Zafer “Savaş”ta Mıdır?

Havada ölüm kokusu var. “Biz” perestliğin hastalıklı dünyasında insanların üzeri çiziliyor. Barışın ve insaniyetin en has yerinden konuşsalar da, sırf kendi farklılıklarına vurgu yaptıkları için bu ülkenin çocukları enselerinden vurulup öldürülüyor. Buraların yaslandığı medeniyet perspektifinin öne çıkan “sevgi”sine rağmen, sokaklara sahih olmayan bir şüphe ve kin duygusu pompalanıyor. Farklılıklar ve renklerin ayrı tonları bir garip “savaş”ın sebebi olabiliyor. Merkezde durduğu var sayılan o “bizlik şey” öldürücü darbelerle kendini dayatıyor; çevrede, kıyıda kendi sesi ve rengiyle hayatına koyulanların hayat alanları daraltılıyor veya bir şekilde sınırların dışına itiliyorlar. Merkez anlamak çabası içinde değil; kendinden çok emin bir şekilde “çevre”yi bir tehlike olarak tanımlıyor, onu yok ederek “zafer”e varmayı düşünüyor. Bir şekilde sahip olduğu güç unsurlarını hiç de meşru olmayan yollarla kendi insanları üzerinde kullanıyor. Farklılıkların üzeri çiziliyor; benzemeyenlerin kardeşliği zehirleniyor; kin ve kuşkuya yaslanan bir dil üretiliyor.

Dünya daha farklı bir yer değil; kin ve kuşkudan doğan bu dil evrenselleşmiş durumda. Bu dilin araçları olan kirli politikalar ve silahlar barışı bir fanteziye dönüştürürken, savaşı kaçınılmaz bir sonuç olarak dayatıyorlar. İnsanlar birbirleriyle konuşarak anlaşan varlıklar değil de, savaşarak var olabilen varlıklarmış gibi davranılıyor. Güce yaslananın, “güç”süzün üzerine yürüyebildiği bir dünyadayız şimdi. Hukuk, uygarlık sürecinin inşa ettiği değerler hak getire! Zorbalık ve keyfilik, sular seller gibi insanların, ülkelerin ve topyekûn bir hayatın üzerinden geçip ölümden kuleler dikiyor. İnsanlar ve ülkeler bir “değer”siz zaferin sarhoşluğu içinde. “Ne pahasına olursa olsun, illaki zafer!” diyen bir insan tipiyle ve ülkeler gerçeğiyle karşı karşıyız. İkili ilişkilerde karşıda olanı görmeyen, anlamak istemeyen, sadece kendini dayatan “öldürücü insan”ıyla ve uluslar arası ilişkilerde sadece “çıkar”ını başlığa çıkarıp öylece diğer coğrafyalara giden yok edici ülkeleriyle ölüm kesilmiş bu dil hayatsız ve insansız bir dünya kuruyor.

“Öldürücü insan” ve “yok edici ülkeler” nasıl doğdu? Stefan Zweig Yarının Tarihi kitabında, “biz”e tapınmanın ve “başkası”nı da “kötü”nün remzi bilmenin insanı bir silaha dönüştürdüğünü ve ülkeleri de savaşın bir enstrümanı haline soktuğunu söyler. “Çünkü” der, “insanlar ve ülkeler, ‘biz’i köpüren, ‘başkası’nı da yok edilmesi gereken bir tehlike olarak belleten yanlış bir tarih okumasına maruz kaldılar.” Avrupalı insanın bu hastalıklı tarih okumasına nasıl maruz kaldığını şu cümlelerle anlatır: “Bizler daha dünyaya doğru dürüst bakmayı öğrenmeden önce, gözümüze -her ülkede ayrı renklerde olmak üzere- gözlükler takılıyordu; dünyayı daha en baştan özgür ve insan bir bakış açısından değil, fakat yalnızca ulusal yararların bakış açısından görelim diye. Demek ki bugün Almanya’da milli eğitim denen şey, yani ruhun ve görüşlerin tekdüze kılınması, daha o zamandan başlamıştı; ancak en yüksek düzeyde nesnellik taşıdığı takdirde bir anlamı olabilecek tarih, bizlere yalnızca vatansever vatandaşlar, geleceğin askerleri, iradeden yoksun toplum tekleri olalım diye kaşık kaşık yedirilmişti. Kendi devletimize ve onun kurumlarına boyun eğdiğimiz ölçüde, vatanımızın vatanların en iyisi, bu vatanın askerlerinin dünyanın en iyi askerleri, komutanlarının da dünyanın en usta komutanları olduğu yolunda kesin bir inançla, bütün öteki uluslara ve ırklara tepeden, aynı zamanda da kuşkuyla bakmalıydık. Ulusumuzun tarih boyunca hep haklı olduğuna, yaptıklarıyla ettikleriyle bundan sonra da hep haklı olacağına inanmalıydık. (…) Yalnızca Hannibal, Scipo, Atilla, Napoleon’du önemli olan, yalnızca savaşmış olanlar bize kahraman diye tanıtılmıştı. Böylece daha başlangıçta, her söyleneni almaya hazır beyinlerimiz, dünyamızda en önemli şeyin savaş, bir insanın, bir ulusun en önemli ediminin de zafer olduğu düşüncesiyle sürekli yıkanmıştı. Bugünün kuşağına dünyamızda yalnızca başarının önem taşıdığı, vatanın yararına olduğu takdirde, savaş dâhil her türlü kaba güç uygulamasının yalnızca caiz değil, aynı zamanda istenmeye değer olduğu düşüncesi genç yaşlarda benimsetilmeye çalışıldı. Bunun sonuçlarını şimdi gördük. Bütün düşünceler, günümüzde dünyayı yıkmakta olan öfkeye, nefrete ve huzursuzluğa kaynaklık etti.”

Böylesine “biz”e kilitlenmiş ve ne pahasına olursa olsun “başarı”ya hapsolmuş bir tarih okumasından vazgeçmek gerekiyor. “Biz” kimsek, ne kadar “iyi” ve “güzel” şey varsa hepsinin sahibi değiliz ve dünya da sadece “biz”e ait değildir. Hem hayat hem dünya, farklılıkların birlikteliği ve ilişkisiyle hayatiyetini devam ettirebilir. Bir tek rengin otoriterleşip diğerlerini yok etmeye koyulması hayata yönelmiş büyük bir tehlikedir. “Diğerleri”nin ölümüyle gelen bir “zafer” topyekûn ölüm demektir. Nurettin Topçu Var Olmak kitabında başka bir zafere işaret ediyor; “gönül”den beslenen bir medeniyetin göz hizasında tuttuğu bir zaferi hedef gösteriyor. Evet, yazılası bir zaferdir bu:

“Kılıç şakırtılarına tempo tutarak birçok insanı mateme gömen zaferlerden tarih bugünümüze bir neşeli sadâ mı bıraktı sanki? Ramses, Sardanapal ve Daryüs zafer kahramanı idiler. İskender de muzafferdi öyle mi? Sezar’la Napolyon da zaferlere kanmış serdarlardı. Ne kaldı onların zaferlerinden? Toprak, kendisine atılan bir tohumdan bir tutam başak çıkarıyor. Bunlar insanlığın kalbine hangi tohumu attılar acaba? Gayz ve kin tohumlarını, düşmanlık ve intikam duygularını. Su fidana hayat verir. Hain bir çene onu sömürür. Hangisi muzafferdir dersiniz? Kesici diş ve koparıcı pençe olmak gerçek zafere ulaştırmıyor. Toprağa süzülen, varlığın derinlerine nüfuz ederek su olmasını bilen zafere ulaşacaktır. Zaferin yolu gönüllerdir, sonsuzluğa götürücü gönüller. Bir gönül, binlerce kılıcın fethedemeyeceği bir millet kalbini fetheder. Asıl zafer onundur. Sokrat zindanda, Hallaç darağacında muzaffer oldular. Onların şehadeti, gönüllerde ebedi meyve verecek olan ağacı yeşertti. Mevlana ve Akif kıyamete kadar gönüllerde gaza yaparak zaferden zafere koşacak birer kılıcı bize bıraktılar. Ruhlarımıza varlıkta ebedi kalmak, gerçekte ölmemek sırlarını üfleyen nefesler, onların son nefesi idi. (…) Hakiki zafer bir tarafın kazanmasıyla öbür tarafın felakete uğratıldığı zafer değildir. Gerçek zafer içinde taraflar birlikte muzafferdir. Hüsrana uğratılan, ancak garazlar ve kinlerle intikam emelleridir. (…) Biz ölmeyen, öldürmeyen, bir zerrede bile kin doğurmayan gerçek ve ebedi zaferler istiyoruz. Varsın cüceler zafer taklarından geçsin ve sağır gönüller esir sürüleri alkış tufanına boğsun. Harp meydanlarında kılıçlar şakırdasın ve insanlar kirli derilerinin altında saklanan hastalıklı şehvetlerini bir de böyle gidersinler. Sen aşkın tahtına oturarak, daracık hücrenin içinde bile olsa, muzaffer olanlara gıpta et. Ruhların dünyası zafer neşveleriyle dolarken fani bedenlerde ne arıyorsun? Gerçek zafer eseri olan bedenler bile, bize ruh dünyasından selam ve müjde getirenlerdir. Mesnevi ile Süleymaniye birer zafer abidesidir.”

Evet, “zafer”i başka yerde aramak gerekiyor. Ölümde, “biz”den olmayana ölüm hazırlamakta “başarı” aramanın aslında yaşanabilecek bir dünyayı yok etmek olduğunu anlamak gerekiyor. Bitki örtüsünden, enva-i çeşit hayvandan yoksun kalmış bir dağ görüntüsüyle yalnız başına kalmış bir “biz” arasında ne fark vardır? İnsan “başkası”na giderek, “başkası”nda kendi farkını görerek mutlu olabilen sosyal bir varlık değil midir? Tekrar Stefan Zweig’e dönelim. Bize yeni bir tarih okuması için ipuçlarını veriyor:

“Tarih, yalnızca savaşların tarihi diye anlatıldığında, nedir ortaya çıkan? Olağanüstü karamsar ve cesaret kırıcı bir görünüm. Çünkü savaşlardan ve zaferlerden oluşma bu tarihin sonuç olarak gösterdiği nedir? Mutlak bir anlamsızlık, sıkıcı bir yineleme, o kadar. Ordular orduları, generaller generalleri, uluslar ulusları yenmekte, kaleler ele geçirilmekte ya da geçirilmemekte, ülkeler fetihlerle büyümekte, sonra yine küçülmektedir. (…) Zaferin bir insanın, bir ulusun ulaşabileceği en büyük başarı olduğu, bu başarıya hangi araçlarla erişildiğinin önem taşımadığı sürekli olarak kulaklarımıza haykırıldı, yüreklerimize kazındı. Ayrıca on bin, yüz bin ya da bir milyon insan olsun, bu zafer için ödenecek bedel de önemli değildi. (…) Yarının tarihi, en ileri ölçüde nesnel olmak zorundadır. İstediğimiz yeni tarih, dünün yalnızca ulusal tarih ve savaşların tarihi niteliğinde olan tarihinden farklı olarak, kültürel açıdan varılmış doruklardan görünen manzara açısından ve bundan sonraki yükselişler de göz önünde tutularak yazılmalıdır. (…) Bizim için önem taşıması gereken şey, tek tek ulusları ötekilerin zararına olmak üzere ileri götürenler değil, fakat yalnızca ortak harekete, ilerlemeye, insanlığın uygarlığına hizmeti dokunanlardır. Başka deyişle, yarının tarihi tüm insanlığın tarihi olmalı, bu tarih açısından tek tek çekişmeler toplumun esenliği karşısında önemsiz kalmalıdır. Yarının bizim istediğimiz doğrultudaki tarihi, artık tek tek ulusların yüceleştirilmesine değil, fakat bütün insanlığın kardeşliğine hizmet etmelidir. Yarının tarihinin örnek kişileri artık İskenderler, Napolyonlar, Atillalar olmayacaktır; yarının tarihi yalnızca düşünceye hizmet edenleri, ona yeni biçimler ve anlatımlar kazandıranları, bilgilerimizi arttırıp, gökyüzüyle yeryüzünün sırlarını açmış olanları kendi kahramanları olarak selamlayacaktır. Bizim asıl görevimiz, acımasız kahramanlık yerine daha yüce saydığımız ötekini, yoksul, ünsüz ve yalnızlık tarafından kemirilerek, büyük bir özveriyle laboratuvarlarına kapanmış o büyük bilim adamlarının kahramanlığını, ömürleri boyunca hiç savaş yapmamış, bütün güçlerini sorumluluk, hoşgörü ve insancılık doğrultusunda etkin olabilmek için harcamış devlet adamlarının, hükümdarların, başkanların kahramanlığını anlatmak değil midir? (…) Yarının tarihi, kahramanlığı savaş alanlarında değil, fakat tek bir insanın ruhunda gösterecektir; yumruğun ve onun bir uzantısı olan tabancayla topun kahramanlığı değil, düşüncenin kahramanlığı olacaktır. Bir insanın kendisi ve yalnızca ulusu için değil, herkes için ne yaptığını temel alan bir ölçüt, yarının tarihinin ölçütü olacaktır.”

Hiç şüphesiz yarının tarihi ‘şimdi’de yaşanıyor. Bugün gök kubbe altında ne hayata taşınıyorsa, kim neyi hayatın kalıbına döküyorsa yarın bunlar tarih diye okunacak, okunmalıdır. Yine savaşlar olmaktadır; kirli, çok kirli savaşlar… Yığınlarca ölüm… Değerlerimiz, insani duyarlılıklarımız savaşlara kurban gitmektedir. Yakın veya uzak yerlerde yüzlerce insanın ölümü, yan odadaki masadan düşüp kırılan bir bardak gibi algılanmakta, o kadar insanın katli nesneleşmektedir. Bu da yazılmalı, yazılacaktır da! Ama bir de, insandan kalkan insana giden, insanın yaşadığı her yeri gidilecek yer, her insan kalbini kendine vatan bilen, her durumda ‘gönül’e işaret olarak beliren insanlar var. Uzak, çok uzak topraklarda; sarı, beyaz, siyah renkli çocukların başlarını okşayan, kalp ve zihinlere hayatı yaşanılır kılan sözler bırakan, baştan ayağa insan kesilmiş insanların tarihi niçin yazılmasın ve bunlar yarının çocuklarının göz bebeklerinde neden kahraman olarak büyümesin?

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Zafer “Savaş”ta Mıdır? / Nihat Dağlı
Yunus Emre’nin Yirmibirinci Asra Mesajı; Sev... / Şadi Aydın
Yolculuk Nereye… / Fâtımâ Zehrâ Merinos
Yola Çıkan Hikâye / Nergihan Yeşilyurt
Yitene / Ömer Meşe
Tümünü Göster