız şablonları tekrar takrar aktarmak gibi bir amaç güdülmektedir bütün bu dergilerde. Bu aşılmaz paradigmaların yerini çoğu durumlarda aşılmaz yazarlar da alabilmektedir. Bakarsınız ki, bazı dergilerin çevrelerinde veya bazı çevrelerin dergilerinde bu aşılmaz yazarlar idol haline getirilmiştir. Onlar öteden beri klasikleşmiş dahası kemikleşmiş birtakım imgeleri, motifleri dönüp dönüp başka kelime ve cümlelerle insanımızın ulvi istifadelerine bahşederler. Bu uğraşlar da aslında bir paradigma faaliyetidir. Paradigmanın dışına çıkmak derken aslında bütün bu hâkim düşünceleri de zorlamak gerektiğine işaret etmek istiyorum. Gel gör ki bu yapılanma içinde köşe başlarını tutmuş kimi kişi, düşünce ve anlayışlar sıra dışı ilan ederek gözden düşürmeye ya da yok saymaya çalıştıkları arayışlar karşısında beklenen tahammül ve olgun anlayışı gösteremeyebiliyorlar. Göstermeleri halinde nefislerine zihinsel konfor sağlayan iktidarlarının sallandığını hissetmeleri bunun kişisel sebebi olabilir. Ama eğer farklı sesler bir şekilde duyulmuyor, bilinmiyor, sayfalarda yer bulmuyorsa bu paradigmanın şuuraltında retoriği engelleme gayreti olarak yorumlanabilir. Bu gayretlerin var olduğu bilinen bir iklimde siz nasıl özgün ve özgür dergicilik yapacaksınız ve orada dergicilik nasıl ekole dönüşecek? Önem verdiğim bir başka husus; bu verimsiz, engelleyici ortamda insan nasıl yetişecek? Kim bilir büyük ölçüde belki de bu yüzden olanca laf kalabalığına, lakırdıya, gürültüye rağmen ruhumuza gönlümüze sirayet edecek fazla da bir ses ve ses sahibi çıkmıyor, çıkamıyor. Bir derginin ekol olması için paylaşmak gerekmektedir. Nezih duyarlıklar arayışının her türlü algıya ve etkiye açık olması gerekmektedir. Oysa ülkemizde yapılan belli kişilerin sultası altında temsil edildiği veya şekillendiği söylenen düşüncenin her bir algı ve kavrayışa etki etmesi, başka algı ve kavrayışların o matrisi, o çerçeveyi kırıp dışarı çıkmamasıdır. İdeolojik anlamda resmi otoritenin yaptığı, sözde sivil alanda bireysel anlayışlara başka düşünsel iktidarların tahakküm etmesine ayrıcalıklı imkânlar verilerek yapılmaktadır. Bir aidiyet veya cemaat bağlılığı gibi güvenlik mekanizması işleterek gönüllü olarak yapıyoruz bunu. Kendimizi küçülterek, küçümseyerek bir büyük gövdeye ait olmanın ilkel rahatlığı ile. Üzerimizde kolaylıkla saltanat kurulmasının sebebi ruhumuzda maraza dönüşen bu rahatlık duygusu sebebiyledir. O yalancı iktidarların yaşamını gerçekte bizim kuruyuşlarımız beslemektedir. Ne ilginç, büyük yeşillikler büyük çoraklıklarla nasıl beslenir? Mesele düşünsel gayret meselesinden çıkıp şahsi tatmin meselesine dönüşüyor. Bu insanların saltanatlarını sürdürebilmeleri için sizin başkaldırmamanız, zihinsel manada zayıf bırakılmanız gerekiyor. Ben Türkiye’de dergiciliğin düşünce problemini, üslûp ve ahlak olarak da aşması gerektiğini düşünüyorum. Eğer bu aşkın düzeye erişemezsek ciddi manada dergicilik yapılamaz. Söylenenler verimsiz bir toprağa serpilen tohum olmaktan öteye gidemeyebilir. Bize ait olan sorumluluk vakti saati gelmiş sözleri söylemektir. Sadece insanın değil zamanın da kalbine konuşma becerisi ve hüneri göstermektir. Birileri bizim matematiğini bilemediğimiz iktidar politiğiyle bu sözleri duymazlıktan gelebilir. İnanıyorum ki kalacak olan kalpten çıkan ve yine kalbe yönelen sözlerin taşıdıkları olacaktır. Soylu, onurlu, özgün, içten düşünebilmek bizim asıl meselemizdir. Eğer biz bu doğrultuda, bu doğrulukta çabamızı sürdürürsek gece açılıp vuracak ışıklarını, vuracak üstümüze. ……………………………………………………………………………………………………….

(1)- Doç. Dr. İlhan Genç, Edebiyat Bilimi/ kuramlar-akımlar-yöntemler, s.161, Şule Yay. İst. 2006
(2)- Jale Parla, “Tanzimat Edebiyatı’nda Siyasi Fikirler”, Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi, s. 223,224, İletişim Yay. İst. 2001
(3)- Prof Dr Ö. Faruk Huyugüzel, “Edebi Sanatlar”, Türkiye Cumhuriyeti’nin Temeli Kültürdür II, s.306, Kültür Bakanlığı Yay. 2002 Ankara; ayrıca bkz. Konur Ertop, “Otuz Yıl Sonra da Yaşamını Sürdüren Yaprak”, s. 3–5, Milliyet Sanat, Ekim 1981
(4)- Mehmet Aycı’nın bu çerçevede son dönem dergiciliğimizle ilgili hatırı sayılır bir çalışması olmuştu. Şimdilik bunu hatırlatmakla yetinelim. (Mehmet Aycı, “3. bin yılda dergi tutanakları” 7.1.2004, www.dergibi.com.) (Ay vakti ile alakalı yanlış değerlendirmeler yapıldığını da beyan edelim. Ay Vakti.)
(5)- Ahmet Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s.13, MEB Basımevi, İst. 1972
(6)- Ferit Edgü, “Sanatta Akımlar ve Takımlar”, Milliyet Sanat, s.31, Aralık 1982

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Küller ve Yangınlar / İsa Karaaslan
Öksüz Çocuklar Galerisi / Üzeyir Süğümlü
Konferansçı / Zeynep Yalçın
Muharrem / Şeref Akbaba
Yoksa Ben de mi Ahfeşleşiyorum / Talip Çukurlu
Tümünü Göster