Ölü Kokusu

Kınalı elleriyle tutundu hayata. İnce, uzun, titrek ellerinde yol buldu hayat. Bir dağın tepe­sinde, dalları göğe durmuş yalnız bir kavak gibi salınıp durdu. Uzaktan el edip durdular ona, gelip geçerken altında dinlendiler, bazen bir yudum su verdiler. Şiirler yazan oldu hakkında, türküler söyleyen… Ama tutup da hiç kimse “Yalnız kalmasın, yanına bir kavak da biz dike­lim.” demediler.

Her sabah, şafak kor alev yanarken çıkardı bahçeye. O sabah da öyle yaptı. Çileklerin, çiçeğe durmuş domates fidanlarının, salatalıkların, biberlerin otunu temizledi. Uzayıp körpe dalları yerlere uzanmış fasulyeleri ince, uzun sırıklara doladı, dimdik dursun diye. Meyve vermek için bu şart. Dik durmak. Hiç dik duramadığı için mi bir meyve verememişti şu hayatta. Salınıp gitmişti toprağın üzerinde. Otlar örtmüştü üstünü, başını gökyüzüne kaldırmaya görsün, hemen tutuverirlerdi perçeminden.

Evin en büyüğü. Hızır gibi her yere ve her şeye yetişen. Yapabileceklerine ve yapamayacakları­na her daim “evet” diyen. Hangi saat dilesen müsait olurdu- olmalıydı. Hangi yemeği dilesen tez zamanda ortaya çıkarıverdi-çıkarmalıydı. Hangi işi dilesen hemen kollar sıvanıp yapılırdı-yapılmalıydı. İnsanlar gelip geçerdi önünden, evinden, bahçesinden, sofrasından, yanından, kıyısından. Azıcık sokulurlardı işleri görülesiye dek. Azıcık tutuverirlerdi ellerinden. Isıtırlardı. Gönlünü şenlendirirlerdi. Gülümserlerdi; hatta “İyi ki varsın.” derlerdi. Ne zaman ki işleri biter, ihtiyaçları görülür, arzuları yerine gelir ya da karınları doyardı, işte o zaman usulcacık görünüp ardından kaybolan bir yaz yağmuru gibi çekip giderlerdi.

Seher’i vardı bir tek. Dostu, sırdaşı, arkadaşı. Bir kahve içimlik kaçışlarında telaşla içilen kahve­ye sığdırılırdı tüm hayaller. Kahvenin telvesi görünesiyedek ne hayaller kurulurdu ne hayaller. Hatta bir yuva kurup çoluk çocuğa karışılır, neredeyse torunları görme saadetine kadar hayal­ler yol bulacakken, birden annesinin haykırışları kahvenin telvesinde derin çatlaklar açardı.

“Erişte kesilecek bugün, sen gezmelerdesin. Çıkar bakayım kilerden un çuvalını.” Tarhana yapılacak, şişelere konserve basılacak, biber-patlıcan kurutulacak, kimselerin yatmadığı yün döşekler havalandırılacak, yünleri didilecek, tüller makineye atılacak, beyaz çarşaflar çamaşır suyuna bastırılacak, halılar bahçede yıkanacak… Hiç bitmezdi anasının işleri, hiç.

Kınalı elleriyle tutundu hayata. Hayat, avucunun ortasındaki bir top kına gibi hep avuçlarının içinde kaldı. Bütün hayalleri o kınanın içinde saklı. Bir tomurcuk gül gibi incitmekten kor­karak taşıdı kınasını hep. Ne zaman solmaya yüz tutsa kınası, hemen gider yenisini yakardı. Avuçlarının ortasında bir kızıl gülşen, saçlarına rengarenk kelebekler takardı. Ne zaman yorulsa, ürkse, ümitsizliğe kapılsa şu hayatta, yapayalnız kalsa dört duvar arasında, hemen kınayı karar, kokusunu içine çeker, yalnızlığına kardeş ederdi.

Annesi bir gün, sokağa açılan ahşap kapının azıcık gerisindeki dut ağacını gösterip, “Haber vermeden şu ağaçtan ötesine geçmek yok. Otuzunu geçmiş bir kız, senin gibi kapı kapı gezerse millet ne der düşündün mü hiç? Yarın öbür gün bir dedikodun çıkar, insan içine çıkamaz hâle geliriz. Otur evde havlu kenarı ör, yastık uçları, kaneviçe, tel kırma, antep işi…”

Ördüğü havlu kenarlarını üst üste koysalar dağ olurdu. Yastık uçları, kaneviçeler sandıklara  sığmaz oldu. Ne zaman, niçin, nasıl kullanacağını bilmeden örüp durdu. Baktılar ki çıkan bir kısmeti yok, kız kardeşleri üçer beşer istediler, sonra komşuları… Yok sünnet düğünü, yok kızımın çeyizi derken kayıp gitti ellerinden. Gerçi çok da umursadığı yoktu ya.

Çok ulvi görevleri olurdu! Kız kardeşlerinin çocuklarına bakmak gibi. Yüzlerine en şirin hâl­lerini takınır, ‘işleri bitesiye kadar’la başlayan cümleler kurup–yalnız o işler bir türlü bitmez-apar topar çocukları bırakıp kaçarlardı. Önceleri yeğenlerinin bezlerini değiştirir, mamalarını yedirir, bacaklarında sallayarak uyuturdu. Zaman acelesi varmış gibi kayıp gitti avuçlarının arasından. Her şey ve herkes değişti sonra. Çocuklar büyüdü. Bu kez ödevlere yardım, hatta veli toplantılarına bile o giderdi. “Bahçe geniş, çocukların doğum günlerini burada kutla­sak.” demeler… “Dışarıdan pasta mı alacağız canım, senin mis gibi pastaların var.” demeler… “Yanına bir şeyler de yaparız dimi abla? Bu “yaparız” ne sihirli bir kelimedir böyle, birinci çoğul şahıs kullanırsınız, ama üçüncü tekil şahıs ‘o’ koca bir sıfır gibi kendisiyle başbaşa kalıp ne lazım gelirse yapmaya koyulurdu her şeyi. Madem evlenmedin, doğurmadın, anne olma­dın, bak hadi çocuklarımıza der gibi bir teşekkür en fazla, belki o kadarı bile değil.

Bir gün annesi uyudu, uyanamayıverdi. Öyle güzel, öyle sessiz, öyle masum uyuyordu ki onu neredeyse affedecekti.

“Yıllarca arkamdan bağırışları beni titreten, ruhumu da bedenimi de daracık bir alana hapseden kadın bu muydu şimdi? Kız kardeşlerimi okula gönderip beni azıcık gösterişli, boylu poslu diye evde tutan, okutmayan o değil miydi? -Yok aslında, ev işlerinin kendisine kalmaması için okutmamıştı bilirim.- Onlar okulda matematikte havuz problemleri çözerken, coğrafyada Akdeniz’in bitki örtüsü maki derken, edebiyatta “İstanbul’da Boğaziçi’nde bir garip Orhan Veli, Veli’nin oğlu” şiirini incelerken bana onların okul formalarını ütülettin. Yemeklerini pişirttin. Hatta sonrasında bile bir türlü büyümek bilmeyen kız kardeşlerimin ve dahi onların bütün çocuklarının sorumluluklarını üzerime boca eden sen değil miydin? Şimdi gelmiş karşımda gülümsüyorsun. Bağırmıyorsun. Kızmıyorsun.

Artık televizyonun üzerindeki o modası geçmiş danteli kaldırabilirim. Salondaki ‘kardeşlerin gelirse yatar’ diye tuttuğun o eski kanepeleri atıp yerine daha şık bir koltuk takımı alabilirim. Artık canım ne isterse o yemeği yapar, bazen peynir ekmek ve çayla da idare edebilirim. Hatta sana sormadan dut ağacının öte yanına geçip mahalleye açılabilirim. Bırakın mahalleyi ta karşı yakaya, orası de kesmezse başka diyarlara uçabilirim.

Yok, bunların hiçbirini yap(a)mayacağını biliyordu aslında. Kaderine razı gelmiş yaralı bir cey­lan sükunetiyle öylece kalakaldı ölünün yanında. İstese, gayret etse doğrulup hızlı adımlarla aslanın onu parçalamasından kurtulabilirdi belki de. Yalnız ne yöne koşacağını dahi kestire­mez olmuştu. Belki hayat sofrasında onun payına düşen de bir kuru ekmek olmuştu. Yağla balla oyalanmak da neyin nesi diyerek sus pus olup oturdu.

Annem hep söylenir, hep dertlenir, sürekli bir şeylerden şikayet ederdi. Şimdi bembeyaz çarşafların arasında mışıl mışıl uyurken şükretmiş miydi acaba? Ne hastanelerin soğuk mor­gunda, ne üç takla atmış bir arabanın altında, ne de sele kapılıp bir dere yatağının ağzında olmuştu son uykusu. Bana her hafta yıkatıp ütülettiği o canım çarşaflarının arasında mışıl mışıl uyuyordu işte.

İnsanlar ölüleri çok sever. Kırk yıl daha yaşasa kapısını çalmayacak olan insanlar ölünce ölü evine doluşuverirler. Üstelik en feryat figan ağlamaları da onlar yaparlar. Hani maça gidip bağırarak deşarj olan insanlar gibi, ölüye gelip ağlayası her ne varsa gönlünün bir köşesine yığıp avazı çıktığı kadar bağırarak ağlarlar. Bu tarz bir ağlama başka bir yerde olsa taham­mül edilemeyecekken ölü evinde takdirle karşılanır. Sonra da ağlayan zırlayan taifesine bakıp rahmetlinin ne de çok seveni varmış diye gururlanılır!

Bahçede ateş yakılmış, ölünün suyu ısıtılmıştı. Komşuların ağlamaktan gözleri iyice kızarmış, bir tek ben de tık yok. Ağlamamı salık veriyorlar. “Bak ağlamayıp içine atarsan hasta olursun sonra. Sıkma kendini, hadi ağla.” Baksanıza kızkardeşlerim kendilerini bir o tarafa atıyorlar, bir bu tarafa. Onlar üniversitelerde okurken ben evde yufka açmaya, salça yapmaya mah­kum edildim. Bu yüzden ağlamak gelmiyor içimden diyemezdim. Ben de ağladım. –Mış gibi yaptım.-

İmamım karısı maşrabayı tutuşturdu elime, evin en büyüğü benim diye. Ölünün suyunu özenle hazırladı. Ne sıcak, ne soğuk. Yok aslında bizim ölü kaynar kaynar yıkanırdı diyemez­dim. Ilık suyu ölünün üzerine yavaş yavaş dökmeye başladım. imamım karısı da lifi bolca köpürtüp elinin altında kırılmasından korktuğu narin bir biblo gibi yumuşacık dokunuşlarla başladı ölüyü sabunlamaya. Ardından “Niyet ettim Allah rızası için son abdestine” diyerek özenle abdest aldırdı.

Artık ondan iyice uzaklamıştım. O, bir anne değil de, şu bahçede birbirine birleştirilmiş iki ahşap masa üzerinde boylu boyunca uzanmış bir ölüydü sanki hep. Ya de hep uyuyordu öyle; sakin, sessiz, huzurla. Öyle donmuş, öyle hissiz döküyordum ki elimdeki suyu, imamın karısı bazen elimi çekiştiriyor, “Hep aynı yere su döküyorsun, bak şöyle aşağı doğru gezdir maşrabayı.” diyerek elimden tutup ölünün belinden ayaklarına doğru suyu gezdiriyordu. Sonra bembeyaz kefeni çıkıverdiği ortalığa bir gül gibi. Hayret, kendi çarşaflarından bile daha beyazdı. Önce saçlarını ikiye ayırıp ördüler. Her an ağzını açacak, bize bakacak, saç­larımı ne çekiştirip duruyorsunuz diye kızacak sandım ya olmadı. Kat kat beyaza büründü munis bedeni. Tam beş kat. Konulan her bir parçada ona olan kırgınlıklarım, kızgınlıklarım, hayal kırıklıklarım uçup gitti. En son, parmak aralarına, yüzüne, çenesine, koltuk altlarına o yumuşacık pamuklar yerleştirilirken bir ölüden bir anneye dönüşüverdi yine. Onu gerçekten kaybettiğimi işte o an anladım.

İşte karşımda beyaz bir kelebek gibi duruyor annem. Kalbimi usulcacık esen bir yel titretiyor. Sanki bir üşüme, serin yaz akşamlarında esen rüzgara karşı; sanki kaçırdığım trenin ardından, dumanında asılı kalmış o son bakış; sanki avuçlarımdan az önce “uç uç böceğim, annen sana terlik papuç alacak ” diye uçurduğum uğur böceğinin yaprakların arasında kaybolup gidişi gibi; sanki, sanki… Sanki içim yanıyor. Bu yangın onun ölümüne mi, yoksa iki oda bir sofa bu rutubet kokan evde yalnız kalışıma mı bilemiyorum. Hafif bir sızı yokluyor burnumun ucunu, sonra iyiden iyiye ağırlaşıyor, yukarı, gözlerime doğru çekiliyor. İki damla yaş olup süzülüyor yanaklarımdan. Kimse bilmiyor, kimse görmüyor. O an anlıyorum, annemi çoktan affetti bu yürek.

Kız kardeşlerim, annemin defnedilmesinden sonra ışık açıldığında kaçışan karaböcekler gibi aceleyle dağılıveriyorlar, ölümün kokusu üzerlerine sinmesin diye. Herkesi telaşlı dünyalarına teslim edip, ahşap bahçe kapısının kilidini çevirip içeri giriyorum. Az önce ölü yıkanan yer burası değil miydi? Yerler hâlâ yaş. Küçük su birikintileri oluşmuş. Bir iki yerde dağılmamak için birbirine tutunmuş sabun köpüklerinin sessiz, sakin, titrek bekleyişi. Her an kaybolup git­meye hazır. Dünya konup kalınacak bir yer değil ki. Küçük, beyaz, titrek köpük taneleri gibi.

Nasibimi elimden alanın annem olduğunu sorgulamadan, suçlamadan, kırılmadan girdim evime. Annemin uyuduğu odaya geçtim. Az önce içerisinden ölü çıkan bembeyaz yatak öylece bakıyordu bana. Sonra bir ses duydum. Önce bir uğultu sanki, sonra fısıltıya dönüşen. “Hadi gel, sen de gir içime. Dünya döndükçe nasibinden fazlasını mı bulacaksın?” Yok canım, daha neler dedim, gelip koynuna girmemi bekleyen bu yatağı dinlemedim elbet. Ancak bana annemin kokusunu anımsatan çarşafa ve yorgana ilişmedim. Onu içerisinden nasıl çıkardıysam öylece muhafaza ettim.

***

Yemeden, içmeden günlerce baktı beyaz çarşafın yol yol akıp giden kırışıklıklarına, yorganın kıvrımlarına, su gibi kayıp yataktan aşağı doğru sarkışına, yastığın ortasında bir başın ağırlığı­nın vermiş olduğu çöküntüye baktı, baktı, baktı.

Belki bir kere olsun biri gelip kapısını çalsa, donup kaldığı o yatağın karşısından çekip alsa, “Hadi çık dışarı bir hava al, dut ağacının öte tarafına geç; sokaklarını, parklarını dolaş bu şehrin, atla otobüse hiç görmediğin başka yerlerine git.” dese belki de kurtulurdu bu ölüm kokusundan. –Seher’i evlenip de el memleketlere gitmemiş olsaydı gelirdi elbet, çekip çıkarır­dı onu, bu ölü kokulu odadan.- Oysa hiç kimse gelmedi içerisinden taze ölü çıkmış bu eve. Grip gibi, verem gibi bir şey miydi bu ölüm kokusu, soludukça insanı içerisine alan? İnsanlar, bize bulaşır da alıp götürür diye korktular.

İçinden taze ölü çıkmış yatak, baktı ki şu zavallı kadının yatağın karşısından ayrıldığı yok, daha, daha da güçlü seslendi bu sefer. “Hadi gel, gir koynuma, dola bedenine beyaz yorganı, koy başını şu yastığa. Yaralı bir ceylansın işte. Ne kadar kaçabilirsin ki avcıdan. Nasibin bu kadarmış hayatta.”

Uyuşmuş bir şekilde korka korka ilişti yatağın kenarına. Bir süre öylece oturup bekledi. Sonra ölü kokusu mu çalındı burnuna, yoksa gaflet mi bastı kim bilir, usul usul düşüverdi göz kapakları. O an yatağın içi ona bembeyaz bir papatya tarlası gibi göründü. Taze kır çiçekleri, daldan dala konan kelebekler, çağıl çağıl akan bir şelale karşısında buldu kendini. Azıcık daha çekti bedenini yatağın ortasına. Uzanmamak için direndi. Başı önüne düştü, olmadı geri kaldırdı, bir daha düştü, yine kaldırdı. Ayaklarına bir üşüme geldi, yorganla bir güzel kapattı. Hoşuna gitti bu tatlı sıcaklık. Yorganı dizlerine kadar çekti sonra. Daha bir kaç gün öncesin­de annesinin dokunduğu bu yorgan elini yakacakmış gibi korktu ya, o da olmadı; ellerinde bir ılıklık duydu yalnızca. Başı yer çekimine dafa fazla dayanamayıp yavaşça düştü yastığa. Yorganı önce beline, sonra göğüs hizasına kadar çekti korkak korka. Kokuyu ilk defa hissetti. Taze ölü kokusu. Biraz beyaz sabun, biraz taze ölü kokusu yaktı burnunu. Sonra ikisi de koy­boldu. Yalnız bir gül bahçesinin tatlı tatlı esen rüzgâra karışmış gül kokuları kaldı burnunda. Günlerden beri ilk defa gülümsedi. Kendini mutlu hissetti. Kendini mutlu hissettiği başka bir anı hatırlamaya çalıştı, bulamadı.

Pencereden gelen ışık gözüne çaldı, rahatsız etti onu. Kirpikleri kıpır kıpır koynadı, kalkıp güneşliği çekmeyi akıl edemedi, güneşten korunayım diye yorganı iyice çekti kafasının üzeri­ne. İçinden bir sıcaklık, bir titreme, bir karıncalanma geçti. Ayaklarından yukarı doğru çıkan bir ışık hüzmesi. Kanı çekiliyordu sanki damarlarından. Ayaklarından yukarı doğru çıkan o ışık hüzmesi ılık, kaygan bir şeye dönüştü sonra. Yukarı doğru çıkarken buz kesiyordu gelip geçtiği yerleri. Ayaklarından başladı soğumaya. Bir rahatlama, genişleme omuzlarında, bir hafiflik… Üzerinde yıllardır biriktirdiği yükleri bir tarafa bırakmış olmanın verdiği dayanılmaz hafiflik. Hayatla savaşmak yoruyordu insanı.

En iyisi teslim olmaktı. Hem yaralı yaralı daha ne kadar koşabilirdi ki? Zaten yüzüne kadar gelmiş olan yorganı iyice örttü başının üzerine, hatta başının üzerinde kalan yorganın faz­lasını bir yastık gibi başının altına geçirdi. Yukarı doğru kayan o ılık, kaygan şey gelip göğ­sünde durdu, azıcık dinlendi; belki yokladı göğsünü, atmaya mecali var mı diye. Kalbi hızlı hızlı koşan bir at gibi deli deli atmaya başladı önce. Yemyeşil ovaları, vadileri geçti; buz gibi suların içine girdi, üzerine gürül gürül şelaleler akan. Sonra dağlara çıktı. Bembeyaz karların arasında boy vermiş kardelenlere gülümsedi. Çok yoruldu, neredeyse çatladı çatlayacak. Dağın zirvesinden şöyle bir baktı etrafa, bembeyaz dağların arasında kapkara genç bir kısrak. Soluk soluğa kalmış. Yavaşlamak gerek dedi, sonra da durmak. Kalbi de bıraktı koşmayı; önce yavaşladı, yavaşladı, durmaya az kaldı.

Uçuverdi kınalar avuç içlerinden. Bir rahatlama, bir huzur… Gözleri mutlulukla kapandı.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

İnsan / Şeref Akbaba
Şirâze’den Şirâze’ye Saklı Mektuplar -99 / Şiraze
Rüzgâr Bizi Sürükleyecek / Abdullah Ömer Yavuz
Benin / Bir Garip Müslüman Diyarı / Ahmet Mahmut Şen
Hikmet Burcu Peşinde / Erdoğan Muratoğlu
Tümünü Göster