Yenildim Sana Hüzün

“Gel anla ve yaşa doğrusal hüznü / Acılar güvence ölümsüzlüğe” diyen şairin (Akif İnan) sözüne uydum. Onlar ki, mısraların tutkunu olanları nasıl ve hangi vakitte ayartacaklarını iyi bilirler. Vurduklarında kelâmın inceliğiyle ruhları, artık durası kalmayan bedenler bir bir düşerler ortalığa geceyarısı… Ve dahası düşerler hüzünlerinin peşine…

“Hüzün / yalındır-dağdan / aparılmış kar toprakları gibi”dir. (İlhami Çiçek) Ve yine o hüzün ki; yakar yandırır ardına düşeni, sözünü dinleyeni, varlığını bileni. Dağdağasıyla nice sarsıntılara sebep olur ve yeri doldurulamayacak nice gedikler açar yürekte… Geldiğinde; ne götüreceği yer bellidir önceden ve ne de ardından neler bahşedeceği… Bir teslimiyet ve boyun büküşle peşine takılanı, yine de aralarında sanki zımnî bir mutabakat varmış gibi, alır götürür muhayyel düşüncelere, mâzinin koynundaki elemli günlere…

Bir susuş, bir duruş, bir vuruş içerisinde getirir olanı biteni. Kendine has bir büyüklükle anlatır gerçekleri. “En iyi anlatış artık susmaktır / Anladım bunu ben seni bilince” (Mehmet Akif İnan) demek düşer ancak hüznü anlayan kişiye… Susarak anlatmak hüznü ve susarak anlatmak hüzne içinden geçenleri… Dertleşmek hüzünlüce; derin ve ince… Ve yaşamak ağır bir hüznü; düşünerek, hissederek ve içlenerek…“Yol birdenbire incelir / Gider uzaklara bensiz / Dağların ardını bilmem / Hüzün birdenbire gelir.” (Beşir Ayvazoğlu)

Hüzün ilk ekildiğinde, ilk yürüdüğünde gövdemde çocuktum. Çocuk olsam da, hissediyordum yine de bir ağırlığın, bir sessizliğin çöktüğünü küçücük bedenime… Daha civan çağında uzak bir yerde toprağı mekân tutan bir bedenin çocuk yüreğimde açtığı bir yaraydı hüzün… Ne olduğunu anlayamadığım bir zaman diliminden kalan bu hüzün hiç bitmedi. Diğer bütün hüzünlerin bitmediği, bir ömür boyu kendince yüreklerde sürdüğü gibi. Arada bir hatırlanan, arada bir, o hüzne sebep olanı doğuran analar tarafından dile getirilen…

Yaşadıkça yeni hüzünler eklenir öncekilere… Bir geçmiş zaman düşü haline gelir hayat… Güz vurgunlarıyla sarsılır, yağmurlarıyla ıslanır yürek… Bir acı zaman olur, koskoca bir kainat, faniliğin çarpıcı gerçeği karşısında solar ve hüzün yine galip gelir kaybedişin de etkisiyle… Yenilginin çapı gün gün büyür evrende… Artık kıssalarını dinleyeceğiniz, sözüne kulak vereceğiniz ve doğrularıyla aydınlanacağınız kişi yoktur. Çekmiş gitmiştir bir ekim akşamında, ona tanınan süreyi tüketerek… Ve; ondan istendiği şekilde yaşamanın gayretini yaşayanlara bırakarak…

Ölümle hüznün yoğun biçimde birbirlerinden beslendikleri söylenebilir. Çünkü; “Ölüm de yalındır, hüzün gibi. Aramızdan Nisan yağmurları gibi hızla gelip geçenler. Yağmurların rahmetine ve bereketine karışanlar. Daha birbirimizi tanıyamadan, oturup uzun boylu konuşamadan, uzun uzun susamadan; Eylül güneşi gibi ısıtıverip bulutlara süzülenler. Eski öykülere, masallara karışanlar. İlk yazlardan taşıdıkları bengisuları getirip susuzluğumuza boşaltanlar. Yüreklerini yüreklerimize, seslerini seslerimize ekleyip, soluğumuza soluk katanlar. Ve bize bir buruk andaç (yadigâr) bırakıp, aramızdan sessizce -çığlık çığlığa- kayıp gidenler.” (Atıf Bedir)

Sanatla hüzün arasında sıkı bağ olduğu da bir gerçektir. İçine neşenin katık edildiği yazılar da yok değildir. Ne var ki, sanatı doğuran ya da sanatın ilham kaynağı hüzündür dense yeridir. Hele ki bizde… Sözü halk için olan, yüreği halk için yanan, gözü halk için ağlayan, kalemi halk için yazan, halkı muhatap alıp onun hissiyatını kendine perde eden ve sanatının yansımalarını o perdede görmek isteyen için hüznün ifade ettiği anlam daha bir başka, daha bir anlatılamayacak olandır.

Bu anlamda denilebilir ki, sanatçı çoğu zaman hüznü kendisi yaratan ve o hüzünden sanatı adına bir şey çıkarandır. Bir şeylerin hep rayında gitmesi, hep belli bir düzen içinde cereyan etmesi, sanatın çilesini yüklenenler için tehlikeli bir gidiştir ve verimliliklerinin kaybolmasına, sıradanlaşmalarına yol açabilir. Bu monotonluğu yırtmak için, içinde hüzün olan kareler seçer kendine sanatçı… Hüznü müjdeleyen kavramları yanında, yöresinde, yüreğinde dolaştırıp durur zaman zaman… Arada bir ondan kurtulmak istese de, genelde birlikte olmak ister.

Değişik motiflerdir sanatçıyı hüzne iten. Bazen; yıllar öncesinde yitirilen bir dost, kaybedilen bir dostluk da hüzün kaynağı olabilir sanatçıya… Geçmişin o sıkıntılı, dertli, elemli yüzü hatıra geldikçe, üreticiliğine katkı da sağlar. Yaptığının üzerine hüzünden bir tutam ekmeyen sanatçının ortaya koydukları her zaman eksiktir.

Bazen de ruhunuz hüznünüze dar gelmeye başlar. “Akşam oldu yine bastı karalar” türküsünde olduğu gibi ruhunuzu “karalar” basar. Bulunduğunuz mekân genişliğini kaybeder gözünüzde. Yerinizde duramaz olursunuz. Çarşı, sokak, cadde demeyip gezmeniz bile fayda sağlamaz. İsyanınız haddi aşar, hüzün her yanı basar. Dayanılmaz olur yüreği dolduran ağırlığına. Dört bir yandan beyninizi hançerleyen düşüncelerin; hayal, umut, aşk dünyanızda açtığı yaraları sarması için, elleriniz boşluğun her noktasında, hüznünüze ortak olacak bir can arar. Bulabilirseniz tabii…

Hüzünden en çok nasiplenen sanatlardan biri de musikidir ve müzik aletlerinden ney (bir diğer adıyla nây-ı şerif), derinden ve geçmişten gelen bir sesle kondurur hüznü yüreğe… Üflendikçe, her nağmede yeni bir değişkenlikle çağırır ve çağrıştırır hüznü… Çağırır ve hatırlatır; bir başka zamanda yüreğin her bir köşeciğine gizlenmiş acıları… Kendine uygun bir mekânda yankılanan ney sesi her yanı altüst eder ve “Bir kutsal emanet gibi bir sır gibi / Ve bir ayıp gibi sakla” nan her gizi, daha yeni yaşanmış, taptaze hüzünler gibi gündeme getirir. Bazı yaşanmışlıklara ait hüzünler, bir ayıp gibi saklanmaz mı zaten. Bu arada, ünlü bir neyzenden (Sadrettin Özçimi), neyle ilgili çarpıcı bir gerçeği daha öğreniyorum.

Şöyle diyor üstâd: “Neyle ne kadar barışıksanız ney size o kadar cevap veriyor. Bir hafta üflemeyi bıraksam dudağım mümaresesini kaybediveriyor ve ney iki haftalık bir çalışma istiyor. Nankör diyemem; ahdi vefaya çok düşkün, vefasızlığı kaldırmıyor. Devamlı birliktelik bekliyor, ayrılığa tahammülü yok. Geri dönüyor; ama ne nazlarla. Bir gün terkettiyseniz eskisi gibi olabilmeniz için sizi iki gün uğraştırıyor.”

Şair Kemal Eyüpoğlu tarafından “Yuvasından düşen bir kuş, neşeye ulaşmak için devamlı çıkılan bitmez bir yokuş, suskun dudaklarda iki hece ve gurbet elde siyah gece ” olarak görülen hüzün, İskender Pala için bakın nedir?

“Hüzün bir hazin kelime. Ayrılık gibi, hicran gibi; ama mutluluk gibi de. Bazen bir gözde görürüz onu, bazen bir yüzde. Bazen bulutlarla gelir, bazen lodoslarla. (…) Kimi zaman bir bayram sevincinin ardına gizlenen yetimin gözünde acı; kimi vakit fersudeleşmeye yüz tutmuş gülün yaprağında kırağı sıfatında belli eder kendini. (…) Hüzün söz olur, yarı yollarda bırakılmış yeminlerin ve vaatlerin peçesinden yüz gösterir kimi, kimi bir el yazmasının derkenarına yazılır bir ayrılık türküsü niyetine. (…) Sabahların kokusuna karışan bir pişmanlığın ( Ve belki her sabah yeni bir büyüklükte yeniden yaşanan… İ.B) terennümüdür bazen ve bazen de gecelerin korkusunu damıtan bir şarkının dizesi.(…) Hüzün mevsim olur; böler bir uykuyu bazen; bazen bir paranteze alır acıları. Hüzün karanlıktır, yalnızlıktır, korkudur. Ve hüzün bazen en büyük umutlara gebedir. (…) Hüzün renk olur, son dalın son yaprağında sararırken yakar içimizi; son fırtınanın son dalgasında köpürürken kanatır yüreğimizi. Mavi gecelerin ve kurşunî bulutların örtüsüdür hüzün.”

Ve gün gün solan, an be an değişen hayatımızdır hüzün. Ah… Sinemizi orta yerinden vuran dalgalarıyla; içimiz her koyulaştığında, bencilliğine geri döndüğünde, onu yıkayıp, insan olduğumuzu hatırlatandır hüzün…

Ne yazık ki, insanlar birbirlerinin hüzünlerine bigâneler artık. Giderek maddileşen dünyada hiçbir anlam yüklenemeyen sıkıntıların baskısı altında ezilen insanoğlunun, başkalarının ağırlığına, başkalarının hüznüne tahammülü son derece azalmıştır. Birçok şeyde olduğu gibi, burada da yaptıklarımız yasak savma şeklinde. Çeşitliliği ve kültürel yoğunluğu azalan adetleri bir an önce yerine getirip, hızla oradan uzaklaşma. İnsanlar bu uzaklaşma sonucunda kendi ölümlerinden bile kaçar oldular. Gülten Akın’ın dediği gibi; “Kimselerin vakti yok / Durup ince şeyleri anlamaya.”

Çünkü zamanı yoktur insanoğlunun, bugünü, şimdiyi, anı ve de  geçmişi yaşamaya. “Ölülerin çarçabuk unutulması bundandır.” Geçmiş bir hatıralar dizisi hâlinde dilinden dökülmeye başladığında ise, “yarın” diye bir şey kalmamıştır onun için. Hâlbuki, yaşayabilecek bir şeyleri olanlar için, “yarın” diye bir şey yoktur aslında. Oysa bugünün dünyasında, “İnsanoğlu yarın düşüncesiyle yaşayan bir yaratıktır. Yarın ne demek, biraz sonrası bile onu ‘şimdi’den alıkoyar. Bu açıdan bakıldığında, hiç bir zaman ‘şimdi’yi yaşayamaz o. Yaşamadığını yaşamaya yönelir sürekli; yarın onun kafasında, belki değişken, ama belirli imgeler aracılığıyla hep canlı durur. Başka bir deyişle, biz dünyayı pek göremeyiz, bakışlarımız hep o imgeler dünyasında dolaşır durur da ondan.” (Melih Cevdet Anday)

Yazdım da yenildim sana hüzün. Belki de seni unutmamak için sana yenilmekti muradım. Yazmanın ve okumanın zorluğunu arada bir yaşatmak ve yaşamak için, bilerek ve isteyerek yenilmekti amacım. Bir sonraki zamanda getireceklerini bekleyeceğimi bilmelisin.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Yüreğim Tetik ve Kavi / Taner Taştekin
Yirmi Beş Issız Gece-1 / Mazlum Civan
Yenildim Sana Hüzün / İsmail Bingöl
Yâre, Yâre / Alâaddin Soykan
Taze Mezar / Kamuran Bate
Tümünü Göster