Bir kez daha yolumuz düştü Bursa’ya. Bozüyük’te Kumral Abdal’ı, İnegöl’de Turgut Alp’i ve Geyikli Baba’yı uzaktan selamladıktan sonra Bursa’ya vasıl olduk. Kırk yıl önce okula giderken her gün selamladığımız Dua Çınarı’nın yerinde yeller esse de uzaktan Uludağ’ı temaşa etmek, şehre hâkim bir noktada bulunan ve henüz Toki’nin gazabına uğramadığı için hâlâ ayakta duran Yıldırım külliyesini görebilmek sevindirdi bizi. Bunları bize Bursa’nın birer “hoş geldiniz” sözü kabul edip ilk önce Yıldırım’a uğradık. Onu Emir Sultan takip etti. Âşık Yunus, Yeşil Türbe ve Yeşil camii, Orhan camii, Ulu cami, Emir han derken yokuş yolda terlemeyi seve seve göze alıp Somuncu Baba’ya vasıl olduk. Sonrasında Gümüşlü (Tophane), Osman ve Orhan Gazi türbeleri ve ardından Tanpınar’ın deyişiyle “Sabrın acı meyvesi’’ Muradiye’de vuslat alıp vuslat verdikten sonra Karagöz ile Hacıvat’ı ve Süleyman Dede’yi ziyaret ettik. Son durağımız ise Murat Hüdavendigar oldu.
Bir güne sığdırdığımız bu ziyaretlerden sonra zihnimiz de gönlümüz de Bursa’yla doldu. Huzur bulduk. Zira mazi camilerle, türbelerle, çınarlarla, sayıca azalsa da çeşmeleriyle konuşmaya devam ediyor. Tabi, onunla bir ünsiyetiniz, muhabbetiniz varsa. Değilse taş taş olmaktan, ağaç ağaç olmaktan öteye geçmiyor. Bir müzede dolaşır gibi oluyorsunuz. Mana pencereleri kapalıysa hiçbir şey, hiçbir şey söylemiyor. Ne Karamazak yokuştaki Âşık Yunus ilahileri geliyor aklınıza. Ne Bursa sokaklarında Evliya Çelebi’nin ayak izlerini aramak ne de Üftade dergâhındaki zikir seslerine katılmak. Bir yabancı gibi dolaşıyorsunuz şehri. Fotoğraflar çekiyor, susadıkça su içip acıktıkça yemek yiyorsunuz. Oysa bu şehirde acıkmak da susamak da ancak ona karşı hissedilmesi gereken bir duygu olmalı. Başka türlü bu şehirle bir bağ kurmanız imkânsız olur ve Tanpınar’ın dediği “Bursadaki o ikinci zaman”ı asla yaşayamazsınız.
Oysa yaşamak gerekir. Bu, kadim coğrafyada varlığımız devam ettirmek Bursa, Ankara, İstanbul, Amasya, Konya, Sivas gibi şehirlerle bağ kurmakla yakından alakalı bir durumdur. Geçmişi bilmez, onun dilinden anlamaz, geçmişteki tecrübeleri bugüne katmazsanız geleceğe nasıl yürünebilir ki? Nitekim hoyratça tahrip ettiğimiz mazinin bu nadide şehirleri bunun bedelini bize ağır şekilde ödetiyor. Tökezliyoruz. İstikametimiz kayboluyor. Millet olmaktan çıkıp değersiz, tarihsiz, hafızasız bir yığına dönüşüyoruz. Mutlu olduğumuzu sandığımız o beton yığını gökdelenlerde –ki bu adlandırma bile kibir kokuyor-bunalıp bahçesinde hanımelleri açan küçücük bir evin hayalini kurmaya başlıyoruz. Ama o evleri artık bulabilirsen bul. Bu defa çaresiz kalıp ruhumuz feryat ediyor. Diyelim Bursa’ya geldiniz ve “Bursa’da Zaman’’ şiirini de biliyorsunuz o zaman “Yeşil Türbede çinilere sinmiş Kur’an sesini duymak”, Yeşil cami minaresinden okunmaya başlayan ezana kulak kesilmek istiyorsunuz. Zira araya yıllar girmiş ve şehirle yollarınız ayrılmış. İçinde yaşıyorsunuz ama aslında yaşamıyorsunuz. Eğer öyle olsaydı şehrin kadim ruhuna uygun yeni yerleşim alanları kurardınız. Yine kadim mekânların kıymetini bilip onlara gözünüz gibi bakardınız. Her hafta sonu çocuklarınız sadece oyun parklarında değil buralara da getirip mazi denen o ihtişamla tanıştırır onlara yeni hayatları konusunda ufuk açardınız. O masum ellerini Emir Sultan’da duaya açıp meleklerle göz göze gelebilirler, hayata o ruh haliyle çıkabilirlerdi. Ya da Uludağ üzerine masallar, efsaneler, hikâyeler anlatarak o dağın nasıl “keşiş” dağından “Ulu” bir dağa dönüştüğünü anlama imkânı bulabilirlerdi. Çünkü henüz kirlenmemiş masumiyetlerdi çocuklar. Modernizm virüsüne karşı böyle aşılayabilirdiniz onları. Böylece mekânlar onlar için taş yığını olmaktan çıkıp özge yerlere dönüşebilirdi algılarında.
Mesela sadece mekânlar da değil elbette. Boşuna “Şerefü’l-mekân bi’l-mekîn” dememişler. Mekâna şeref kazandıran şahsiyetlerdir. Bunlar da aslında her tarih şehrimizde olduğu gibi Bursa’da o kadar çok ki… Ne var ki tam da bu noktada Arif Nihat Asya’nın “Ne adlar ezberledi ya nebi/Adının anmaya alışkın dudaklarımız artık yolunu unuttu ayaklarımız..” mısraları akla geliyor. Üzülüyorsunuz. Öyle çok ad var ki çocukların da büyüklerinde hafızlarında. Ne Emir Sultan, Ne Bursevi, ne Süleyman Çelebi, ne Orhan Gazi, hepsi sanki hatıralarıyla olduğu gibi adlarıyla da aramızdan çekilmişler. Şimdilik mekânları birer turistik yerler. Girip Fatiha okuyanların yerini artık fotoğraf çekenler almak üzere. Oysa onlar hep aramızdalar. Yahya Kemal bize ebediyete göç edenlerimizle yaşamamız gerektiğini söylemişti yıllar önce. Ama duymadık duyuramadık bu sözü.
Tanpınar, o meşhur şiirine “Bursa’da Zaman” diye ad vermişti. Derim ki zaman zaman olup devem ettikçe ruhunuz konuşacak, aklımız yeniden çalışacak ve biz mazi ile hali, hal ile istikbali birbirine bağlamanın gerekliliğini çok da iyi anlayacağız. Büyüyen zaferler tekrarlanan yenilgilerden doğarmış. Böyle söyler Karakoç. “ Aşk celladından ne çıkar mademki yar vardır/ Yoktan da vardan da ötede bir Var vardır” O Var’a dönerek bu coğrafyada yeniden asli kimliğimizle var olmayı bilmek durumundayız. Yine onun dediği gibi küllerimizden yeni hisarlar yapabiliriz. Öyleyse gelin “Gelin gülle başlayalım atalara uyarak/ Baharı koklayarak girelim kelimeler ülkesine./ Bir anda yükselen bir bülbül sesi bize/ Bana geri getirsin eski günleri.”
Eski günler gelmedikçe yeni günler de gelemeyecektir.