Hüznünü kesik kesik soluyan yorgun bir fotoğraf mıdır İlhami Çiçek? Yoksa yorgun ve kesik kesik soluyan bir hüzün müdür intiharla eksilen hayat? Kısacık bir çizgi arasına sığdırdığı dünya sahnesine dair provada o, şiiri seçtiyse eğer, bu, okuyana pek elem veren senaryonun son perdesinde vakarını bozmaksızın anısı sızılı bir hüzünle gidişin simgesidir. Ne ki gidişin ve gidenin geride bıraktıkları sonsuz kere sonsuz bekleyen için, aynı vakarı taşımak bir yana, aynı hasretle yaralanmaktan başka bir anlam taşı- maz. Bu anlamı genç yaşında hisseden ve sonrasında ise ilgilisine derinden hissettiren İlhami Çiçek, şiirle yorgun düşen yetmiş sonrası neslin aynı taç yaprak halinde bükülen boyunlarına geçirilmiş dinginlik kolyesidir.
Yaşadığı zamanın felaket günleri arasında önce manaya dönük aynada ruhuna dar gelen kabulleri reddetmekle kimliğini ortaya koymuşsa bu, ödeşmekten başka arzusu olmayan ve fakat ellerinde tuttukları zamanın silahlarıyla insan tekine karşı azmanlaşan medeniyet artığı düşüncelerin kaypak zemininde aradığını bulamamış olmasındandır. Çelikleşen medeni- yet ürünleri karşısında insan, ruhunda biteviye gezdirdiği yılgınlık yanında bitimsiz yorgunluk belasıyla uğraşır. Bu yorgunluk mücadele hırsının her gün hırsla yeniden ve yeniden omuzlara yüklediği görev duygusundan kaynaklanan bir yorgunluk olmamakla birlikte, daralan zamanların kimliksizleştirme ve kişiliksizleştirme ham- lelerine karşı yığılan, biriken ve azmanlaştıkça daha çok yorgunluk veren bir usanç olur.
Keskin dünya ko(r)kusunun insanı evren karşısında alabildiğine yabancılaştırdığı zamanlarda şair İlhami Çiçek, yirmi dokuz yaşına kadar biriktirdiği dünya ağrısını yıllar yılı sıkıntılar eşliğinde deştiğinde, bilinç pek yavan çehresiyle seriliverdi önümüze. Mezkûr şairin o meşhur fotoğrafının Doğusunda duran barikatlı bir yüzle yüzleştik önce; tıknaz felsefenin ıkınarak doğurduğu sözümona bu modern hayat, bulaşıcı bir karanlığa ışık tutuyorken şair, netameli günlerini geçireceği kıldan ince kılıçtan kes- kince ip üzerinde boyuna ayaklarını sarkıtarak somurtuyordu tastamam. Batıya çevrili yüzün- de ise öfkeli bir bulaşıcılıkla saldıran sırrı hep- ten çekilmiş hayret verici bir duyarsızlık vardır, eyvallah. Batı, eşyanın ruhuna sahte bakışlarla sırnaştığı zamanlarda bile Doğu, uçsuz bucak- sız senetlerle mühürlemektedir eşyayı.
İlhami Çiçek, yirmi dokuz yaşına sığdırdığı hepi topu otuz üç şiirle zikir tespihini eksiksiz tamamlamış, ömrünü otuz üç şiirle mühür- lemiştir. Denilebilir ki hüzünle sermayelenmiş şiirinde nasibini boyuna yorgun atlarla koştur- muş, aynı nasip peşinde Erzurum’un dağları ve ovaları boyunca koşturduğu yılkılarla birlikte, bahtına düşen otuz üç şiir sayısı kadar bile yaşamamıştır ruhunu. ‘Göklerden gelen karar’la devrilen umut isimli cankuşu, şiirinin güzelliği karşısında boyun büktüğünde yirmi dokuz yılın biricik bakiyesi Abdurrahman Nuri henüz emeklemektedir dünyaya karşı. Demiştim ya, mezkûr şairin o meşhur fotoğrafında bütün bir çehresine çöreklenmiş hüzün, ılgım ılgım beliriveren şiirleri arasından süzülüyorken bile o, katı keskinliğin insan varlığına karşı, karşı konulmaz bir ağırlıkla birlikte sıkılmış bir yumruk gibi oturur okuyan her muhibbi şairin gırtlağına. Soluklandığı her nefesi neşter keskinliğiyle parçalayan tını, mağrur bir yankıyla yerini bir çırpıda çözülmüşlüğe bırakıverir. Bu çözül- müşlük gerisinde, intikam hırsıyla tırpanlanmayı bekleyen coşkulu bir hınç taşımaktadır aslında. Mısralar boyunca kabına sığmayan ve fakat aynı coşkunlukla ödeşmeyi uman temkinli bir tekinlik itimadıyla dolu öfkeyi tırpanlamaktadır biteviye. Doğrusu hepsi bu da değil; mısralar boyunca akan umutsuzluk, kaf dağına uzayan bir dev iştihasıyla katılıyor koroya. Umutsuzluk, nispeten İkinci Yeni dilinin az da olsa yumuşatılmış keli- meleriyle giriveriyor şairin evrenine. Altmışların
ortalarına kadar yükünü indiren İkinci Yeni belli ki kudretini gördüğü asil bir şiir damarına doğru savuruvermiş neşterini.
İlhami Çiçek’in dalgınlığından söz edenler belli ki iyi niyetleriyle birlikte yanılmaktalar. Zira ne İkinci Yeni ne de mezkûr şairin mısralarında en küçük bir dalgınlık emaresi göze çarpmaz. Bilakis, alabildiğine diri, dirençli ve fakat dingin bir yapı beliriverir önümüzde. Bu dinginlik çağın insanı yalnızlaştıran, yalnızlaştırdığı gibi umutsuzluğu çaresizlik içinde sunan koyu bir teslimiyetin kabullenilişinden ziyade yoğun bir iç muhasebe verimleri olarak okunabilir ancak. Siyasal atmos- ferin insan teki üzerinde kurduğu azgınlaşmış bir baskının her gün daha fazla artan varoluş sancı- sının neticesi sayılabilir kanımca. Bu nokta İlhami Çiçek şiiri açısından fazlasıyla önem taşıyor zira, İkinci Yeni şairlerinde görülen eşyanın insan zihnindeki nesnel konumlanışı yıllar içinde fazlasıyla örselenmiş, varlık ve insan arasında duran ontolojik eşik insana rağmen yok sayılmıştır. Yani insanın dünya ve varlık algısı tek boyuta indirgendikçe şairin evreni genel bütün halinde daraltılmış, sözde mistisizmin, metafiziğe dair kuramların veya açıklamaların toptan önü kesilmiştir. Çok uç bir yorum olarak algılanabilirse de söylemek zorundayım ki, İkinci Yeni Cumhuriyetle İlhami Çiçek ise İkinci Yeni ile yaralıdır. Her iki dönemin siyasal atmosferi ve uzantıları içinde şiir, her açıdan örselendiği gibi hareket alanı daraltılarak gelenekten tamamen kopartılmıştır.
Yalnızlığı büyüten bir şair olarak İlhami Çiçek, modern şiirin damarını yazdığı kült şiirlerle tekrar tekrar yoklarken o damarın atıp durduğu kalp hepten muallakat-ı seb’ada asılı kalmıştır.