“Kokusu gitmediğimiz şehirlerin önceden bir baş dönmesiyle kabarıyor hafızamızda sonra ayrılıklar düşüne dalıyoruz: bize ait olan ne kadar uzakta!”
İsmet Özel / Bir Yusuf Masalı’ndan
İnsanoğlu, yerleşik kültür kavramını keşfetmeden ya da bu kavramın anlatmak istediği detayın farkına varmadan önce, saf ve gösterişsiz bir hâlde tabiatın koynunda yaşıyordu. Fakat bir yandan da; korunmasız olduğu veya tam korunamadığı için, vahşi tabiatın ona verdiği zararlardan kurtulmak, kendini sağlama almak istiyordu. Eşyaya ve olaylara bakışı geliştikçe, hayatın yansıttıkları konusundaki düşünceleri derinleştikçe; bilgisi ve kültürü de arttı, evler yapmaya başladı. İlk yaptığı evler, onu çevre şartlarından koruyabilecek vasatta idiler. Bunların bir araya gelmesiyle zaman içerisinde şehirler oluştu. Böylece insan, giderek şehirleşti ve şehirler de medeniyetin beşiği hâline geldi. Çünkü; mekân üzerine, mekânın önemi ve mekânın kutsallığı üzerine düşünmeye, mekân konusunu irdelemeye başlamıştı insanoğlu… Böylelikle; başta korunma aracı olarak gördüğü şehri, yani içinde yaşadığı mekânı düzenli hale getirmeye, süslemeye, bezemeye, güzelleştirmeye başladı. Estetik bir çehre kazandırmaya çalıştı eserlerine… Yaşadığı yere anlam kazandırmak ve yaşadığı yeri “Şehir” kılmak için… Bu arada; ilmin, sanatın ve kültürün de mekânı hâline geliyor ve Sokrat’ın da dediği gibi; “Felsefe“nin, yani düşünmenin ve düşüncenin yurdu olmaya başlıyordu şehirler… Tarihî boyutu ve günümüzdeki durumu göz önüne getirildiğinde, giderek anlamı etrafında bir tarif oluşmaya başlayan bu yerleşim yerleri için deniyordu ki: “Şehir, insanın, hayatını düzenlemek üzere meydana getirdiği en önemli, en büyük fizikî ürünü ve insan hayatını yönelten, çerçeveleyen yapıdır. (…) Şehir; toplumsal hayata, insanlar arasındaki ilişkilere biçim veren, sosyal mesafelerin en aza indiği, bu ilişkilerin en büyük yoğunluk kazandığı yerdir. (…) Şehir; ahlakın, sanatın, felsefe ve dinî düşüncenin geliştirdiği ortam olarak, insanın bu dünyadaki vazifesini, en üst düzeyde varlığının anlamını tamamladığı ortamdır. Bu idrak, şehir biçiminin oluşmasını da sağlar ve insanın en üst gelişme düzeyine ulaşmasının temelidir. (Turgut Cansever, Pazar yazıları, 15 Mart 1998, Zaman gazetesi Kültür ve Sanat sayfası) Kimi şehirler, yukarıda söylendiği gibi kendilerine yüklenen önemlerini tarih boyunca ara sıra kaybetseler bile; çoğu zaman önemli olmasını ve önemlerini korumasını bilmişler; kimileriyse, harabe hâlini aldıktan sonra zamanla toprağa gömülmüşlerdir. Bugün elimizde kalan coğrafyadaki şehirlerin geçmişine göz attığımızda; belli dönemleri bir kenara bırakırsak, hâlâ şehir olma vasfını koruyan, belli bir seviyede de olsa, kimliğini ayakta tutan kültürel kodlara; geçirdiği savaşlara, depremlere ve acılara karşın sahip olmasını bilen şehirler vardır. Bu direnci gösteremeyen şehirler ise, “Fotokopi şehirler” olmaktan ileri geçemediler. Hâlbuki; şehirler “…eğer kimliklerini kaybetmeden yaşamak istiyorlarsa; mimarîsi, peyzajı, musikî ve raksı ile estetik heyecanları yeniden yakalamak zorundadır”lar. (M.Çetin Baydar, Geçidi Bekleyen Şehir, Ank. Akçağ Yayınları 1997, s. 275.) Düzenden, estetikten, temizlikten yoksun bir hale dönüşen, sanayisi olmadığı için para kazanma umudunu öğrencilerle, memurlara bağlayan, ekonomik anlamda gereken atılımı yapamadığı için, “Üslubunu” ve “Rengini” giderek yitiren ve hayatı kendi başına yaşayan şehirlerin, kültürel kimliği ellerinin arasından kayıp gitmektedir. Ve bu gün, yukarıda saydığımız sebeplerden ötürü, birçok şehrin, orada yaşayan ve durumun farkında olan kişiler için, orijinal bir mekân olma özelliğini kaybettiği bir gerçektir. Şehir, mekân olarak addettiğimiz alanların en büyüğüdür ve üslubun, rengin bir şehir için ne ifade ettiğini; Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bir dostuyla sohbet eder tarzda yazdığı bir yazısından alarak anlatmaya çalışalım. İşte kendisinin ve dostunun şehre dair söyledikleri: “Biz şehir mefhumunu kaybettik. İçimizde fukaralığın nizamı kuruldu. Bilir misin ki, parasızlık tek başına mühim bir mesele değildir! Fakat fakrın nizamı bir yere yerleşip de hayatı idare etmeye başladı mı, işin ötesi yoktur. Biz çoktan beri şehir fikrini kaybettik. Bu nizamın emrinde yaşıyoruz. Yahut da ondan kaçıyoruz. (…) Abidelerimiz bir başka gurbette, biz başka gurbette. Şehrin yarısı boş. Öbür yarısı gecekonduların, küçük imalathanelerin emrinde. Biraz imkânı olanlar da, her gün, ya budayacak bir koru buluyorlar, yahut ta istedikleri kırda çadır kurar gibi mahalle ve semt kuruyorlar. (…) Biz şehir fikrini kaybettik. Eski şehirlerimiz, haraptı, fakir ve biçareydi. Fakat kendine göre bir hayatı ve üslubu vardı. Her meslek bir ocaktı. Her mal satıcısı, hususi bir makamla malını satardı. Şehir; bir terbiyenin ve zevkin etrafında teşekkül eden müşterek bir hayattır. Mimarî bu hayatın asıl büyük üslubunu yapar. Vakıa, dün olduğu gibi, artık orkestra şefi vazifesini görmez ama, yine de varlığını hissettirir. Ona doğru yürüdükçe hayat o memlekete mahsus bir renk kazanır. Bak dostum, Valery’nin bir cümlesi vardır ki, bütün hayatta bir düstur olabilir. Bu büyük şair, her sabah düşüncelerini yazdığı defterlerden birinde, genç bir meslektaşına soruyor: Her şeyden evvel banasöyleyin, mukavenetiniz nedir? Nelere karşı koyuyorsunuz?… Bence ileriye hamle kadar, ki hayatın bütün yaratıcı sırrı oradadır, bu mukavemetin de bir yeri vardır. Çünkü, hakikatin muzaffer olması gereğini ancak onun sayesinde buluruz. Gittikçe artan teklifleri, o mukavemet sıralar ve seçer. Biz bu mukavemet fikrini kaybettik. Çünkü mukavemet demek, yeniye karşı sırtını çevirip oturmak demek değildir. Mukavemet her an uyanık olmak demektir. Ön siperdeki nöbetçi bölüğü gibi. Bizim mukavemetimiz yok. Demin fukaralığı itham ettim. Servete karşı da yok. Ne eskiye, ne yeniye hiçbir şeye mukavemet (dayanmak) edemiyoruz. (…) Bilir misin ki, biz şehrin sahibi değiliz. Sadece içinde oturuyoruz. Devletin ya da belediyenin misafiri gibi. Ve başından beri bu böyle. Hakikat bu ki, yapıcı olarak şehrin hayatına iştirak edemiyoruz.” (Varlık Dergisi 60. Yıl Seçkisi (1933- 1983) 1st, 1993, Varlık Yayınları s.162-163-164-Tanpınar’ın İstanbul Radyosu için hazırladığı bu konuşma, beklenmedik ölümü üzerine yayınlanamamıştır.) Ülkemizde, “Şehir kimliği üzerine düşünce okumalarının”, tatmin edici olmasa da, az da olsa arttığı son yıllarda, bir şehre rengini ve üslubunu veren mekânlar hakkında yazılıp çizilmektedir. Evler, camiler, hanlar, hamamlar, medreseler bunların en önemlilerindendir ve bu yapılar; sahip çıkılmadığı için yıkılıp tarihe karıştıklarında, onlarla birlikte artık geri getirilmesi mümkün olmayan bir medeniyetin de yok olacağının farkına varmanın vakti gelmedi mi hâlâ? Hele de bir zamanlar, geleneksel hayat tarzının yaşandığı o “Eski evler” yok mu? Bir yeri imar ederken, buna ait kültürü ve düşünceyi elde edememiş olmamızdan ve dolayısıyla, bu işi belli bir plan dahilinde gerçekleştirmediğimiz için, geleceğe bırakmamız lazım gelenlere dikkat etmediğimizden olacak; bugün onlardan pek azı elimizde kaldı ki, bunlara da gerekli ihtimamı, ilgiyi gösterdiğimiz söylenemez. Onun içindir ki, belki koca bir tarihi, eski evlerle birlikte yokettik. Hâlbuki bu millet o evlerde yaşadı ve sohbet etti. Kurtuluşuna sebep olan düşünceler o evlerde dile getirildi. O mekânları öyle hesapsız ve kitapsız bir hızla yıkarken ya da yıkılmalarına göz yumarken, işin bu yönünü, yani onlarla birlikte şehirlerimizin kimliklerinden ve bizzat kendimizden nelerin kopup gittiğini de düşünmeliydik. Bunun arkasından, şehrin dışında oluşturulan yeni yerleşim merkezlerinde ise, şehir kimliğine hizmet edecek bir mimarî tarz ortaya konamadı. Sokakları ve evleri hiç bir estetik kaygı taşımadan inşa edilen bu “Kent”lerde, her şey birbirinin aynı olarak vücuda getirildi. Farklılığın zenginliği oluşturulamadı bu yeni yerleşim merkezlerinde… Fakat, en azından, şehir içinde sökülen ve kooperatifçilerin insafına terkedilen, şehrin asıl hüviyetini teşkil eden alanlarda, hassasiyet gösterilip, mimarî açıdan daha estetik binalar yapılması sağlanamaz mıydı? Sadece barınmamızı sağlayan beton ve demir yığınları yerine, maziyle az da olsa irtibatımızı temin eden, daha “Ev gibi evler “, içinde “Huzurun at koşturduğu mekânlar” yapılamaz mıydı? Ki sonrasında; yaşanan yerin, tarihi oldukça eskilere uzanan bir şehir olduğunu ispatlama çabasına gerek kalmasın. Hiç olmazsa; “Efendilerini ve onların oturduğu evleri kaybeden” şehirler; çeşmelerini, camilerini, kümbetlerini, medreselerini de yer yüzünden silerse, bir gün gelip, buraların bizim mülkümüz olduğunu nasıl ispatlayacağız, sorusuna cevap aramayalım. Her halde, hiç bir yabancının, tarihî kimliği kendi evlatları tarafından yok edilmiş bir şehri merak edeceğini düşünemeyiz. Zira, bazılarının kafası almasa da, “Şehrin tarihine binalar tanıklık eder. ‘Tarihî şehir’ denilen yer de, tarihi yaşayan binalarına saygı gösteren şehirdir ve bu bilinç bizde Avrupa şehirlerini gördükten sonra uyanmıştır. -Acaba?- Venedik, Amsterdam, Berlin, Prag ya da Dubrovnik’in şehir dokusunda yaşayan, soluk alıp veren tarih gözümüzü açmıştır.”- İnşallah. Peki o halde soralım; yıllardır yaşadığınız şehri ne kadar tanıyorsunuz? Caddelerine, sokaklarına, meydanlarına ne derece aşinasınız? Belki de, pek çoğunuza, birçok yeri hâlâ yabancı gelmekte… Ömrünüzde bir kere bile olsun, ayağınızı basmadığınız yerleri var. Halbuki; yaşadığı şehri tanımamak, yaşadığı evi ya da mahalleyi tanımamak gibidir. Hangi köşesinde ne var? Hangi köşesi tarihin hangi döneminin malı?… Doğrusu bu bir alışkanlık olsa gerek ki, çoğumuz, ömrümüzü geçirdiğimiz yerin ayrıntılarını pek de merak etmeyiz. Ona bir bütün olarak bakarız. Herhalde, orada yaşadığımızdan, nasıl olsa bir gün, bilmediğimiz köşelerine de yolumuz düşecektir umudunu saklı tutarız içimizde… Bu sebeple, doğup büyüdüğümüz, ekmeğini, aşını yediğimiz yerin sağını solunu görmeye bir türlü vakit ayırmayız. Binlerce kilometre ötedeki bir yer hakkında bilgi sahibiyizdir de, az uzağımızdaki bir yeri hatırlamakta ve tarif etmekte zorlanırız. Büyük ihtimalle, ancak kabataslak bir cevap verebiliriz böyle bir soruya. Bunu da geçelim… Şehrin içine serpiştirilmiş, günbegün harabezar olan tarihî eserler var. Bunlardan kaç tanesini doğru dürüst gezmişizdir. Oysa; “Şehirlerin hafızası yeniden okunmak için bizi bekliyor.” Şimdi kentler revaçta… Doğukent, Batıkent, şu kent, bu kent gibi… Ne var ki, “Kent”te, “Şehir”in sıcaklığını bulmak mümkün değil… Şehrin çağrıştırdığı o evlerdeki tatlı ruh cereyanına, stresten arınmış mekânlara has atmosfere, kentin binalarında rastlamak çok zor. Ne hazindir ki; “Muhabbetle leba-leb dolu” o evler, o şehirlerle birlikte göçüp gittiler. Kent sözcüğü A. Turan Alkan’a da pek çekici gelmiyor. İşte bunu temel tutarak söyledikleri: “Siz de farkında mısınız, kent lafının tarihsizliği ve müzikaliteden mahrum oluşu, bana, mazisi otuz kırk seneyi geçmeyen nevhuzur yerleşim yerlerini hatırlatıyor. Kent! Tarihsiz, sevimsiz, çok ultramodernist bir kelime! Şehir biraz da tarihtir!” (Ahmet Turan Alkan, Altıncı Şehir, İstanbul, Ötüken Yayınları 1992, s.73) Şehirlerimiz “Eskiden bir şehirdi, giderek kentleşiyor” Şehirlere hususiyet bahşeden mekânlar vardır. Şehir kendi isminden çok, bu nev’i yerlerin ona kattığı değerlerin dışarda yankı bulmasıyla tanınır. Ve şurası gözardı edilemeyecek bir noktadır ki, insanlar gördükleri tahsilden ziyade, bu mekânların hamurlarına eklediği bakış açılarıyla, düşünce ufuklarıyla hayata nazar ederler. Bir anlamda, elde edilen kültüre önemli bir ilavede bulunduklarını söyleyebiliriz bu manadaki yerlerin… Mimarîsi yok edilen, esasta ise, çağın olumsuzluklarına karşı direnmesini sağlayacak üslubunu ve, o kendine has insan unsurunu yitiren şehirlerimiz, bugün sadece ikâmet etmemize yarayan birer alan haline geldiler. Çünkü, şehre anlam kazandıran, “İnsan, mekân ve geleneksel değerler” üçlüsü, tarihteki öneminden çok şey kaybetmiştir. Bu üçlünün ortasında her zaman olduğu gibi insan vardır. Zira, diğerlerini şekillendiren ve estetik ölçülerde belli bir kalıba oturtan, üçlünün birbiriyle bağdaşmasını, bütünleşmesini sağlayan insandır. Geçtiği yerleri güllerle bezemesini bilen de odur, viraneye, harabeye çeviren de… Dedelerimiz bunu bilip, böyle inandıkları içindir ki, çalıştıkları mekânları olduğu gibi, evlerini de, benimsedikleri değerler manzumesini ölçü alarak yapmış olmanın huzuru içindeydiler. Zamanlarını, bizim gibi, sunî birtakım bezemeler ve hiç bir orijinalitesi olmayan ev dekorasyonu uğrunda harcamamışlardı. Biliyorlardı ki, insan elinin maharet ve inceliğinden pay almamış bu tür süslemelerle doldurulan ve “Huzuru besleyen” öğelerden soyundurularak göğe doğru yükseltilen evler, insan ruhuyla uyuşmaktan uzaktır. Şimdilerde, sanat değeri taşıyan ne bir kapı tokmağımız var, ne de, el emeği göz nuru bir dolabımız… Ve de bakınca, insanı hayran bırakan tavan süslemelerimiz… Hepsi ama hepsi makine mamulü, hazır imalat… Ne var ki; “Tarihî kentler ve binalar, yeni kentsel gelişmenin giderek standartlaştığı, şahsiyetsizleştiği çağda bunlar, bir kentin öbür kentten farklı oluşumuyla hemen ayırt edilir. Eski binaları olmayan bir kentte, yeterince şahsiyette yoktur. Şahsiyet yoksunluğu yeni oluşan kentlerin dertlerinden biridir. (…) Bugün psikologlar bireylere ve gruplara, sosyal ve ekonomik gelişmelerin sağladığı fizikî-konfor, güven ve ucuz ürün karşılığında şahsiyetlerini korumanın ne denli önemli olduğunu vurgulayarak belirtiyorlar. Bunların, kişilik yitirme pahasına olmaması gerektiğini savunuyorlar. Çünkü her ülkede bir kenti bir başkasından ayırt eden tek şey; çevresi, dizaynı ve tarihidir. Bunlar dışındaki özelliklerin çoğu ortak özelliklerdir. (…) Her kuşakta, kişilik ifade eden bir geçmiş, öteki geçmişlerle arasında bir iletişim çizgisi taşır; yaşayan kuşak, ölmüş kuşak, ileride doğacak kuşak arasında iletişim vardır; bu geçmiş deneyimlere alıntı sağlar. İnsanın nasıl uygar bir çevre yarattığını anlatır; bu o kişi için tarihî bir keyif deposu ve sonsuz bir keyif kaynağıdır. Kabul edilmesi, tadili, dışlanması, yeniden yorumlanması veya yeniden keşfi gereken bir kültürdür. “Geçmişi olmayan bir ülkede kısır bir kıtanın boşluğu vardır; eski binalardan yoksun bir kentse, anılardan yoksun bir adam gibidir.”(Gogito Dergisi, Kent Kültürü Sayısı, Ankara, Yaz Sayısı, Sayı 8, Yapı ve Kredi Yayınları 1996, Graeme Shaukland, “Tarihî Değeri Olan Kentlere Neden El Atmalıyız?” s.24-25) Şehirlerimizin anılarına sahip çıktığımız iddia edilemez. Tıpkı onları yapan ustaların ve o ustalara onları yaptıranların hatıralarına sahip çıkmadığımız gibi… Eskilerin, bugüne ve ötelere ait düşünceyi temel alarak kurdukları, köşesine bucağına dünyevî ve uhrevî hayattan kokuların sindiği bu evlerin, dikkatten kaçırılarak tek tek yok edilmesi, bu söylediğimizin delili sayılabilir. Yıkılıp giden balkonsuz evler, bir devri, gelenekleriyle, görenekleriyle, kendine has mimarisiyle birlikte, bu evlerde oturup, güzelliğin sözünü etmenin yanında, onu bizzat nefislerinde uygulayanları da alıp götürdü. Tavanları işlemeli odalar, yüklükler, konudan komşudan çekinilmeden rahatça koşup oynanılan sofalar, bin bir çeşit nakışlı kilimlerle, halılarla kaplı sekiler bomboş ve boynu bükük kaldılar. Çünkü, içinde oturanlar terk-i diyar etmiş, arkadan gelenler ise, Sezai Karakoç’un sözünü ettiği balkonlu evlere “Konuk” olmuşlardı. Artık “Misafir” de yoktu bu evlerde, gelen giden, sohbet eden de… Hepsini, yüzlerini bir daha görmemek üzre katlamış bir kenara koymuştuk. Oysa, önünden geçtiğiniz, bahçesinde oynadığınız, nefesiniz kesilene kadar odalarında koştuğunuz, en kuytu köşelerine, en tatlı hatıralarınızı gizlediğiniz bir evin yerinde yeller estiğini görseniz ne düşünürsünüz? Hem zaten, evler de insanlar gibidir. Dostları tarafından terkedildiklerinde, yalnızlıklarıyla ölürler. Yaşadığı yere önem vermeyip, mekân kavramını sıradanlaştıran ve şehirleri toplum düşmanlarının en çok yetiştikleri yer haline dönüştürenlere gücü yetmeyenler; ancak sözle direnme imkânına sahiptirler. Akif İnan’ın “Şehir Gazeli”nde olduğu gibi: (…) Ey deprem gel yetiş bu şehirlerin Doğayı çarptıran konumlarına (…) Babamın gölgesi koruyor beni Oh ne güzel şehir bu eski şehir Dönüştür ey kalbim bahçeli eve Anlamı ezen o makinaları Bugün; yolcuları tarafından aranan şehirlerin sayısı her geçen gün artmaktadır. Bu şehirler; en yakın zamanda işinin ehli kişiler tarafından ciddi şekilde el atılacağı günü beklemekte, üslubuna ve rengine yeniden kavuşacağı günün hayaliyle avunmaktadırlar. |