Serap çayından bir yudum aldı. Çayın dem tadını, damağında hissetti.
– O, sana mı geldi reis?
– O kim?
– Selim?
– Anlaşıldı. Kim bu adam diye sormayışımı, onu biliyorum diyişimi, onunla görüştük olarak anladın. İlahi Çölün Kızı, hep derim, “Zannetmek, olmak demek değildir.” diye. Yine zannettin. Dedi gülümseyerek…
– Peki ne biliyorsun? Onu nasıl biliyorsun?
– Onu şöyle biliyorum; O adam her kimse, boyunu posunu bilmem, ne yer ne içer onu da bilmem. Bildiğim senin gönlünün aktığı adamdır. O adamın adını bilsem, işini bilsem ne olacak? Bilmem gerekeni bildim ki; sen bu adama aşık olmuşsun.
Serap bu kabullü duruma şaşırdı. Bir anda aklına babasının nasıl tepki vereceği geldi. Babası da, Reis gibi -Sevdiğin Adam- diye tanımlayıp kabullenir miydi? Onun ünlü oluşunu, işini, düşüncelerini sorgulamaz mıydı? Düşüncelerini böldü;
– Bağışla reis, derken mahcuptu.
Reis gülümsedi
– Eee anlat bakalım, ne yapar bu delikanlı?
Serap’ın yüzü pembeleşti, sıkılgan ama heyecanlı, hiç ısrar beklemeden Selim’i anlattı Reis’e… Selimi anlatıyor gibi görünse de, aslında kendi iç dünyasının haritasını çizmeye çalışıyordu. Anlattıkça yüzü bahara döndü, ince uzun parmakları kelebek gibi uçuştu boşlukta. Reis gülümseyerek izledi Serap’ı. İzlerken; kâh şefkatle gülümsedi, kâh gözleri daldı, sanki uzaklardan gelecek birini bekler gibi… Serap;
– İşte böyle Reis, söyler misin bu sence aşk mıdır? Diye sorduğunda; Reis’i uzakları seyrederken buldu.
– Dinlemiyorsun sen beni. Diyiverdi.
– Dinliyorum, hem öyle bir dinliyorum ki, sadece kulağımla değil, eski bir yürek yarasını kanatırcasına dinliyorum. Dedi mırıltı halinde.
Serap, reise yaptığı bu ikinci nezaketsizlik için kendine kızdı. Bu kez kelimeler ile değil, önüne eğilmiş başı, diliyordu özrünü.
– Kaldır başını Çölün Kızı bu senin hatan değil. Bu benim yangınım… Ben bu yangınla çok dinledim, çok konuştum. Bu yangınla yaşarken dinlemeyi, okumayı, seyretmeyi öğrettim kendime. Zor hem de çok zor. Meğer aşk bir armağanmış Tanrı’dan. Ya verilirmiş, ya hiç verilmezmiş. Bir kez verildi mi alınmadıkça, sökülüp atılmazmış yürekten. Kıymetini bilip kuşanırsan aşkına ne ala. Yoook kuşanmayıp, mazeretlere, dedilere kodulara bakıp, aşkına sahip çıkmazsan, aşkını inkâr etmekle kalmayıp, insan kendini inkâr ediyormuş meğer. Bu inkârla yaşamak, aşkın imkânsızlığı ile uğraşmaktan zormuş be Çölün kızı. İğreti durmakmış hayatta. Aitliksiz ve sahipsizlik zormuş…. Derken, acı bir şeyi yutuyormuş gibi, yüzünü buruşturdu. Derin bir soluk alıp,
– Hadi sen anlat…
– Sen anlat reis. Artık sen anlat. Bir soluk alsın için. Annem; kıştan kalan hububatları, gazete kağıtları sererek havalandırıp, ya bez torbalara yerleştir ya da cam kavanozlara koyardı. Bunu niçin yaptığını sorduğumda; “Havasızlıktan kurtlar oluşur, pirincin, mercimeğin içinde. Eğer kapağını açıp havalandırmazsan içindeki kurtlanır, bu kurtlar, sağlam kalanı berbat eder, açıp havalandırmalı ki kelebek olup uçsunlar. İnsan yüreği de böyledir. Çok daralırsan, yüreğini aç bir parça soluk alsın, anlat ki; içinde seni kemirecek kurtlar kelebek olup uçsun. Yoksa, yüreğini yer bitirirler, dert sahibi olursun.” derdi.
Reis derinden bir nefes aldı. Gülümsedi. Çok akıllıca derken, eli göğsüne gitti.
– Yine sıkıştırıyor meret. Dedi.
Serap endişeli;
– Açık havaya çıkalım mı reis? Diye sorunca;
– Endişelenme Çölün Kızı, bu kalp krizi değil, bu gönül sızım benim. Yirmi yıldır taşıyorum bu sızıyı. Ne zaman unutmuşluğumu unutup, aklımdakini dilime düşürsem bu sızı da göğsüme düşer. Kelimeler dudaklarından bir ah gibi düşerken, boşluğu kolaçan etti gözleri, çaresiz ve mahzun duruşu Serap’ın gözünden kaçmadı. Reis’in içindeki yangın, yüzünden taşar olmuştu. Güneş yanığı esmer yüzü iyice esmerleşmiş, gözleri ıstırapla kısılmış, o dik, o geniş omuzları inmiş, bir eli sol göğsünün üzerini ovalar halde, acı içinde duruyordu.Serap su istedi garsondan, Reis ağır ağır yudumladı suyu, bardağı bakır sininin üzerine bırakırken;
– Akçay’ın suyu kekremsidir, ama ilaç gibidir. Kaynaklardan buz gibi akar. İçersin, sanki içtiğin su, susarda, yeniden içersin. İçtikçe kanarsın. Bir daha susamayacak gibi. Sadece sevdanın yangınını söndürmeye yetmez. Ne Akçay’ın suyu, ne de bir başka diyarın suyu.
Serap, hızlı konu değişimine şaşırmış olduğu halde, Reis’i izliyordu. Anlamıştı, içi yanıyordu Reis’in. Yıllardır taşıdığı bir yangının ateşi yansıyordu, yüzünden, duruşundan. Anlamaya çalışarak öylece baktı Reis’e. Reis hâlâ, sağ eli ile, sol yanını ovuşturuyordu. Gözlerine yüklendi, bütün endişesini ve soruları. Reis Serap’ın gözlerine baktı. Acı bir gülümseme yayıldı yüzüne ve;
– Şu ihtiyar, Kaz Dağlarının içinden akan, kaynakların buz gibi suyuna atardı kendini, senin gibi sevda ile hem yanıp, hem titrerken. Dedi.Sonra gözlerini, sedir ve bakır sinilerle döşenmiş, kahvenin en ücra köşesine kilitleyip, devam etti;
– Akçay; benim doğduğum kasaba, Balıkesir’in şirin bir yöresi. Sırtını kaz Dağlarına yaslamış, kucağına, Ege Denizi’nin maviliğini almış, mütevazı bir kasaba. Zeytin ağaçları, akşam karanlığında solgun bir özlemi taşır gibi dururdu. Akşam gün batımıyla birlikte, zeytin ağaçlarının hüzünlü gölgesinde, çırçır böceklerinin konseri başlardı. Nedendir bilmiyorum, çocukluğumda bu sesi duymamak için yastığın altına koyardım başımı. Ama Gülru’dan sonra; bu ses benim yüreğimin çığlığı gibi gelir olmuştu
.- Gülru?
– Gül yüzlü bir güzeldi Gülru.
Sustu Reis. Serap, hadi demeye, anlat demeye cesaret edemedi. Reis susmuştu ama bir yürek gürültüsü çöreklenmişti sanki ikisinin arasına. Çığlık çığlığa bir susuştu bu. Ya da suskunluğu, çaresizliğin çığlığı.
Her yürek kendi menkıbesini yaşıyordu aslında. Paylaşımlar ise, kendi seslerini duymakla, çoğalan bir hissedişe dönüşüyordu. Yürek ya kendi anaforunda sürükleniyor ya da durgun bir çöl sıcağının havletini taşıyordu. Her paylaşımda, ancak kendi acısı, kendi yangını, kendi coşkusu ile kıyaslayabiliyor ve belki de diğer yüreğin taşıdıklarını ya daha fazlalaştırıyor ya da daha azlaştırıyordu.
Büyük sessizliği, garsonun yaklaşması delmişti. Reis de Serap da, iç yolculuklarından şark usulü döşenmiş kahveye dönmüşlerdi.
– Çayın taze ise tazele çaylarımızı evlat. Dedi reis. Yorgundu yüzü. Çok yol yürümüş gibi. Serap, Reis kadar hızlı geçişler yapamıyordu.
Çaylar geldi. Reis, şekersiz demli çayından bir yudum aldı. Sonra;
– Sakın yüreğinin sesini duymazlıktan gelme. Sakın aklını yüreğinin gölgesinden çıkarma ve sakın sana ikram edileni kabul etmekte geç kalma. Bu ihtiyar geç anladı, aşkın bir ikram olduğunu. Ve ikramı kabul etmekte tereddüt etti. Bu tereddütlerle oyalandı. En sonunda hem aşkını hem kendini yitirdi. Bir kabuk gibi yaşar oldu. Dışarıdan dimdik duran Reis, içinde kendini hep iki büklüm izledi. Aşk öyle kolay kolay gelip yüreğe düşmüyor Çölün Kızı. Kıymetini bil. Bir uzun yolculuktur. Ağır ağır adımladığın ama hızlı yol aldığın bir yolculuk. Ağır ağır acele et olur mu?
Serap şaşkınlıkla gözlerini Reis’in gözlerine değdirdi. Reis devam etti;
– 25 yaşındayım, rüzgârımdan saklanıyor, haylaz delikanlılar. Denize açılıyorum Akçay’dan balıkçı motoru ile üç gece üç gün dönmüyorum. Soluk alıyor o vakitler kasabanın haylaz delikanlıları. Bu gidişlerim gidiş değil, kaçış. Hicran yengen uzaktan akrabamız, aynı mahalledeyiz. Bizimkiler yakıştırıyor her fırsatta bizi. Benim gönlümde bir başka yangın. Nereye baksam, kime baksam hükümsüz. Bir sabah Edremit’e inmişim. Otobüs terminalinin yakınında, sırt çantası sırtında ve bir küçük bavulu ile saçı rüzgâr, duruşu zambak, gözlerinde bir kekliğin ürkekliği ile yol kenarında Gülru’yu gördüm. Gülru öğretmen. Köyün tek okuluna tayini çıkmış. Kimi kimsesi yok. Amcası okutmuş. Boynu bükük, bir papatya duruluğunda. Bizim bir külüstür var o vakitler, eski bir Ford Taunus. Belli yardıma ihtiyacı var. Durdum ya da durduruldum. Çünkü kasabaya gelen ilk yabancı ve kasabanın ilk acemisi o değildi. Hemşiresi gelmişti, ebesi, doktoru, durmamıştım. Neyse, o dakika akıp gidiverdim. Gözlerine değince gözlerim, ebem kuşağı ile sarmalandım sandım. Yardım teklifimi kabul etmedi. Bozuldum tabii. Peki diyip, ilerledim ama gidemedim. İlerde bir yerde durdum, bekledim. Beklerken fark ettim ki, içimde su ile ateşin dansı var. Bir soluk alıyorum, yangın yeri oluyor içim,yanıyorum. Bir sonraki soluğumda su olup üşüyorum… Bir yanım yangın, bir yanım derya deniz. Böyle başladı işte her şey Çölün Kızı. Böyle armağan edilmişti aşk bana. Bu arada, Hicran yengen sevdalı bana. Konuştum bizimkilerle; Hicran olmaz dedim. Olur dediler. Direttiler. Direndim. Hicran başkasına gönül verdiğimi öğrenince; ölüme yürüdü. Kucağımda götürdüm hastaneye. Ayıktığında, beyaz çarşaflar arasında, bembeyaz solgun yüzünde, yalvaran bir çift göz yüreğimi değil ama vicdanımı sızlattı. Direncimi bu kırdı. Bencil hissetmiştim kendimi. Bir kişinin hayatına bedel bir mutluluğu tercih ediyor olmaktan imtina duydum. Çekindim. “Tamam” dedim içimden o vakit. “Tamam bu bakışların ahı yakar beni” dedim. Dedim demesine de o günden sonra kendimsiz kaldım, kendi girdabımda kayboldum. Denizlere vurdum, gecelerle sarmaş dolaş oldum. Sonra kendimle, yüreğimle, kavgamda yorgun düştüm. Hicran’a kavgamı, sevdamı anlattım. “Olsun” dedi. “Seversin bir gün beni” dedi. “Razıyım” dedi. Dedi, dedi… Gülru hep suskun bekledi. Benim paçalarım kalabalıktı. Ben silkelenmeliydim. Ben arındırmalıydım hayatımı. Ben, beni durduran, benim değil başkalarının tercihleri ile görünmez ama acıtan, bağlayan ne kadar pranga varsa kurtulmalıydım ki, Gülru, gülüzarım olabilsindi. Biliyor musun Çölün Kızı, kadın yüreği sevdi mi pek asil seviyor, pek vefalı seviyor. Hicran gibi, Gülru gibi. Gülru hâlâ bir başına, aşkına adamış kendini. Bir kez duydum ondan; “Sevdim seni Reis. Sevdim seni.” Derken, titremişti sesinin tınısından yüreğim. Bir daha bu kadar sahicisini duymadım. Bu kadar, bir sese bir söze, aynı yankıyı vermedi yüreğim. Ya benim aşkım hayat bulacak, Hicran’nın aşkı memat olacaktı, ya da benim aşkım memat bulup, Hicran’ın aşkı hayat olacaktı. Hicran’ın aşkının gölgesinde sürükledim hayatı. Sevdim onu çok. Ama aşk başkaca bir şey Çölün kızı.
Sustu Reis burada. Başını salladı ağır ağır. Serap’a baktı. Derinden bir soluk alıp,Devam etti;
– Cahillik işte içiyorum o vakitler. Yaşıtlarımla olamazdım pek. Albay Rıfat’la sahilde devirirdik bir portakal sandığını, sererdik üzerine gazete kağıtlarını, keserdik topatan kavununu, bir bardak suda kaybolmayı dilerdik. İçince ben ağlarmışım. Bünyeme ağır gelirdi. Özenti ya da çaresizlik işte. Hüngür hüngür ağlarmışım. Albay Rıfat, o zamanlar yaramın acısını bildiğinden, sözünü etmedi hiç ama şimdilerde latife ile “Sen savaş çıksa savaşamazsın Reis, yüreğin yufka, ne çok ağlardın hem de civa gibi delikanlı iken.” der. Çölün Kızı; dışındaki savaş ne ki? Ben yüreğimde verdiğim savaşın büyüklüğünde küçüldüm. Ölemedim, öldüremedim. Neyse Çölün Kızı… derken sağ elini sol göğsünün üstünde dolaştırdı. Serap’a döndü. Gözlerinin içine, baktı. Yüzünde kırışıklıkları derinleşmiş, gözlerine acı bağdaş kurmuştu. Eli hâlâ göğsünün üzerinde bastıra bastıra ovalıyordu. Serap tedirgin, endişeli ayağa kalktı. Reis derinden bir soluk daha alıp;
– Ömrüm geçti, gitti. Artık bana Hicran’ım yeter. Dedi.
Son iki kelimede sesi bir fısıltıya dönüştü. Yüzü kasıldı eli boğazına doğru gitti. Yineledi;
– Bana Hicranım yeter!
(Devam edecek)