Şehirler…
Uç uca, iç içe, karanlığın tarifi şehirler…
Kuşatılmış ve kuşatan…
Sonu başı belli, içinde ne var ne yok belirsiz… Şehirler…
Kazanılmış, kaybedilmiş…
Yollarına nice cesetler serili…
Yürünen, sevilen, nefret edilen…
Daha çok sevilen, daha çok nefret edilen şehirler…
Kimisi görmüş geçirmiş, kimisi yeni yetme -insanları gibi-
Her şehrin bir hikâyesi; her hikâyenin bir yazıcısı varken bu şehir de, hikâyesi de kaybolmuş.
Bu şehrin kayıp hikâyesi, anlatanın diline pelesenk olmuş bir karanlık.
Sükût etmiş çehrelerin arkasında aslı…
Siz hiç karanlığa dokundunuz mu? Ellerim karanlığı kirletmezden evvel, bütün hikâyelerin sonunun çalıntı olduğunu bilmezden evvel, avuçlayıvermiştim karanlığı… Şimdiyse şehrin YOKLUK kapısından girdim; her hikâye gibi kanına bulandığı yeri işaret edercesine şehir de kalbini işaret ediyordu. Hikâyem de benimle yola çıkıyordu. Neresi yol, neresi değil bilinmezken yollarına vuruyordum kendimi sahifelerde yalnız adları kalmış tüm diğer yazıcılar gibi.Bu hiç yazılmamış hikâye…
Yokluğun…
Varlığın…
Yolların…
Yazıcıların…
Yazılamayan ve yazılamayacakların hikâyesi idi.
Şehri kurtlar sarmıştı. Sis korkumun dehlizinde yol alırken, ana kucaklarındaki kuzulara ne olacak düşünemiyordum bile. Şehir sarılmıştı. Ve yağması düşüşünden çabuk olurken, elimde ne kalıyordu geriye bilmiyordum.
Ve şehri alıp giderken gönlümde, geride bir yokluk kalıveriyordu, görüyordum. Ardına dönüp bakmayacaksın eğer yola çıkmakta kararlıysan diyordu cevap olurlar diye umut ettiğim dimağlar. Hüznüm, hüsranım hepsi benimle birlikte… Öyleyse geriye kalan nedir şehre?Yaralarımı tutuşturup ısınıyordum acımasızlığın ayazında. Gönlümdeki yığınlar bir nebze azalır umudundaydım. Olmuyordu. Yandıkça artıyordu, yığınlar… Yandıkça altında kalıyordu yaralar, sızılar…
Yürüyordum… Yürüyordum…
Yolları değil kendimi geçemiyordum. Eğer yokluğu bilmezseniz nasıl varırsınız kem gözlerin göremediği o kör noktaya? O kapıdan girmezseniz nasıl açılır kırkının da kilidi diğerinde onca kapı? Nasıl çözülür bu düğüm? Ruh nasıl özgür kalır?
Düşündüm. Sandım. Kapı vardı veyahut yoktu. Düşündüm ya dışarıda kalacaktım, ya içinde yanacaktım. Buldum. Sandım. Yokluğa açılsa da bir kapıydı; bir kilit, bir tokmak ve üzerinde sırtımdan bulaşmış keder cilalıydı. Tokmak dönmek ister, şehir suskun… Tokmağı döndüren kilidin dili yok. Lal kilidin elimden oyulmuş anahtarında söz bitti bitecek. Açmaz sandığım bütün lisanları açmışken bu ellerim, yokluğun kapısında mı bırakacaklardı beni?
Açılan ve önüme serilen tüm karanlıkların bir anahtarı yoktu. Ve en çok yokluk bu şehirde bir şeylere isim oluyordu.
Açtım. Sandım. Kapıydı veyahut değildi. Girdim suretimin manamla yüzleşeceği kapıdan.
Şehir en sevdiği ninnilerin koynunda uyurken daha; ben, en az manamdaki kadar olan ben, girdim bu şehre yokluk kapısından… Ve hikâye daha hiç başlamamışken…