Ay Vakti‘nden aldığım son mesajda, Şubat sayısında mekân kavramını konu edinecekleri yazıyordu. “Eğer”, diyordu Şeref Akbaba; “Sizin için mekân bir anlam ifade ediyorsa, o anlamı lütfen yazın.”Bu dönem bir yandan ders yükümün çokluğu öte yandan yeni bir şehre taşınmanın ve yeni bir mekâna tutunmanın yorgunluğu yazıları ertelememe sebep olmuştu. Eskisine oranla daha çok okuma fırsatım oluyor, fakat yazamıyordum. Ama söz konusu mekân olunca, zihnimde bir biri ardı sıra yazı başlıkları sökün ediyordu. Her şeyden önce bir mekâna tutunamadığım aklıma geldi; hayatım boyunca hep oradan oraya koşuşturup durdum, bir yerde sabit kadem kalamadım. Göçmen kuşlar gibi oradan oraya kanat çırptım. “Ben Türkmenim”, diyordum dostlarıma, “Çadırım sırtımda, sıcak denizlere doğru göçerim!” Sıcak denizler Akdeniz’di. Orada da kalmadım. Şimdi Marmara Denizi’ne yakınım; burada ne kadar kalırım, bilemiyorum. Bu göçmen ruhumla bütünleşen hayatımı yazayım, dedim; bir mekâna tutunamayan sürgünün öyküsünü. Olmadı. Bu günlerde Türk edebiyatında “İlahi” konusuyla meşgulüm. Hacı Bayram-ı Velî’nin bir ilahisi var, bilirsiniz; “Çalabım bir şar yaratmış iki cihân arasında” mısra’ı ile başlar. Bu ilahiyi her okuduğumda, bakışlarım dışarıdaki mekândan iç evrenimdeki mekana yükselir. Şair, insan şehrini tasvir ederek bizi farklı bir kozmik bilince çıkarır. Mekân insanla anlam kazanır. Bu yüzden “Şerefü’l-mekân bi’l mekîn” denilmiştir. Şerefli insanın imar ettiği, kaldığı, konakladığı mekân şerefli oluyor. Şu halde mekâna anlam veren insanın imarından söz etmekteydi Hacı Bayram. Buradan yola çıkarak mekân ve insan konusunu ele alayım, dedim; olmadı. Yıllardır dağlara tepelere tırmanırım. Bunu söylerken bir dağcı olmadığımın / olamadığımın bilincindeyim. Küçük çaplı tırmanışlar bizimkisi. Oysa ne kadar da çok isterdim zirvelere tırmanmayı. Tez yorulan hantal bir ademim ben. Zirveler, erenlerin mekânıdır. Manastırlar hep o zirvelerde, ya da yamaçlarda inşa edilmiştir. Horasan erenlerinin türbeleri ve makamları da hep yüksek yerlerdedir. Peygamberler, veliler, azizler ve filozoflar şehri yukarıdan seyrederler. Bu konuda daha önce “Yukarı Tekkeden Şehre Bakmak” başlıklı bir yazı kaleme almıştım. Bu yazıda Sivas’ı yukarıdan seyreden Abdulvahhâb-ı Gâzi’nin türbesinden yola çıkarak şehri seyretmeye çalışmıştım. Ama aradan yıllar geçti. O yazıyı kaleme aldığımda henüz Mihayil Nuayme’nin Mirdad’ını okumamış, Ağrı, Süphan, Kızıldağ, Davraz, Toroslar ve Uludağ ile aşinalık kesbetmemiş; kendi arabamla Van’dan çıkıp Edirne’ye kadar gelmemiştim. Şu halde zirveleri, yamaçları yeniden yazmalıydım. En azından eskilerin Keşiş Dağı dedikleri Uludağ’dan yola çıkarak bir şeyler yazayım, dedim; olmadı. Son yıllarda her Mayıs ayında Yunus Emre’yi anma toplantıları düzenleniyor. Bu toplantılara konuşma yapmak üzere davet ediliyorum. Gittiğim pek çok şehirde Yunus Emre’nin makamı var. Anadolu’da sadece Yunus’un değil, halkın gönül dünyasını tezyin eden pek çok velînin benzeri makamları var. Velîler uğrağı olan Anadolu makamlar diyarı. Erzurum, Harput, Kastamonu, Konya, Diyarbekir, Urfa, Eski Ankara, Kütahya, Manisa, Sivas ve Amasya gibi kadim şehirlerimizden hangisini gezerseniz gezin, adım başı bir türbeyle karşılaşırsınız. Bilhassa Bursa, türbeler şehridir. Şehirlere anlam kazandıran bu ulvî yapılar, bende dünya hayatının geçiciliği fikrini takviye etmekle kalmaz, zamana meydan okuyan bir varoluş gerçeği ile tükenmeyen sevginin kaynağını da düşündürür. Ölümü yeni bir hayat olarak gören bu kültür; genç nesillerin ellerine, akıp giden zaman ırmağında, tutunacakları bir dal uzatıyor. Bu dal onların mekânı ve zamanı anlamlandırmalarına imkân veriyor. Buradan yola çıkarak Tanpınar’ın Bursa’da Zaman‘ını da yol haritası edinip türbeler ve makamları yazayım, dedim; olmadı. Bu yazının kaleme alındığı günlerde hacılar tavaf yaptılar, vakfe durdular, içlerindeki şeytanı taşladılar, kurbanlarını kestiler ve ihramlarını çıkardılar. Hac, sadece malî bir ibadet değildir; Müslüman kitleye bir mekân bilinci ve bir kozmik şuur da aşılar. Evrenin merkezi olan Kâbe’nin etrafında yapılan her tavaf, mekândan mekânsızlığa doğru bir yükseliştir. Safa ve Merve, Arafat, Müzdelife, Mina ve nihayet Mikat yeri… Hac her bir kavramıyla mekâna vurgu yapıyor. Bu mekânların çağrıştırdığı anlam dünyasını, yahut en azından Makâm-ı İbrâhîm’i konu edinen bir yazı kaleme alabilirdim; olmadı. Daha nice konular, nice başlıklar geldi hatırıma; ama yazamadım. Tarihten yola çıksam, öyküsü yazılmamış onca mekân vardı; beni dünle buluşturup yarına taşıyan. Dinden yola çıksam, onca kutsal mekân vardı; varlık ve mânâ dünyamı süsleyen. Mitolojiden yola çıksam, yine onca mitsel mekân vardı; imge dünyamı zenginleştiren. Velhâsılıkelâm onca mekânla anlam kazanıyordum, kendim oluyordum. Mekân bendim. “Ben”i yazmalıydım. Olmadı. Söz “Ben”e gelince kalktım bir kahve yaptım kendime; yazmasam da çok şey düşünmüş ve yorulmuştum, içimi yazamamanın hüznü kaplamıştı. Düşünmenin arkasından gelen yorgunluk tarifsiz bir haz kaynağıdır. Ama şu hüzün yok mu? Şimdi bir şarkı dinlemenin zamanıydı. Kahvemi daha yudumlamadan kalkıp radyoyu açmak istedim. Lakin olmadı. Hayır kalkamadım değil, kalktım; radyoya doğru teveccüh etmişken gözüm İlhan Geçer’in Hüzzam Beste (Ankara, 1986)’sine takıldı. Bilerek ve isteyerek radyo açma arzumu erteleyip Hüzzam Beste‘nin dizelerine bıraktım yorgun zihnimi. Samatya’da bir eski ev Kömürlü trenlerin isiyle kara Borulu gramofonu bıkmış yorulmuş Hafız Burhan’dan gazeller çala çala İhan Geçer beni o kendi düşlerimde hapsolduğum odamdan aldı Samatya’da küçük bir eve götürdü. Bu ev Samatya istasyonuna yakındı. Eski bir gramofon vardı, hiç sahip olamadığım borulu gramofon. Bu şirin ve eski evde bir yandan kahvemi yudumlarken, öte yandan Hâfız Burhan’dan gazeller dinlemekteydim. Oysa ben ne Samatya’yı bilirdim, ne de pencerelerindeki patiska perdeleriyle geçmişin özlemiyle sararmış evi. Lâkin küçücük bahçesinde sallanıp duran kara dutlardan tatmış gibiydim. Üstelik eskimiş lodosların şarkısıyla ürperen ahşap evin bir köşede unutulmuş, çıkrığı paslanmış ve suyu çekilmiş kuyusundan inatla su çıkarmaya çalışmaktayım. Hüzzam Beste’yi daha evvel birkaç defa okumuştum. Mekân kavramına odaklanmış zihin koridorlarımın her bir köşesinde, sadece Samatya’da bir eski evde kalmadım; bir yandan albümdeki resimler yeni mekânlara doğru koşmamı sağladı, öte yandan Melankoli’de küstüğüm şehrin silueti altında “Güvendiğim dağlar” yalnızlığıma ayna tuttu. Kâh gördüğüm bir postacıya seslenip; “sıla burcu kokan pulları” sordum, kah Geçip Giden Trenlere binip yapayalnız Erdek’e ve Gemlik’e gittim. Kubbeler Şehri’nde akşam üstü gezintiye çıktım; Eski Gözlerle Beylerbeyi’nden değişen İstanbul’u seyrettim. İlhan Geçer’in her bir şiirinde yeni bir mekân ufkuyla içimdeki şarkıyı dinlerken durağım Küçük İstasyonlar oldu. Çok zaman ölümü düşündürür İnsana küçük istasyonların hali Garip yolcuları titrer öksürür Telgraf tellerinde kuşlar misali Her bir mekân, ölüm gerçeği karşısında birer küçük istasyon değil midir? Son birkaç hafta içerisinde peşi sıra ebedî huzurhanelerine çekilen üç güzel insan geldi yadıma; Ali Yardım, Ebûzer Subaşı ve H. İbrahim Şener!… Ali Yardım ve H. İbrahim Şener ilim ve kültür dünyamızın birer yıldızlarıydı, büyük boşluklar bırakıp çekildiler. Ebûzer, sevgili yeğenim, kök salmaya istidatlı taze bir fidandı; bizi mahzun bırakıp gitti. Ruhunuz şâd olsun, kabriniz pür-nûr! Zaman ve mekân kaydından âzâde bu üç güzel ruhla Fatiha gölgeliğinde buluşup kendi küçük istasyonuma doğru yoluma devam ettim. |
Bu Sayının Diğer Yazıları
Çizgi-15 / Behice Kolçak ŞarkTarihi Mekân Edinmek / İsmail Bingöl
Unutulmak / Özcan Ünlü
Mekânsız Konuştum Hep / Taner Taştekin
Nişantaşı’nda Bir Gül Fidanı / Nurullah Genç
Tümünü Göster
Gün Aşırı
- İlk Adım
25 Nis 2018
Allah’ın adıyla Şairin anlamlı beytiyle giriş yapmak istiyoruz: “Erişir menzili Devamını Oku…
Cuma Akşamı
- Bana Sevdamı Geri Ver
25 Nis 2018
Kim, neyi kaybettiyse onu arıyor. Kıymet arz eden ve kendi Devamını Oku…