
Koşturmacalar, baş döndüren telaşlar, yetişmek bilmeyen işler, bitmeyen hırslar… Modernitenin mahkûm ettiği hayat. Ucube bir tufan içinde geçen ömrümüz. Durup düşünüp ne olduğumuzu, nereye gittiğimizi sormaya bile fırsat bulamadan savruluyoruz.
Hepimiz.
Nefes almaya mecal bırakmayan hız çağındayız.
Sinemada değişen pek bir şey yok. Ucuz komedilerin, Hollywood dayatması kurguların ve üçüncü sınıf dramların tahakkümü sürüyor.
İzlemeye tahammül, yazmaya derman kalmıyor.
***
Bir kez geçeceğiz bu dünyadan.
Abbas Kiyarüstemi’nin 1999 yapımlı Rüzgâr Bizi Sürükleyecek filmi böyle düşündürüyor.
Şair, fotoğrafçı, ressam ve dahası sinema eğitimi almamış bir yönetmen Kiyarüstemi. Görmek için eğitime ne gerek der gibi varoluşsal kaygılarını kameraya çekmeyi başarmış.
Siz onu Kirazın Tadı, Arkadaşımın Evi Nerede ve Zeytin Ağaçlarının Altında gibi filmlerinden tanırsınız. İran sineması denilince Mecid Mecidi gibi vasat yönetmenler haricinde daha nice iyi yönetmenlerin olduğunu biliyorsanız.
Sade anlatısı, dingin hikâyeleri, uzun planları, sabit kameraları ve müzik olmayan yavaş ritmi ile Kiyarüstemi, Tarkovsky gibi şiirsel sinemanın, varoluşsal dilin peşindedir.
Nuri Bilge Ceylan’ın sinematografisinde etkisi vardır.
2016’da kaybettiğimiz Kiyarüstemi, sinemanın nasıl bir düşünme biçimi olabileceğini göstermektedir. Filmlerindeki boşluklar, anlam arayışları, kaygılar… Hep aynı çabanın neticesi…
***
Gelelim filmin hikâyesine:
Bir foto muhabiri / yönetmen / aydın Behzad, ekibiyle
birlikte bir cenaze törenini ve âdetlerini görüntülemek için Tahran’dan kuş
uçmaz kervan geçmez bir köye gider. Ölümcül derecede hasta olan yaşlı kadının
vefatını beklerken Ferzad isimli küçük bir çocukla arkadaşlık kurup yaşlı
kadının durumu hakkında bilgi edinir. Kendilerine bu “işi” veren patronları
Güderzi Hanımla bitmek bilmeyen telefon görüşmeleri yapan Behzat
telefonu çeksin diye her gün yüksek bir te-peye inip çıkmak zorundadır.
Orada ise mezarlık vardır.
Mezarın yanındaki kuyuyu kazan Yusuf’la sürekli konuşur. Bu sıkıntılı bekleyişe ekip arkadaşları dayanamaz. Köyü terk ederler. Ölümü beklenen yaşlı kadın ölüvermez. Behzad’ın da sabrı tükenir. Dönüş yoluna çıkacağında ise kadın ölür. Matem tutulur. Behzad fotoğrafları çeker ve gider.
***
Rüzgâr Bizi Sürükleyecek bir taşra filmidir.
Şehir ile taşra, yapay ile doğal olan gibi.
Ve ölüm. Modern çağda insanoğlunun kaderi çoğunlukla artık hastane odalarında ölmek. Çok değil yakın geçmişte yakınlarıyla vedalaşıp Hakka yürümek vardı. Herkesin gözleri önünde, dualarla yavaş yavaş uğurlanmak.
Ölüm, gözler önünde değil. Nasıl ibretlik olsun ki?
Ve sonrasında yas, defin, matem üzerine kurulu uğurlama merasimleri, âdetler. Şehirden gelen Behzad’ın yani aydın tipinin bunları gözetleme çabası.
Taşra yaşanılandır, şehir gözetleyen. Hurafe denilen şeyin ardında bir duygu ve kültür vardır. Her ne kadar Behzad fotoğraflasa, şehirdekiler fotoğraflara baksa da yaşanmadan anlaşılamaz.
Behzad’ın bu âdetleri hor görmesi, reddetmesi ve burun kıvırması bundandır.
Film boyunca köy ile tepedeki mezarlık arasında gidip gelen Behzad’ı görmekte-yiz. Sürekli. Aslında yol hayattır, sonu da mezarlıktır. Hayat ve ölüm arasındaki o yolda insan var olur.
Rüzgâr Bizi Sürükleyecek insanı merkeze alır.
Bu yüzden Behzad haricinde ekibinden herhangi birini, kuyu kazan Yusuf’u, Güderzi Hanımı, ölmesi beklenen yaşlı kadını görmüyoruz.
Kimseyi görmüyoruz.
Hayat böyledir. Ne kadar insanla iç içe olsa da kişinin kendi yolculuğudur. Tecrübesidir. Nitekim filmin finalinde Behzad’ın mezarlıktan aldığı insana ait kemik parçasının nehir üzerinde yüzmesi gibi. Nerede o yaşanmış hayatlar nerede o nehirdeki akış.
Savrulup gideceğiz.
Bu arada filmde dirilişi simgeleyen kaplumbağayı görmekteyiz. O tepedeki mezarlıkta. Mezarlardan yükseleceğiz. Ölüm son değil.
Ve ölümün ne zaman geleceği belli değil. Behzad’ın arkadaşları yaşlı kadının ölümünü uzunca süre bekleyip köyden ayrılıyorlar. Behzad da tam gidecekken kadın ölüveriyor. Artık ölmeyecek denildiğinde.
Film boyunca ölüm âdetlerini küçümseyen Behzad’ın üç beş fotoğraf karesi çekip gitmesi boşa değil. Ölüm ve sonrası merasimler, izlenilecek değil yaşanılacak bir tecrübedir.
Filmde müthiş köy tasvirleri var.
Çalışan kadınlar, tarlada erkekler, hayvanlar, meydanda oturan teyzeler, meraklı bakışlar, on çocuklu anneler, saf ve temiz çocuklar. Say ki köyümüz. Taşra evrensel midir acep?
Ve bozkır. Uçsuz bucaksız tarlalar, sarı başaklar, güneş ve gölgeler. Şiirsel bir görüntü sunmaktadır. Kiyarüstemi’nin ustalığı burada ortaya çıkıyor. Taşraya uygun olarak sadece gün çekimleri, uzun sekanslar ve sabit görüntüler. Otur, izle, düşün.
Sinema böyledir. İnsanın ruhuna sesleniyorsa varoluşu düşündürüyorsa ve halleşiyorsa sinemadır.
Ölüm ve hayat arasındaki o yol. Öze dönmenin, hakikati taşra üzerinden görmenin imkânını taşıyor. 20 yıl önceki bir filmi konu edinmemiz bundan. Ölümlü şu hayatta durup düşünmek, yol bulmak en azından aramak, fark etmek gerek.