Âh Minel Hüsn-ü Aşk

“Belki hâlâ o besteler çalınır, gemiler geçmeyen bir ummanda.”

Yahya Kemal

Sezai Karakoç: “Alev dumanı ve kan içinde/ Bir şafak yapısı belirsin önde/ Şeyh Galib’in divanı gibi” dizeleriyle Galib’i ateşte yanan, dumanlar içinde kalmış dizeler içinde bulur çünkü büyük usta da Hüsn-ü Aşk’ta Beni muhabbet kabilesinden bahsederken: “Giydikleri âftab-ı temmûz/ İçdikleri şu’le-i cihân-suz” beyti ile başlar ve Galib’in ırmağı bile ateş olarak gördüğü, semenderle aynı aşk dilini konuştuğunu: “Gül âteş gülbün âteş gülşen âteş cûybâr âteş” dizesinden anlıyoruz. Galib, Mevlana’nın nefesinden kopan ateş soluklarla nağmelenen ney ile ruhu esrimiştir. Şiirini ateşin, korun harcı ile inşa etmiştir.

18. yy Divan Şiiri’nin en büyük şairi, Şeyh Galib ve dönemin en önemli başyapıtı: Hüsn-ü Aşk’tır. Bir Mevlevi şeyhinin oğlu olarak İstanbul’da doğmuştur. O doğmadan önce Yenikapı Mevlevihânesi Şeyhi Kûçek Mehmed Dede bir gün bir sohbet esnasında Galib’in babası Mustafa Reşid Efendi’ye yakında bir oğlunun dünyaya geleceğini müjdeler: “Adını Mehmed Es’ad koyun hatırını hoş tutun” şeklinde tavsiyede bulunduğu rivayet edilir. Hoca Neş’et Galib’e Es’ad mahlasını veriyor: “Mahlas ona Es’ad ne saadet ne şandur” Şair, bir süre bu mahlası kullandıktan sonra bırakır ve Galib mahlasını alır. Şiirdeki ustalığı ve Tanrı vergisi “karizması” onu her zaman ayrıcalıklı bir yere oturtur. Hüsn-ü Aşk’ın şairi dönemin en fazla ilgi toplayan ismidir. Padişah III. Selim sık sık Galata Mevlevihânesi’ne gider ve Pamuk Şeyh diye hitap ettiği Galib’ten şiirler dinler. Hatta padişah bazen başını Pamuk Şeyh’in dizlerine koyar ve bir vecd hâli yaşar. Padişahın Galib’in divanını yazımı, cildi ve tezhibi için üç yüz altın harcadığı rivayetler arasındadır. Galib’in padişahın kız kardeşi Beyhan Sultan’a gönül verdiğini ve: “Gizlesem de âşikar etsem de cânımsın benim” gazelini Beyhan Sultan’a yazdığı iddia edilir. Vefatına ilişkin üç rivayet vardır. Şeyhi Yusuf Dede’nin huzurunda ondan izin almadan Mesnevi kürsüsüne çıkarak III. Selim’e Mesnevi okumaya niyetlenir; fakat Yusuf Dede’nin derin nazarları altında hiçbir şey söylemeden iner ve birkaç gün içinde hastalanıp ölür. Diğer rivayet ise Ali Nutkıy Dede’nin huzurunda şeyhim, biraz rahat edelim deyip başından sikkesini çıkarır. Bu lâubalililiği yüzünden şeyhinin gönlü kırılır ve bu da onun ölümüne sebep olur. Son rivayet ise atıyla Mevlevihâne’ye girerken şeyhinin ihtarına uymayıp da kapıya kadar atından inmez ve erenlerin manevi sillesini yiyip hastalanır birkaç gün içinde de ölür. Gölpınarlı, rivayetlerin çeşitliliğinin, uydurma olduklarına alamet olduğunu yazar. Öldüğünde kırk iki yaşındadır, sakalına henüz ak düşmemiştir, babası: “Âh oğul, bu tahtaya kara sakal yakışmıyor.” dediği bilinmektedir.

“Der beyân-ı sebebi telif” bölümünde Galib, bir mecliste Nâbî’nin Hayr-abâd’ından bahsedildiğini ve övgüde aşırıya kaçıldığını hatta buna bir nazire yazmanın mümkün olmadığı söylendiğini, bu sözlerin kendisine dokunduğunu hatta bunu bir çeşit meydan okuma anlamında yorarak meclistekilere, Nâbî’nin bu eserin konusunu Şeyh Attâr’dan çaldığını ve diğer şairlerden de çok belirgin bir biçimde intihaller yaptığını, eserin teknik açıdan affedilmeyecek kusurları olduğunu söylediğini, kendisinin bunları söyledikten sonra ileri gelenlerin kendisinden böyle bir eser yazmasını istediklerini, Hüs-ü Aşk’ı bundan sonra yazmaya başladığını yazar. Bu muhteşem eseri altı ay gibi kısa bir sürede yazan Galib, o zamanlar yirmi dört yaşındadır. Eserde meydan okuyan, Nâbî’yi küçümseyen bir Galib vardır: “Merd âna dinür ki aça nev râh” Bu meydan okuyuşunun ardından fayriye bölümünde kendisini över: “Tarz-ı selefe tekaddüm etdim/ Bir başka lügat tekellüm ettim” diyen Galib, bu meydan okuyuşunu: “Zannetme ki şöyle böyle bir söz/ Gel sen dahi söyle böyle bir söz.” dizelerinde zirveye taşır.

Hüsn-ü Aşk, tasavvuftaki seyr ü sülûkü anlatır. Tıpkı Leyla ile Mecnun ve Mantıku’t Tayr’daki anlatılar gibi. Kutsal kitapların anlatım biçimi olan simgesel anlatım Hüsn-ü Aşk’ta da vardır. Sebk-i Hindî adıyla anılan bu simgesel anlatımın en büyük ustaları Galib, Naili ve Neşati’dir. Bu akım: “anlamın bilmeceye dönüşecek kadar derin, girift, zarif ve ince olmasına özen göstermeleri, dokudukları anlam arabeskini muhayyile kudretlerini son sınırına kadar kullanarak şaşırtıcı güzellikte imajlarla ve işitilmedik mazmunlarla zenginleştirmektir.” şeklinde tanımlanır. Hüsn-ü Aşk’ın hikâyesi kısaca şöyle: Aynı gecede Benî mahabbet kabilesinde iki çocuk dünyaya gelir. Erkeğe Hüsn, kıza ise Aşk adını verirler. Yıllar sonra Mekteb-i Edebte yolları kesişen kahramanlar birbirlerine aşık olurlar. İlk meyil Hüsn’te görülür. Monla-yı Cünûn’dan dersler alırlar. Aşk ve Hüsn Feyz havuzuna uğrar Mânâ gezintinse çıkarlar. O bahçenin efendisi Suhan adlı bir bilgeydi. Hayret adlı biri de Hüsn ve Aşk’ın buluşmalarına, konuşmalarına engel olurdu. Suhan, Aşk ve Hüsn’ün mektuplarını birbirlerine taşır. Aşk’ın lalası: Gayret; Hüsn’ün dadısı ise: İsmet’tir. Aşk, Hüsn’ü ailesinden ister fakat aile ondan esrarengiz terkip kimyayı bulup getirmesini ister. Aşk ve Gayret yola çıkarlar, çöldeki kuyuyu ve içindeki devi Suhan’ın yardımı ile İsm-i Azam’ı okuyup geçerler. Oradan kurtulurlar, bu sefer Gam harabesine uğrarlar bir ateş topu içinden çıkan Aşk’ı kendisine aşık eden Cadı’yı Suhan’ın verdiği kılıçla öldürüp kurtulurlar. Cinler ve gulyabânîlerle savaşırlar. Ateş denizine çatarlar, denizde mumdan gemiler vardır ve gemilerde ise cinler. Gayret, ateş denizini kanatlanıp geçer. Aşk’tan bir isteği vardır: Tevekkül. Aşk, benlik korkusundan kurtulur ve atı Aşkar, kanatlanır onu ateş denizinden geçirir. Çin ülkesine varırlar. Hüş- rübâ (gönülçelen) adlı fettan bir dilber Aşk’ı kendisine aşık eder, elindeki kılıcı alır ve onu Zat’us- Suver kalesine götürür. Aşk, yola çıkış gayesini unutmuştur ki Suhan yine yardıma yetişir ve Aşk’ı o kaleden kurtarır. Son menzilde Kalp ülkesi vardır. Her yanında beş kapısı olan bir ülkedir Kalp ülkesi. Aşk, Kalp ülkesinde Suhan, Gayret, İsmet ve Monla-yı Cünun’u bulur. Anlar ki, Aşk gibi Hüsn de odur. Ve her yolculuk aslında insanın kendisine yaptığı yolculuktur. Burada Niyaz-i Mısri’yi anımsamakta yarar var: “Ben taşrada arar idim ol can içinde can imiş.” Mevlana, “Dünya bir kuyudur, Yusuf ol ki çıkasın/ Dünya bir ateştir, İbrahim ol ki çıkasın” der. Kuyu ve ateş imgeleri akla Mevlana’nın bu dizelerini getiriyor. İbn-i Arabî: “Hayret de iman da bir makamdır.” der. İnsan, hayret ettikçe içsel yolculuğunun eksikliğini hissedecektir. Bu hayretin sükun bulduğu nokta: İman-ı kamildir. Tasavvuftaki seyr ü sülûk hem içsel hem de mekânda yapılan bir yolculuktur. Hz. Muhammed’in Mekke’den Mescid-i Aksa’ya gittiği ve sonra Miraç’a çıktığına inanılır. Miraç, kulluğun bir semeresidir. Tasavvuf ehli, çileyle kullukta doruğa çıkmak ister, kendi miracının peşine düşer ve içsel bir arınmayla birlikte mekânda da bir arınma hâli yaşar.

“Sanadır ilticası Galib’in yâ Hazret-i Munla

Başımda bir külh-ı iftihârım varsa sendendir.” beytini Mevlana için yazmıştır. Ona ettiği intisap, derin bir sadakatle beslenir. Bundan dolayı Galib’in Hüsn-ü Aşk’ı tamamladığında Mesnevi’yi on birinci kez hatmettiği söylenir. “Ol şâir-i kemyâb benim kim Galib/Mazmunlarımı anlamamak ayb olmaz” beyiti, şiiri hususunda bu denli kibirli olan Galib’e: “Esrârını Mesnevi’den aldım/ Çaldım veli mîri malı çaldım” dedirtebilecek kadar kendisini Mevlana’ya karşı borçlu hissettirir. Simyacı romanının sadece ülkemizde değil dünyada estirdiği rüzgâr bu yolculuğun hâlâ insanları cezbettiğini gösterdi.

İş Bankası Kültür Yayınları Hasan Âli Yücel Klasikler Dizisi’nden çıkan Hüsn-ü Aşk Yahya Kemal’in “gemiler geçmiyen ummanını” hatırlattı. Günümüz okuru için dil ve zihniyet engellerine takılan Hüsn-ü Aşk, ardımızda kalmaması gereken bir hazine. Turan Oflazoğlu, Galib’in şiirimiz için bir “nev-rah” olduğunu “Geceye ateş çiçekler açtırmak/ Önce Galib’e sonra bana düştü” dizeleriyle seslendirir. Galib’in o büyüleyici imajları, derin ruhu bugün dahi o büyük engelleri aşan okurları etkilemektedir. Klasik kültürün büyük emekçisi Abdülbâki Gölpınarlı’ya duyduğumuz minnet borcu, kitabın sonuna eklediği Galib’in el yazması Hüsn-ü Aşk metinleriyle katmerleniyor. Divan Şiiri’nin tıkanmaya başlayan soluğu Galib’le bir parça ferahlamıştır; ama bu ölüye yapılan suni teneffüsten öte bir değer taşımamıştır. Surûri imzası taşıyan: “Geçdi Galib Dede candan yâ hû” dizesi onun ölümüne düşürülen bir ebcedtir.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Yirmi Beş Issız Gece-5 / Mazlum Civan
Yarı / Cihat Duman
Yarenlik / Zeynep Dilyare
Veda Vakti / Meral Afacan
Suya Düş Kalışlar IV / Celal Türk
Tümünü Göster