Suya Düş Kalışlar IV

Tenim bir ev kadar misafirperver duruyordu

Kabilin öldürebileceği kardeşine

ve kırılan dişe…

senden sonra var olmak;  durmaktı,

insana ait olmayan, yoran garip bir his

resimde durmak için ressamların hayalinde var olmak gibi; parmak kadar bir cana

muhtaç kalış

yaşamı bir kuytuda demlemek; ya da rol gereği de olsa var olamamaktı

oysa ne çok isterdim yanı başında durmayı ve her taşı bağrıma çalarak köreltecek küçücük bir ihtimal olmayı

Seninle her şeylerin öpülesi bir duruşu vardı. Yanakların sağ yanlara virajlanmış gamzeler, kaburgalarında gölgeyle kurcalandıkça yağmur düşer, su yürürdü. Süslerin her türlüsünün mevcut olduğu örtüde bir zambak, acı çekmeden bir kayanın dibinde büyür; bir kızın ellerine gizlice değer, kendini bir insan gibi kurgulayıp ilahi cümlelerle dışına düşerdi. Hâlâ Mecnun’a Leyla’nın görünmediği, her şeylerin ilk olmak için beklediği olsa da zaman, kumdan bir kalede yaşanmazdı aşklar. Makasların kestiği ölçülü elbiseler giyilmeden de güzel durulurdu yeşilin vurguları arasında. Çünkü can aynada duran şekle öyle tanımsız ve biçimsiz oturtulmuş değildi. Büyümezdi çocukların yüzü. Çoğalmanın şehveti değildi kalabalıklar.

Korku yoktu ilkin. Her korku senden sonra insanın içene düşmeyi, her sır senden sonra yüreklere dehşetini saçmak için kendini topraktan sökmeyi umarak bekleşiyordu. İnsanın gölgeleri, rehin kalan yanlarından kendini ayartan hisleri yürüyebilmek için çanlar çalarak mubah şekilde eşeleniyor…

Fakat bir an daha nabzı atmayan ve rahme düşmeyen beni, masalsı vakarlık hırpaladıkça bir hikâye sahibinden çalınıyor ve acemice yeniden kurgulanmak üzere didiklenip şeytani hâllerle ısmarlanıyordu. Kıskançlığın işlediği bedende, kılıcını doğrulttuğunda yaslar tutacak gönül yorgunluğu yok oluyordu. Ten sıcaklığını kaybediyordu. Soğukluk, işlenecek günahtan sıyrılarak içlerimizi buza kesti. Dokunsalar bin parçaya ayrılırdı ısırdığımız dudaklarımız Berika. Daha eskimeyen yerlerinden iki büklüm oluverirdi nehirlerin sırtı.

Taş, binlerce özür dileyerek parmaklarına düştü. Küçük dokunuşlarla uçacak kelebek otu olmayı ne çok istediyse o kadar sertleşti. Olduğu yerin göründüğüne benzemeye çalıştıkça, zemini ayrıştıran farklılık olarak ıslak ıslak gözlerin içine parladı. Çaresizce bağrını dağladı, her an hatırlanmak korkusu ile kendini teslim etti. Oysa bin parçaya dağılıp ebabil kuşlarının ağızlarına düşmeliydi. Bir ayetten önce kursaklardan çıkarak bir fil ordusunu yıkabilirdi. Şimdi biliyorum ey taş, sen istemediğin hâlde bir suça olmanı… Neden mızraklara karşı senden duvarlar örüldüğünü, gecenin ve gündüzün seni neden öğüttüğünü… Biliyorum sevgiliden ayrılanın neden bağrına taş bastığını… Biliyorum taştan yürekleri olanların bilmediğini.

Her hisli duygu Kabil’de iğdiş edilmiş; önce alnından öpmek sonra başından uçurmak yari, bir nefretle bakmaktı çadır kapısından, merdivenin son basamağını atlayıp geçmek ve bir dilencinin söküğünden girip tenine dokunarak kasvete sürükleyen kısırlıktı canı işgal edecek ruhu. Daha ölüm sırası gelmemiş kör bir eldi, güç yetirilmez şekilde teslim alıyordu seni. Yüzlere iz bırakarak annelere gamla işliyordu şüphe. Bakışların durulanacağı gülüşlerin sığdırılacağı tenha yerler utancından kaçıştılar, dağların yüksek yerleri incelerek kırılası hafiflikle eğildi. En değerli olana uslanmaz bir yetenekle yoksullaşmış o: “Kendi adına yaşamak yarın şık bir şekilde ölmektir.” diyerek yenilgi öncesi şaraba uzanmış gibi kendini yücelttiğini sanıyordu ve erkekliğini bir taş darbesiyle damıtıyordu, insansı bir hâl almış şirk kusan şeytanın önünde. Habil’in her sözü işgal sırasındaki iktidar boşluğundaymış gibi şeytanca gıdıklanarak yutuluyordu. Bizse mekânlarda her parçamız bir derde dökük sayıklıyorduk, kuşta ve sana inen taşta. Her darbe sırtımıza düşen akrep, etlerimizi ezerek elmacık kemiklerimizden döken topuz oluveriyordu. Bırakılan izlerde bakışlarımız boğuluyordu, birlikte ölüyorduk Berika.

Kardeşine yalnızca biyolojik bir bağ kalıyordu Kabil. Aslına iade ederek bıraktı Habil’i, ayakları kurduğuna inandığı ahengi bozmasın diye hoşça kal demeden toprağa uygun modaya büründürerek kuşkularla gömdü. Canı yandı, yandıkça koştu, sığınacak kör noktalar aradı. Ot ağaçları durdu yollarına, incir ağaçları yapraklarını sancılarla yırttı. Kunduz yuvaları sarsılarak güneşe dönük yerlerinden yarıldı. Yağmur dillere acımtırak tatlar düşürdü. Her mana dilden sökülerek anlamı zor mecazlara büründü. Kabil durdukça yoruldu, yoruldukça kaybolup gideceği yerleri ölçtü. Gidilmesi imkânsız uzaklıklar, onu ulu orta bıraktı. Her şey kendini ona günah sayıp üç boyutlu hâllerinden sıyrıldı, bağışlanması zor bir günahın ibareti olarak, hiçten bir neden koydu.

Berika:

Söz gibi ağza düşer, söylentilerle sınanmaktan korkarsın da çilemde beni yalnız koyarsın diye Berika… Anlatmadım hiç kimseye hiçbir şeyi. Kimse bilmedi sırlarımızı, hepsini tanık bırakmadan öldürdüm say. Anlatmadım, yağmur tanelerine hedef olmanın hoşumuza gittiğini… Her gülüşünde karşında utandıran şeyler duruverdiğimi de… En çok da bir kinin taşa dönüşerek sivrildiğine, teni yarıp kanatmasına duyduğumuz öfkemizi sustum Berika; sustum Rabbime isyan edenin yonttuğu taşı. Taşın katmanlarından ayrılırken bağışladığı çığlığın bizi olduğumuz yere sabitleyişini… Söyledikçe: Ellerim yumruk olmasın… Her işgalden sonra alnıma tutsak şekiller düşmesin… Kelimelerin dile güç harcatan hâllerini daha sık kullanarak kendimi tüketirim… Nereme dokunulsa benim değilmiş gibi irkilirim, kuş tüylerine sarmalısın heyecanımı ki bedenimi kendime küstürmeyesin diye söylemedim Berika. Sustum… Dilim konuşamıyor, benim yerime sen söyle Berika… Sen söyle anlatamadıklarımı, yüzümü ressamların yorumlamasına neden kızdığımı… Sen söyle bakınca neden utanıp gülümseten şeyler duruverdiğimi…

Artık ya avuçlarını bana ver ya da beni al git. Şehirler uykudayken tehlikelerimi zehirle. Ateşe dayanamasam da beni yak. Küllerimi bir meltem sırasında nasıl savruksam yüzüne tasvir edilmiş kusursuz duruşla, ayak basılmamış yerlere öylece savur. Bir insan boyunca toparlayıp Habil’i giyindir bana Berika.

Rabbim ömrümü tüm zamana yaysan dayanmaya gücüm kalır mı;                           

Ya birden bire bitiverirse sana oynadığım bu oyun.                                         

Sahnelerin beni nefessiz gömerse kaç adet tohumu besleyip yeşertir sırtım

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Yirmi Beş Issız Gece-5 / Mazlum Civan
Yarı / Cihat Duman
Yarenlik / Zeynep Dilyare
Veda Vakti / Meral Afacan
Suya Düş Kalışlar IV / Celal Türk
Tümünü Göster