“Vefatının 71. yılı dolayısıyla…”
Mehmet Akif, aramızdan ayrılalı 71 yıl oldu ama hayatında olduğu gibi vefatından sonra da hiçbir zaman gündemden düşmedi. Sanat anlayışı, fikrî ve siyasî tutumu hep tartışma konusu oldu. Bu durum şüphesiz onun “nev-i şahsına münhasır” bir şahsiyet oluşuyla yakından ilgilidir. O, genel kabullere itibar etmeden inandığı ve doğru bildiği şeyleri söylemiş ve savunmuş, körü körüne bir topluğun destekçisi yahut muarızı olmamış bir isimdir. Bundan dolayı hayatında başlayan tartışmalar, bugün de devam etmektedir.
Mehmet Akif, pek çok yönüyle bu tartışmaların öznesi durumundadır. Millet anlayışı, edebî tutumu, siyasî olaylar karşısında aldığı tavır, Mısır’a gidişi, 2. Abdülhamit’e bakışı ve daha pek çok konu lehte ve aleyhte değişik görüşlerin ele aldığı meseleler durumundadır. Ama ilginçtir Akif’in en çok tartışılan yönlerinden birisi din anlayışıdır.
Akif’in dost düşman herkes tarafından müslümanlığı, dindarlığı bilinip kabul edildiği için bu durum ilk bakışta garip gelebilir ama aslında bu tartışmanın haklı sebepleri de yok değildir. Zira Akif, din konusunda zamanın genel anlayışından çok farklı bir yerde idi.
Mehmet Akif’in din anlayışı meselesi üzerinde düşünürken devrindeki dine bakışın tezahürlerini bilmekte fayda vardır. O devirde kimi aydınlar, geri kalmışlığımızın sebebini dinde görerek onu terk etmekten yanaydılar. Halk da ise geleneklere, bidatlere boğulmuş, insanlara fert ve topluluk olarak hiçbir dinamizm kazandırmayan bir dindarlık anlayışı vardı. Kimileri ise, İslâm’ın esaslarında değişiklikten ve onu bu şekilde çağa uydurmaktan yanaydılar. Medrese ise din konusunda nakille yetiniyor, yeni fikirler üretemiyordu. Böylece din ve din kurumları hayata müdahil olamıyordu.
Akif, bu anlayışların hepsinin karşısındaydı. O, diğer konularda olduğu gibi bu konuda da kendine özgü bir anlayışı seslendiriyordu:
Eğer çiğnenmemek isterlerse seylab-ı eyyama
Rücu etsinler artık müslümanlar sadr-ı islâma
“Sadr-ı islâma dönmek” yani İslamiyet’i temel ve asli kıymetleriyle yeniden ortaya koymak, başka bir ifadeyle kaynağa dönmek, oradan ilham alarak bugüne seslenmek, hakikatin üzerindeki külleri üflemek yani dine bulaştırılmış bidat ve hurafeleri temizlemek… Üstelik bunları reform, değiştirme gibi hareketlere ihtiyaç duymadan yapmak… Akif, bu niyet ve çabasıyla diğerlerine benzemeyen bir tezi gündeme getirmekteydi. Dolayısıyla bu görüş, din konusunda tavır sergileyen hiç kimsenin ve topluluğun fikriyle örtüşmüyordu. Bu tenkide bir de Akif’in medreseleri ve devrin din âlimi geçinenlerin tenkidi, yedi yüz yıl önce yazılmış eserlerin bugünün ihtiyacına cevap veremeyeceği şeklindeki görüşleri eklenince onu “reformist”likle, hatta “zındıklık”la suçlayanlar bile oldu. Mesela Cemil Sena onu “ İslamiyet’le asrın icaplarını uzlaştırmak, yani düşünce ve inançlarımızda bir reform yapmak” isteyen birisi olarak gösterirken, tezini doğrulatmak için onun Cemaleddin Efgani ve Muhammed Abduh’a yönelik ilgisini örnek gösteriyordu. Bu yüzden Cemil Sena ve onun gibi düşünenler “Mehmet Akif, modern İslâmcılar arasında yer alırken bütün gücünü Kuran’dan, fikirlerini ise Cemaleddin Afgani ile Muhammed Abduh’tan almıştır.” “Akif’in siluetini çizebilmek için, Efganlı Cemaleddin’le Mısırlı Abduh’un portrelerini bir an bile gözden ayıramayız… Benim anlayışıma göre şair Akif Bey taşıdığı zihniyetle ve beslediği fikirlerle bu gidişe mensuptu.” gibi tespitlerle onu bütünüyle Efgani ve Abduh’un Türkiye temsilcisi saydılar.
Acaba durum gerçekten böyle miydi? Elbette değildi. Zira Akif, İslâm konusundaki fikirleriyle yeni bir şey söylemiyordu. Çünkü İslâm, Sezai Karakoç’un da belirttiği gibi “kitlenin öz düşüncesi”ydi. Türkçülük ve Batıcılık gibi menşei batı olan bir fikir değildi. Bütün mesele ortaya yanlış bir İslâm anlayışının çıkması ve aydınların dinden kopmalarıydı.
Akif, işte tam bu noktada İslâm’ı aslî şekliyle yeniden gündeme getirmeye çalıştı. Ona göre “Müslüman namı altındaki cemaatin çoğu İslâm’ın aslından ve dosdoğru şeklinden alabildiğine gafil”di. Çünkü hakikatin aslı hurafelerle örtülmüştü. Bu yüzden tek çare “Kur’an İslamı”na yani “asıl kaynağa” dönmekti.
Doğrudan doğruya Kuran’dan alıp ilhamı
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslamı
Mehmet Akif’in diğer İslâm ülkelerindeki İslâmî fikir önderlerine ilgisi ise onların çalışmalarından da yararlanmak ve onlara ilgisiz kalmamak şeklinde anlaşılması gereken bir durumdur. Dolayısıyla onların tesiri altında kalışı mübalağalı bir görüştür. Akif’in yapmak istediği şey, olsa olsa benzer sorunları yaşayan diğer İslâm ülkelerindeki fikrî oluşumlarla bir münasebet kurmak, onların tecrübelerinden yararlanmak şeklinde bir anlayış olarak görülmelidir.
Fakat Mehmet Akif, bu konuda pek çok kişi tarafından doğru anlaşılamadı ve “reformcu” olarak gösterilmek istendi. Bu tür tenkitler hiç bitmedi. Yakın zamanlarda bile onun az önce aktardığımız “Doğrudan doğruya Kuran’dan alıp ilhamı-Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı” şeklindeki ifadeleri yüzünden benzer suçlamalara hedef olduğunu hatta “Vahhabilik”le bile suçlandığını bilmekteyiz. Akif’i böyle değerlendiren isimlerden birisi de ilginçtir yine aynı tefekkürün, aynı hassasiyetlerin bir başka ismi olan Necip Fazıl’dır. Necip Fazıl, onu bu mısralarından yola çıkarak, Ahmed Davudoğlu’nun Dini Tamir Davasındaki Din Tahripçileri kitabına yazdığı önsözde kendini” reformculara kaptıranlar” dan saymıştır.
Davudoğlu ise böyle düşünen isimlerin başında gelmektedir. Adı geçen kitabında Efgani, Abduh gibi isimlere tamamen karşı olduğunu belirten yazar, 22’yle sınırlandırdığı Reformcular listesinin 17. Sırasını Mehmet Akif’e ayırır. “Reformcuların bu çılgın cereyanına maalesef en büyük şairimiz Mehmet Akif Bey’in de adı karışmıştır.” cümlesiyle başlayan yazısında Akif’in Necip Fazılca da tenkit edilen mısralarından yola çıkar. Davudoğlu’nun yazısında Akif’le ilgili yorumlar şu şekilde devam eder:” Mehmet Akif Bey de sair reformcular gibi ilhamı doğrudan doğruya Kuran’dan almak istiyor.” Gerçi kimi yönleriyle Akif’i Abduh ve Efgani’den ayırma ihtiyacı duyarak onu bu hataya düşüren şeyin “ bu kişilerin niyetlerini anlamama, taşıdıkları din kisvesine aldanma ve reform meselesini tetkik etmeme”sine bağlar ama bu görüş çok temelsiz kalır. Zira Akif’in eserlerini tercüme ettiği, çalışmalarını yakından izlediği bu kişilerin niyetlerini anlamaması ve reform meselesini tetkik etmemesi düşünülemez.
Peki, Akif böyle biri, yani reformist miydi? Bu sorunun cevabını bizzat kendisi vermektedir. Şu satırlar onundur. “Son zamanlarda Müslümanlığı ya büsbütün ortadan kaldırmak yahut ötesini beri addederek şeiratte bir teceddüt husule getirmek isteyenler türedi… Her iki grupta dinden gafildir. Şeriatın hüviyet-i hakikisine dair azıcık malumat edinmiş olsalardı dine yenilik sokmak şöyle dursun, onun en eski en sahih şekline rücu etmek gerektiğini anlarlardı.”
Bizce Akif’in bütün çabası, yaşadığı zamanı yani modern çağı anlamak ve ona göre bir duruş sergilemek çabasıydı. Çünkü geçmiş, gerideydi. Önemli olan bugün ve gelecekti:
Geçti mâzi denen o devr-i melâl
Haydi fethet, senindir istikbal
Demesi bu yüzden olsa gerektir. Durum böyle olunca onun tavrını İhsan Eliaçık’ın da belirttiği gibi “İslâm’ı modern çağa beğendirmek için eğip bükmek değil modern çağı anlamak ve ona onun diliyle cevap vermek” şeklinde anlamak gerekir. Çünkü bugün de durum aşağı yukarı aynıdır: “Çağı bilenler dini bilmemekte, dini bilenler de çağı bilmemektedir.”
Akif’in Safahat ve diğer eserleri dikkatle okunduğunda “Kur’an İslâm’ı derken söylemeye çalıştığı özetle şu idi:
1-Önceki zamanlara ait tefsir ve diğer dini eserlerin bugüne doğrudan doğruya naklinin bir yararı yoktur.
2-Kuran’ı bilmek ve anlamak faydasız bir iş gibi görülmemeye başlanmıştır. Yani insanlar Kuran’dan uzaklaşmışlardır.
3-Kuran’dan uzaklaşıldığı için onun hayata, dünyaya, ilme, kültüre yönelik hükümleri göz ardı edilmiştir. Dolayısıyla Kur’an ahiret kitabı, din de ahiret dini olarak anlaşılmaya başlanmıştır.
4-İbadetlerin sosyal boyutları unutulmuştur.
5-Ortalığı iyi Arapça bilen ama dinin asliyetinden habersiz cahil üç beş uydurma hadis ve hurafeyle vaaz eden hocalar kaplamıştır. Görenek, taklit, kendi akıl ve vicdanını iptalle din hurufat mecmuasına dönmüştür. Kitabı kâinata ilgisiz kalınmıştır. Din cehle kurban edilmiştir.
Ne yazık ki bu samimi, üstelik Müslümanlar için çok gerekli olan bu çaba, gelenekçilerle modernistlerin yükselen sesleri arasında yeterince duyulmamış hatta mahkûm edilmiştir. Ama Akif, bugün de bu söyledikleriyle bize bu meselelerde yine doğru anlayışın ve duruşun şeklini göstermeye devam etmektedir. Bu bakımdan bu ülkede yaşayan herkesin din karşısındaki tutumu ne olursa olsun bu Akif’in bu tavrını ve duruşunu bilip anlamaları çok önemlidir.
KAYNAKÇA:
Cemil Sena, Mehmet Akif, Hayatı, Eserleri ve İdealleri, İstanbul, 1947
Ahmet Davudoğlu, Din Tahripçileri, İstanbul, 1978
İhsan Eliaçık, Mehmet Akif üzerine söylenmeyenler, Ülke Dergisi, sayı 41 Aralık 1999
İsmail Hakkı Şengüler, Mehmet Akif Külliyatı, İstanbul, 1992