Daha çok klasik dönem şiiri üzerinde yaptığı özgün çalışmalarla tanınan Prof. Dr. Cemal Kurnaz, edebiyat bilimciliğinin yanında, şair olarak da anılmaya değer bir şahsiyettir. Bu bakımdan o, A. Nihat Tarlan, Mehmet Kaplan ve Kaya Bilgegil’in yolunda giderek edebiyatçı kişiliği şair kişilikle birleştirebilen belli başlı şahsiyetlerden biridir. Esasen edebiyatçılık ile şairlik birbirine yakın / aynı şeyler olarak görüle gelmektedir. Oysa edebiyatçılık ile şairlik biri ötekisinden farklı iki ayrı fenomendir. Klasik tanımlamayla ifade etmek gerekirse; her şeyden önce şair doğulur, ama edebiyatçı olunur. Şair şiir metninin ibdacısıdır. Edebiyatçı ise, edebiyat biliminin formasyonundan yararlanarak, bu şiir metninin akademik çerçevede okuyucusudur. Şair sanatkâr, edebiyatçı o sanatın eleştirmenidir. Bununla birlikte hem şair hem de edebiyatçı olunabileceği Kurnaz ve seleflerinin eserleriyle tescillenmiştir.
Kurnaz’ın şâir olarak da tanınmasını tevsik eden yegane eser Bir Avuç Sevinç (Ank.1992)’tir. Bir Avuç Sevinç‘e alınan şiirler daha önce Hareket, Divan, Ülkü Pınarı, Töre, Milli Eğitim ve Kültür, Yeni Divan dergilerinde yayınlanmıştır. Söz konusu dergiler, bilindiği gibi, 70 ve 80’li yıllarda yayımlanmıştır. Kitaba alınan en yeni şiir de 1984’te yazılmıştır. Buradan yola çıkarak, şairin şiirlerini kitaplaştırmada aceleci davranmadığı sonucuna varılabilir. Öte yandan, 1992’de yayımlanan kitapta en yeni şiirin 1984 tarihine sahip olması, şairin 84’den itibaren şiir yazmadığının bir göstergesi olarak düşünülebilir. Bu sebepten onu “Kayıp şairler” arasında zikretmek mümkündür. Özellikle klasik tarzda şiirlerden oluşan “Essala” bölümüne bakılırsa, edebi birikimi ve zevkiyle geleneksel şiirden yeterince yararlanan bir şair kimlikle karşılaşmaktayız. Bu duruş modern Türk şiirini imgesel anlamda zenginleştirebilirdi. Fakat onun edebiyatçı yönü şairliğine galip gelmiş; her şeyden önce bir bilim adamı olarak klasik şiir metinleri üzerinde çalışmayı şiir yazmaya tercih etmiştir.
Bu yazıda Cemal Kurnaz’ın şairliğine işaret etmekle birlikte, salt şairliği ve şiirlerinin eleştirisi amaçlanmamıştır. Bildiğimiz kadarıyla daha önceki dönemlerde, özellikle onun Yunus’u konu edinen ve ondan etkilenerek yazdığı şiirlerini ele alan eleştiriler yapılmıştır. Biz burada, zaman kavramı bağlamında şairin bir dizesini okumaya çalışacağız. Modern Türk şiirinde zaman olgusu, ekseriyetle geçmişe özlem olarak ortaya çıkmaktadır. Geçmişe özlem, şairin muhayyilesinde canlanan hatıralardır. Hatıra nesnel olarak büyük oranda şairin mahremiyetine tekabül eder. Bu mahremiyetler şairi öteki karşısında farklı kılan şeylerdir. Bu itibarla şiire nakşedilen geçmişe ait özlem, hem bir santimantal duruşun ifadesi, hem de o oranda mistik tahayyülün eseridir. Kurnaz’ın Bir Avuç Sevinç‘inde bulunan ilk şiiri şu dizelerle başlamaktadır:
Uç noktasında gecenin
Mevsimsiz gelen ah bu kar
İçerimde ince ince
Depreşti tüm hatıralar
Köşkü oldum düşüncenin
Fırtına ve kar dinince
Uç noktasında gecenin
(Beklenmedik)
“Uç noktasında gecenin” dizesi, Kurnaz’ın bir fenomen olarak zamana yüklediği anlamı ortaya koymaktadır. Şair insanın ontolojik doğal değişim saatlerinden biri olan geceden bahsederken zamanı imlemektedir. Ona göre gece, yani zaman, adeta bir doğru çizgi gibidir. Burada şu soru akla gelmektedir; her ne kadar gece başlangıç ve sona sahip olmakla bir doğru çizgiyi andırsa da gerçekte böyle midir? Daha açık bir ifade ile zaman bir doğru çizgi olarak algılanabilir mi? Bu sorunun açılımı, ister istemez zaman üzerinde düşünmeyi gerekli kılar.
Heiddeger’in, Einstein’in görelilik kuramından yola çıkarak tanımladığı gibi, zaman; hiçbir şey değildir, yalnızca içinde geçen olaylar sonucu vardır. Esasen felsefî anlamda zamanın varlığı ve yokluğu hususu bir fenomen olarak fizik ve metafizik bağlamında tartışılmaktadır. Heiddeger’in “İçinde olayların geçtiği şey” olarak zamanı tanımlaması, soyut düzlemin somutlaştırılmasıdır. Bir başka ifadeyle zaman, olayların birbirini izlediği sonsuz bir ortam olarak düşünülen, soyut bir kavramdır. Dolayısıyla onu somutlaştıran şey olay / harekettir. Biz bölünmez ‘an’lardan oluşan zamanın varlığını, hareketin, ya da Heiddeger’in ifadesiyle olayların varlığıyla birlikte algılarız. Bu görüş zamanın hepten var olmadığını ileri süren Aristo’nun zaman telakkisiyle örtüşen düşüncelere sahip olan İbn-i Sina’ya aittir. Yine ona göre, maddi cisimler doğrudan değil de hareket halinde olduklarında zamanın içindedirler. Zamanın içinde ve dışında olmak düşüncesini belleğimize kaydeden en önemli işareti,
Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında.
Yek-pare geniş bir anın
Parçalanmaz akışında
dizeleriyle Tanpınar vermektedir. Tanpınar’ın bu dizelerini İbn-i Sina’nın görüşüyle birlikte okumak, kastedilen anlamı görmek bakımından önemlidir. O hareket etme ve etmeme hürriyetini elinde bulunduran bir varlık olarak, “Masmavi bir ışık” olan zaman nehrinin ortasında yüzmektedir. Oysa Kurnaz’ın “Uç noktasında gecenin” dizesinde durum tamamen farklıdır. Şair zamanı bir başlangıçtan bir sona doğru akış olarak düşünmektedir. Fakat bu akış mütemadiyen kendisini yenileyen bir nehri ifade etmez; var ve yok olacak bir şeydir. Dolayısıyla o bireysel iradeye işaret ettiği ölçüde zaman nehrinin içerisinde yüzmemektedir. Oysa zaman yüzmektir. Bir başka ifade ile yüzerseniz zamanın içerisinde olacaksınız. Nitekim zaman, bitmek bilmeyen sıçramalar dizisi olarak da tarif edilmektedir (C. Hakan Arslan, Zamanın Kültürleri, İst.1992, 13)
Kurnaz’ın bu dizesinin çağrıştırdığı gerçek, onun zamanın dışında kaldığıdır. Söz konusu dizenin zikredildiği kıtada çizilen resme bakılırsa oradan özetle şunu okuruz: Tabloda portresi çizilen şâir, gecenin sabaha / fecre yakın bir yerinde mevsimsiz ince ince bir kar yağarken düşünce ve hayal âlemine dalmıştır. Bu düşünce ve hayaller de onu geçen zamana götürmüş ve hatıraları depreşmiştir. Bu ptoresk açılım, onun ‘an’ içerisinde kayda değer bir hareket icra etmediğini, aksine zamanın akışı içerisinde özlemini duyduğu hatıralara yöneldiğini ifade eder. Bu durum onun iç âleminde bir hareketliliğe (tecevvül) ve görünen durumu (zâhir) itibariyle de hareketsizliğe işaret eder. Öte yandan hatıraların depreşmesi, tarihsel olanın hayalidir. Tarihsel olan, bir dönem var olandır; onu bu an’a ancak hayalle taşıyabiliriz ve an’da yine sadece hayalle var olabilir. Bu hayal özlem duygusunun eseridir. Nitekim şiirin diğer bölümlerinde, kendisinden uzak kalınan mekân ve ‘yâr’e duyulan özlem dile getirilmektedir.
Esasen burada söz konusu edilen özlemi, şairin diğer şiirlerinde de görmek mümkündür. Özellikle “Özleyiş” başlıklı şiirde, şairin öğrenimi dolayısıyla ilk gençlik yıllarını geçirdiği Aksu’ya ve burada “Beden-ruh ruh olduğu” dostlarına duyduğu özlemi tasvir ederken buna tanık olmaktayız. Zaman, gurbet ve dert dokuyan çulhanın argacındaki pür hasretliktir.
Gurbet dert dokuyan çulha
Argacında pür hasretlik
Gerilirsin çarmıhlara
Büyür içinde bir sertlik
Daha daha ne olacak
(Özleyiş)
İbn-i Haldun’un bireyin kişiliğini oluşturmada coğrafyanın belirleyiciliği üzerine vurgusunu çoğumuz hatırlarız. Coğrafî yapı, taşı, toprağı, suyu ve iklimiyle insanın üzerinde doğal bir tesir icra eder. Bu ülkenin insanı, dest-i maişet kaygısı, eğitim ve öğretim isteği, dirlik ve düzenlik arayışı gibi pek çok sebepten ötürü, doğup büyüdüğü mekânlardan farklı diyarlara taşınıp dururken hep bir kırılma yaşar. Taşınılan bu yeni yurtlar insanlara, sosyal, ekonomik ve kültürel olarak rahat bir nefes aldırsa da adı, türkülerde işlendiği gibi daima gurbet olarak kalacaktır. Gurbetteki aşığın sazına sıla özlemi ruh vereceği gibi, şairi de bu özlemle şiirler nazmedecektir. Bu özlem, yaşanılan an’dan zamanı aşarak geriye doğru sıçramalar gerçekleştirmektir. Daha gençliğinin baharında yüksek öğrenim için Ankara’ya gelen şâir, Antalya’nın ikliminden, havasından ve suyundan çok farklı bir mekânda yaşamak zorunda kalmıştır.
Sevda sahilde güzeldir
Kar toroslara yağarken
Nerde rüzgârın, boranın
Ağsın sabahlara erken
Yok güzelim yok günlerdir
Tadı tuzu Ankara’nın
Sevda sahilde güzeldir
(Beklenmedik)
“Tadı tuzu olmayan bu şehir”, şâirin iç âlemindeki gel-gitlerin, tartışmaların, hüznün, kederin ve yalnızlığın simgesi halini alıyor. Sılasında “Bir dem gözden ırmaz olan” sevgiliye burada yabancı kalıyor. Bu yabancı kalışın kaynağı, gülle bülbülün arasına giren dikenlere teşbih edilen mekânsal uzaklıktır.
Bir dem gözden ırmaz iken
Aramızda bitti diken
Çekilmez gayri gözüken
Ağrısı bu uzakların
(Ah bu uzaklar)
Sıla, sadece içinde yaşanılan, yurt yuva kurulan coğrafya değildir; aynı zamanda bireysel ve toplumsal olarak, hatırladıkça ruhumuza esenlik veren dünde kalmış yaşantılarımızdır. Hâl böyle olunca, zaman şairin tezgâhında “Bir hoş hatırlayış” olarak somutlaşıyor. Bu itibarla o fizik olarak an’ın içerisinde olmakla birlikte, zihinsel olarak aslî zaman denilen geriye doğru giden bir zamanın içerisindedir. Diğer bir ifade ile zamanı doğru bir çizgi olarak algılayan şair, çoğu kere kronolojik zamanın dışına çıkarak oradan seslenmektedir. Şairin bu sesine kulak vererek yazıyı bitirmek istiyorum:
Şimdi Akdeniz’de bahar
Akasyalarda türküdür
Özlem uzar seherlerde
Yüreciğimi ürkütür
Ah o yar, hele ah o yar
Gelmiştir humâr gözlere
Şimdi Akdeniz’de bahar