Ses çıktı tepeyi dolandı, kestane ağaçlarını, mezarlık çiçeklerini, yabani otları, yol kenarlarını, hasretleri, eski su kuyularını, arazi kavgalarını, gönül meselelerini gezdi. Sisli dağ başlarından kara kışlardan, beyaz çaresizliklerden, şekersiz, ekmeksiz evlerden dem vurdu. Kalplerin üzerinde fokurdayan neşveli ilahilerden, hak-hukuk helal cenaze törenlerinden, müşterisi kesilmiş bir kahve köşesinde asılı muammalardan, günleri birbirine kenetleyen yazgıdan haber getirdi. Çözülemez denilen bilmecelerden, aşılmaz denilen yollardan, mağripten ve maşrıktan, ilmi nucumdan, tababetten, denizi aşırı ülkelerden bahsetti uzun uzun.
Geldi, denizin karşısına kurulmuş bu masaya oturdu. Anne ile oğlun yanına.
Oğul: “His var mı bu âlemde nekâhat gibi tatlı”
Ses dinledi söyleneni, samimi buldu söyleyeni, yoksa alışkanlığı değil durup dinlenmek bir sofra başında. Baktı Anne “katıksız sevgi” oğluna. Dünyanın çivisi bir dağ, bir kuşatma, bir duvar. Ses dinledi annenin cevabını.
Anne: “Hangi zayıflık kendi kafanda kurup esiri olduğun zayıflık mı?“
Oğul: Bu bir şiir dizesi Anne, bu benim hissim değil şu an, ama onu önemsiyorum bazen kendimi ona yakın buluyorum.
Anne: Uzaktan gelen sesin anlattıklarını dinledi bir süre. Zihni dolaştı dağ başlarında, kara kışlarda, gönül meselelerinde. Sonra döndü dedi oğluna: “Oğul”
“Bahar zamanı hani köklere su yürür tekrar, ağaçlar yaza hazırlanır insanların bakışları için, fotoğraf karelerine dolgu malzemesi için…” Ağaçlar yaza insanlar için mi hazırlanır oğul? Fotoğraf kareleri için mi? Birkaç dip mandalina fidanı diktik hatırlıyor musun beş yıl önce. Hani meyve verdiler yedik bu yıl, bizi hastalıktan korudular, toprağı tutup toprağa tutundular.
Uzun süre ufuk çizgisine baktı oğul, disiplinler arası okumlar yapmadan kendini çözmesi kolay mı insanın, evreni, insanları anlaması kolay mı? Sahile döndü gözleri, kum gemisine, balıkçı barınaklarına, çocuk parkına, geminin yanındaki hurda yığınına takıldı. Koştu dalgaların ardından, ufuk ne kadar uzaklaştıysa o uzaklaştı bulunduğu yerden. Suya baktı, gökyüzüne, koştu, ufkun ardından çok uzaklara gitti. “Açmaz” dedi gözleriyle tüm gördüklerine, siz yeterli değilsiniz bana kendimi tanıtmaya. Döndü annesine: “Anne” dedi.
“Hafızın kabri olan bahçede bir gül varmış
Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle”
Annesi; kaynayan sütün telaşında, pembe gül desenli örtüsü başında, elli sekiz yaşında bu kadın, önündeki tabaktan iki ceviz aldı avuçları arasına, kırdı da cevizleri, içlerini çıkardı. Birini kendi yedi, birini içini verdi oğluna. “Oğul” dedi.
“Tez kızaran güllerden kendini sakın” Güller vardı bizim meşenin orada, meşe diken, meşe kestane ağaçlarıyla kaplı baştanbaşa, biz severdik gülleri, hem gider kestane toplardık dikenlerin içinden, yengem türkü atardı, oyun oynardık, hem oynardık hem toplardık. Dikeni ve gülü bilirdik. Meşeyi budadılar, gülleri kopardılar oğul.
Oğul şaşkın, gözleri yorgun bakmaktan, bakıp da görememekten…
“Anne, bu İsmet Özel’in dizesi değil mi? Yoksa ümmiyim diye beni kandırıyorsun. “
Anne kalktı yerinden ocakta kaynayan sütü indirdi yere, açtı kapağını, kaynamış süt kokusu yayıldı etrafa. Aldı eline bir kepçe doldurdu bir bardağa. Döndü dedi oğluna:
“Bu süt, sağıldı da kaynadı burada, çok geçmedi aradan. Hadi, iç bir bardak bundan.
Oğul, bitirdi cevizi çiğnemeyi, yutkundu döndü annesine, tam konuşacağı sırada sustu, sabit kaldı bakışları bir gölgede, bir ses geldi gaipten, yanlarındaki sesten çok farklı, bu ses asla konuşmuyordu sisli dağ başlarından, eski su kuyularından, kestane ağaçlarından. Bu ses sanki ilkel insandan modern insana kadar çözmüştü bütün problemleri. Çözdükçe keskinleşmişti bakışları, asırlar ötesinden gelen kadim bir vakarla çıkmıştı karşısına insanların. Oğul, baktı bu keskin gözlere, baktıkça derinleşti. Bir cümle aldı çıkardı bu bilgenin gözelerinden. Döndü annesine, aldı elindeki süt dolu bardağı masaya bıraktı. “Anne” dedi.
“Harf devrimi kütüphanelerimizi dilsizleştirdi mi?”
Anne, ümmiydi kendini bildi bileli, yanındaki sesler karıştı birbirine. Baktılar karşıdaki dalgalı denize. Ufuklara daldı gittiler iki ses ve Anne.
Anne “harf” diye sayıkladı: Harf. Bilmedi harfleri elli sekiz yıl, okumadı gördüğü kitapları, tabelaları, suskun kaldı okuyanların yanında, imrendi, gözleri doldu. Tutup çekiştirdi iki üç harfi katmaya çalıştı birbirine. Harfler çetin, kelimeler ağır, cümleler uzlaşımsız. İş çok vakit kısa, bir denedi olmadı, bir daha, bir daha, baktı yapamıyor. Sustu, yanaklarında iki damla yaşı. “Oğul” dedi.
“Üzümü pas vurdu yine.”