Dostlarımın hemen hepsinin dünyaya arkaları dönük insanlar olduğunu fark ettim. Dünyayla çok da barışık gözükmeyen halimizin sır sayılmayacak gerçeği, dünyanın bizi hayata küstürdüğüdür. Yaşamak, ruhumuzun kaldıramayacağı bir yük olup biniyor omuzlarımıza. Adam gibi yaşamak neredeyse yüz kızartıcı bir suç sayılmaktadır. Artık dönme yönüne, hızına, biçimine katılmadığımız, katlanamadığımız, katılmak ve katlanmak da istemediğimiz bu dünyada neredeyse tek arzumuz, kimseye rezil malamat olmadan yaşayıp gitmekten ibaret olmuştur. Akışa katılmadığınız, üstüne üstlük bir de karşı çıktığınız durumlarda size deli diyorlar. Egemenliğini kurmuş genel geçer akla karşı çıkmanız deli muamelesi görmeniz için yeter sebep sayılmaktadır. Genel geçer kabul gören delilikler, akıllılık sayılmaktadır. Akıllılık tahtını işgal etmiş delilik, dünyayı yönetince, yaşadığımız dünya ortaya çıkmıştır. Delilerin dünyasında akıllı olmak, akıllı kalmak zor. Akıllılar dünyasında deli olmak kolay mıdır? Allahım, bu dünya dayanılır gibi değil! Ben şimdi Kemal Bulut’u nasıl anmam; ne diyordu bir şiirinde? “Affedin, bir yanlış zamanda ömür biçilmiş bana!”
*
Giovanni Papini, ‘Gog’ adlı meşhur eserinde koşullandırmalarla kanıksanmış dünyanın tersine bir mantık işleterek en çarpıcı gerçekleri en çıplak bir anlatımla aktarır. İlkin tuhaf imgesel fanteziler sanılan anlatıların hayatımızın ağır, trajik gerçekleriyle örtüştüğünü anlarız. Öyle zannedilir ki, anlaşılmayanların ağırlığı daha fazladır. Papini, dünyaya Gog adlı bir delinin gözünden bakarak ters bir diyalektik geliştirir. Gog çoğu zaman çizginin bu tarafına geçerek bize gördüklerini anlatır. Anlattıklarında hatlar, katlar, bağlamlar öyle karışır ki, kimin deli kimin akıllı olduğu anlaşılmaz. Emin Maaluf’un ‘Çivisi Çıkmış Dünya’sını hatırlarsınız. Bu kitap, aydınlanma felsefesinin cennet vaadiyle kurduğu kapitalizmin bir cinnet dünyası ortaya çıkardığını konu eder. Batının zafer diye elde ettiği kazanımlar, onun bunalımını artırmıştır, artırmaktadır. Adaleti zulüm, güzelliği çirkinlik, yükselişi düşüştür. Aklı onu getirip deliliğin kolları arasına bırakmıştır. Her iki kitabı da okuduğunuzda ‘dünya tersine dönmüş’ dersiniz. Öyle ki, neredeyse doğru denilenler yanlış, yanlış denilenler doğrudur.
“Gog’u nerede gördüğümü söylemeye utanıyorum: Tımarhanede!” diye başlar kitap. Bu tımarhanelik kişi acaba kimdir, nedir diye başlayan merakınız, onun hayatın her katında, katmanında, herkesle ilişkileriyle süren macerasıyla kat be kat artar. Gog aramızdadır. Üstelik zaman zaman son derece saygın kimliği, kişiliğiyle aramızdadır. Yoksa dünya bir tımarhaneye mi dönüşmüştür? Gog kimdir? Papini genel karakteriyle onu şöyle tanımlar: “Aklı bazen en taşkın yenilikleri aşabiliyordu, fakat ruhu doğuşunkinden daha zalim, daha kurak olmuştu. Milyarları, kanunlara uyarak toplamasına yardım eden içgüdüsel zekâsını şimdi, her türlü nadir şey ve şehvet peşinde, en akla gelmez istekleri, en iğrenç hevesleri yerine getirmek yolunda kullanıyordu.” Anlaşılması için ince bir dikkatle okunmasına bile gerek olmayan bu ifadelerden, bu tımarhanelik delinin, keskin canlı bir zekâya sahip olduğu anlaşılıyor. “Aklı en taşkın yenilikleri aşabiliyor” Sonra kanunlar çerçevesinde milyarlar kazanma yeteneğine sahip. Zevkine düşkün! Arkanızı döndüğünüz dünyanın değerleriyle baktığınızda göz kamaştıran bir fotoğraf görüyorsunuz: Akıl var, bilgi, eğlence var, para kazanıyor.
Hatta günümüz dünyasının idol insanı, rol modeli bile denilebilir. Öyleyse nasıl bir deli bu? Kitabın esprisi tam da burada gizli zaten: Gog, kimi zaman devlet başkanı, kimi zaman sahne dünyasının aşağılık starı, kimileyin gayrimeşru yollarla kazanılan servetini bayağı zevklerin tatmini için kullanan bir kişi, hatta kimileyin yazar, düşünür edasıyla karşınıza çıkan seçkin görünümlü insan, özetle çağımız değerlerini şahsında toplamış itibarlı bir isim olabileceğini anlarsınız. Papini de onu benzer ifadelerle niteler zaten: “Bu köpeksi, sadık, manyak, mübalağacı yarı vahşide, sahte, hayvanca kozmopolit uygarlığımızın bir tür simgesini gördüm.” Bir yönüyle de yazar, bu tipleme üzerinden, insanın yüzleşmekten çekindiği realitesini, yani bozulan fıtratını ifşa etmektedir. Sadece olumsuz örneklere yer verilmez ama daha çok şeytansı eğilimler öne çıkarılır.
Meselâ bir yerinde ‘Dünyayı Yıkma Örgütü’nün kongresinden bahsedilir. O kongrede yapılan konuşmalardan bir iki cümlecik alıntının uyandırdığı çağrışım bile bozulmamış insan varlığının ürpermesine yeter: “İnsanın ana isteklerinin neler olduğunu biliyorsunuz. Başlıcaları, başkalarına bile ait olsa, kendisine faydalı bulduğu şeye sahip olma, menfaatlerine, zevklerine karşı koyanları yok etme, hoşuna giden her kadına.. sahip olmadır.” “Yalnız biz, “dünya yıkıcıları” prensiplerimizin sonuna kadar gidiyoruz, insanlığın kurtarıcıları biz olabiliriz, gerçek insan haklarını ancak biz ilan edebiliriz.. Çalmak, öldürmek, ırza geçmek haklarını”(G. Papini, Gog,c.2, s.101, çev. Fikret Adil, İş Bankası yay,8. bas, İst. 2014)
Papini hayat, hakikat, insanlık, insan hak ve değerleri adına her şeyin tersine döndüğü günümüz dünyasını, ters bir mantık ve yaklaşımla anlatmaktadır. Bir şeyi elde etmek için onu istemenin, olmaması için istememenin yeterli olduğu böyle bir dünya sadece etik değerlerden yoksunlukla açıklanamaz. Asıl mesele tanrısızlıktır. “Tanrı yoksa her şey mubahtır” Dostoyevski bu meşhur sözüyle, insanın ahlâkî tercih ve niteliğini doğrudan etkileyen en temel yasayı işaret eder. Doymak, durmak bilmeyen ihtirasla küresel ölçekte egemenlik kurmak isteyen materyalizm, bütün insanî, manevî değerleri ayaklar altına alarak eşi benzeri görülmemiş zulüm ve çöküntülere sebep olmaktadır. Tanrının yasak sınırlarını geçtiği için şeytanlaşan modern insan, bireysel ve küresel ölçüde örgütlenerek hayatın hâkimiyetini ele geçirmiş, en aşağılık ahlâksızlığını ve en acımasız zulmünü yaşama biçimine dönüştürmüştür.
Şaka değil, bir korku filminden bahsetmiyorum; gerçekten, deliliğin en çılgın aşamasında dünyayı yıkmaya yönelen ‘kötülük örgütü’nün eşsiz tahribatı altında yaşıyoruz. Üstelik bütün bu kitlesel yıkım, kıyım, katliamla gelen ağır trajediler ve bunlara yol açan silahlar, teknolojiler, akıl ile akıllılık adına, bütün bu amaçların emrine girmiş bilim adına yapılmaktadır. Foucault’nun ‘Deliliğin Tarihi’nde belirttiği gibi egemen anlayış, kendini olumlamak için negatifini yaratmış ve onları delilik alanında tanımlamıştır. Böylece yarattığı ‘öteki’ni delilikle suçlayan aklımıza, akıllılığımıza ve akla uygun inşa ettiğimiz düzene meşruiyet kazandırılmıştır. Bu kurguya göre dünyanın ve hayatın dengesini bozan teknolojik yarış, teknolojinin en seri ve en feci ölümler için tasarlanıp icat edilen silahları, aklın eseri ve gereğidir. İnsanlık savaşla, terörle, katliamlarla, sürgünlerle, açlıkla, tecavüzlerle ilerleyen bu aşamaya gelmek için az kafa yormamıştır. Engel olmak, yavaşlatmak, ayak bağı olmak isteyen gerici, gereksiz ilkel tiplere rağmen varlık ve tabiata karşı sürdürülen egemenlik savaşını insan kazanmıştır.
İlkel hayat ve inançlarıyla çağdaş değerler dünyasına uyum sağlamayanlar, düzeni bozanlardır. Din, iman, ahlâk gibi bilimsel ve reel dünyada karşılığı olmayan saplantılar, insanın ve uygarlığın gelişimini engelleyen, özgürlüğü kısıtlayan unsurlardır. Özetle bunlar çizginin ötesinde bulunan, çizgiyi zorlayan delilerdir. Fransa’da pozitivist devrimden sonra inancına bağlı insanlar resmen ‘deli’ olarak tanımlanmış, akıl hastanelerinde tedaviye alınmıştır. Kiliselerin kapatılıp akıl tapınaklarının açıldığı o dönemlerde, inançlı insanlar tımarhanelere kapatılıp tedavi yani işkence görmüşlerdir. Okuyana tatsız bir ironi gibi gelecek bu hadiseler ne yazık ki ve maalesef aynısıyla vuku bulmuştur.
Gog felsefesine göre aile düzeni içinde yaşamak deliliktir. İnanmak deliliktir. Yardımlaşmak, dostluk, adalet duygusu, fedakârlık deliliktir. Evvela bu duygu ve tutumlar beş para etmez ve hiçbir getirisi olmayan şeylerdir. Aydınlanma ve akıl çağı ile birlikte dünyayı cennete çevirmek için faaliyet gösteren şu akıllı insanlar, ellerini deli gördüklerinin üzerinden çekseler ne iyi olur. (Onlar deli değiller, çünkü akıllılara üzülüyorlar!) Bu akıllı insanların ‘Akıl Çağı’nda hayat da varlık da perme perişan oldu, olmaya devam ediyor. Süper devletlerin siyaseti, insan merkezli ve insan için olmaktan çıkmış, maddi çıkara, kaynakları sömürmeye odaklanmıştır. Küresel hâkimiyet kurmak isteyen güçler, bütün bir yeryüzüne siyasi, askeri, ekonomik, kültürel bunalımdan başka bir şey katmamış kazandıramamıştır. Her alanda görülen zulüm ve haksızlıklara toplumların, örgütlerin, hatta devletlerin gücü yetmemektedir.
Korku, şiddet, tehdit, baskı, şantaj, savaş, terör, darbe girişimlerinden başka, açlık, hastalık, artan kötü alışkanlıklar, oranları artan veya artırılan suçlar bile emperyal amaçlar için, kullanılmaktadır. Evrensel boyut kazanan kötülük, egemenlik alanını iletişim ve erişim imkânlarını da kullanarak, çaresiz, sefil insanların kanını, ruhunu, umudunu kemire kemire genişletmektedir. Küreselleşmenin birebir etkileri maalesef iyiliklerin engellenmesi, kötülüklerin yaygınlaşması ile hissedilmektedir.
Çivisi kopmuş bir dünyada yaşıyoruz. İyiliğiniz ölçüsünce reddediliyor, kötülüğünüz oranında kabul görüyorsunuz. İyilik yapıyorsanız kabul görmüyor, hatta cezalandırılabiliyorsunuz. Geçenlerde Akdeniz’in İtalya açıklarında boğulmakta olan mültecileri gemisine alıp kurtardığı için yargılanıp tutuklanan kaptanın haberini okumuş veya izlemişsinizdir. Kötülük, yeni yaşam tarzı ve felsefesine uygun olarak evrensel bir mahiyet kazanmıştır. Kimi devletlerin, insan varlığını, hayatın anlamını çürüten, çökerten vasfına bakmaksızın kötülüğü yaymayı politika haline getirdikleri bile söylenebilir. Özendirilip ihtiyaca dönüştürülen açık olumsuzluk, milyarlarca dolarlık parasal hacmiyle kapitalizmin iştahını kabartan büyük bir sektöre dönüşmüştür. Yaşanan faciayı anlamak için kimi istatistikî rakamları hatırlamak yeterlidir.
Bugün dünyada silahlanmaya ayrılan para 2 trilyon dolardan fazladır. Öte yandan 800 milyon insan ise açlık yaşamaktadır. Dünya Bankası’nın bu yılki raporuna göre dünyada yıllık olarak 1,6 milyar ton gıda israfı yapılmıştır. İsraf edilen gıdanın parasal değeri 1.2 trilyon dolardır. İsraf edilen gıda miktarının toplam gıda üretimi içindeki payı % 40 kadardır. Hazırlanan raporların devamında, halen açlıkla mücadele eden 900 milyon civarındaki insanın beslenmesi için, israf edilen gıdanın üçte birinin bile yeteceği anlaşılmaktadır. Yani dünya ülkeleri sadece bir yıl silahlanmayıp, israfla çöpe giden paraları da katarak açlığı önlemeye kaynak yapsa, sadece bir yıllık tasarrufla 8 yıl boyunca bütün dünyada açlığın önüne geçilmiş olacaktır. Geçilmiş olacaktır ama bu yönde palyatif kimi girişimler dışında bir şey yapılmadığını üzülerek görmekteyiz. Daha da kötüsü, siyaset ve ekonomilerini silah, sömürü ve ölüm üzerine kuran güçler, dünyada 40 sıcak savaş ve terör bölgesi oluşturmuştur. Bu sebeple her gün 30 bin insan mülteci olmaktadır. Bugün dünyada silah zoruyla evini barkını terk etmek mecburiyetinde kalan insanların sayısı 66 milyona ulaşmıştır. Sadece 2010 ile 2015 yılları arasında susuzluk, kuraklık, gıda ve iklim değişikliği gibi sebeplerle 1 milyar insan göç etmek zorunda kalmıştır. Diğer taraftan 2000’li yıllardan bu yana kayda değer bir azalma gözlenmesine rağmen doğum, yetersiz beslenme ve hastalık sebebiyle 2017’de çocuk ölümü 6.3 milyondur. Ölümlerin % 37’si önlenebilir hastalıklar sonucudur. Yani her 5 saniyede bir çocuk ölmektedir. Bu istatistiklere savaş ve terör sebebiyle ölen çocuklar dâhil değildir. (Değerli okur, siz bu yazıyı okurken maalesef onlarca çocuğumuz hayatını kaybetti. Bu saatten sonra elbette bu satırlar zor yazılıyor, zor okunuyor.) BM’nin her yıl düzenli yayınladığı uyuşturucu raporuna göre dünyadaki yetişkin nüfusun her beşte birinin uyuşturucu kullanması insanlığın çürümesi adına ayrı bir faciadır. 2018’de dünyada 31 milyon insanın uyuşturucu bağımlısı olduğu tespit edilmiştir. Resmi kayıtlara göre her yıl 200 binden fazla insan uyuşturucu sebebiyle ölmektedir.
Kullanımın özellikle Avrupa ve Kuzey Amerika’da arttığı gözlenmektedir. Ülkelerin gelişmişlik seviyesi arttıkça uyuşturucu kullanımı da artmaktadır. Esrar kullanımı ABD’de 12 yaşa kadar inmiştir. Bu ölüm, kan, ateş alınıp satılan pazarda, çocuk istismarından, organ ve fuhuş mafyasına kadar yaşanan hazin iğrençliklerle nesillerin ruhuna enfeksiyon enjekte edilmektedir. Durum, insan ve insanlık adına kitlesel, küresel bir tükeniştir. Tehlike, açık çıkar kavgasından, zaafların sömürülmesine kadar, insana her yönden her yandan saldırdığı için kimse güvende değildir. Akıllı insanlar da ‘El Greko’ya Mektuplar’ında Kazancakis’in dediği gibi maruz bırakıldıkları acı ve ıstırabı sadece anlamaya çalışıyorlar: “Ruhumun tümü bir çığlık ve uğraşımın tümü bu çığlığı yorumlamak.”
Hakikatin doğal işleyişi içinde bizim delilik yakıştırmamıza uyacak bir durum yoktur. Orada her şey kendi yerinde güzeldir, uygundur. Modern işleyişte ise varlığın işleyişini zorlayan inançsız insanın, cürümlerini haklı göstermek için aklileştirme girişimi vardır. Bu anlamda kendini akıllılıkla temize çıkaran delilik, kurduğu dünyaya felsefi dayanaklar da bulmamış değildir. İnanmadığı için helal haram, sevap günah, ahlâklı ahlâksız, doğru yanlış, iyi kötü güzel çirkin diye bir hassasiyet göstermeksizin kendisini gayeye ulaştıracak her vasıtayı meşru gören yeni insanın, ancak kuvvetli olanın yaşama hakkına sahip olması yanında zayıfları da yok etmekten çekinmeyen ruh halinin, Makyavelli’den Darvin’e kadar felsefi dayanaklarla beslendiği kaynaklar vardır. İnsanı birbirinin dostu, imkânı, cenneti görmek yerine, kurdu, düşmanı, cehennemi gören nevrotik tipin, sınırsız sorumsuzluk olarak anladığı özgürlüğü için başkalarının esaret ve ezilmesini gerekli gören anlayışı, Hobbes’un Sartre’ın etkilerinden bağımsız teşekkül etmiş değildir.
Esasen Batı’da da gidişatın karanlığa doğru olduğunu gören düşünür ve sanatçılar yani arkalarını dünyaya dönenler az değildir. Bu insanlar gördükleri tehlikeye karşı insanları uyarmışlardır. Edvard Munch ‘Çığlık’ adlı tablosuyla insanları uyarıyordu. Değişen algı ve olguların farklılaştırdığı zihin, delilik ve dehalık arasındaki sınırı çoğu zaman karıştırabilmiştir. Alman araştırmacı ve bilim adamı Alexander Von Humboldt bir psikiyatrist dostundan onu gerçek bir deli ile tanıştırmasını ister. Psikiyatrist bunun üzerine bir yemek düzenleyerek hem deliyi, hem de Balzac’ı konuk olarak çağırır. Humboldt’un ilk kez gördüğü Balzac, her zamanki gibi dağınık ve üstü başı kirlidir. Üstelik yemek boyunca da durmadan konuşur. Humboldt yemekten sonra psikiyatrist dostuna memnunlukla onu böyle ilginç bir deli ile tanıştırdığı için teşekkür eder. Mahcup olan psikiyatrist, Humboldt’a şöyle der: “Deli o değil ki, senin gösterdiğin Honore de Balzac.’’ Her şeyin yer değiştirdiği, doğanın, dengelerin, düzlemlerin, değerlerin, aklın, ölçünün, önemlinin, önemsizin ters yüz edildiği bir dünyada, akıllıyla delinin seçilememesi yadırganacak bir durum değildir.
Daha da önemlisi bu sıfatların birbirinin yerine kullanıldığı çok olur. Her zaman doğru söyleyenin dokuz köy öteye kovulduğu çok olmuştur. Böyle kovulanlara can feda. Bu deliler hayatın süsüdür, güzelliğidir. Biz onlara batılı anlamda‘deli’ de demeyiz. Mecnun’durlar, Pehlül’dürler yerine göre veli’dirler. Asla dışlanmayan farklı bir hal dünyasından, farklı bir âlemde ve âlemle hayata katılmışlardır. Onlar da bu halleriyle hayatta yer alır, kabul görürler. Onlar da bu halleriyle güzeldirler, hayata renk ve neşe katarlar.
Salvador Dali’nin sözü içeriden söylenmiş gibidir: “Bana deli diyorlar. Ben deli olduğumu biliyorum. İlginç olan bana deli diyenler kendilerini akıllı sanıyor!” Dali’nin evvelâ bir ressam olarak eşyaların belli bir felsefi akış içinde tertip ve dizilişinde, fırça hareketi ve renk düzeninde usta olduğu tartışmasızdır. Yüksek bilinç seviyesinde açığa çıkarılan bu yetenek, onun sıra dışı ayrıcalığı bakımından çok önemlidir. Resimlerinde nesnelerin sürrealist biçimlenişi, zaten sanatçının imge ve simge yüklü bilinçli tercihidir. Bir sanat eserini reel dünyanın algı biçimleri ve formlarıyla örtüştürerek ölçmek, sanatın anlam ve mahiyetine uygun düşmeyen yöntemdir. Dali, bir anlamda ‘eserlerimdeki çılgınlıklara bakarak beni değerlendirenlerin hangi ölçü ve değerlerden hareket ettiklerini biliyorum; ancak onlar benim dünyamı, kalkış ve varmak istediğim noktayı bilmiyorlar’ diyor. Dali’nin tablolarına bakıp bir şey anlamıyorlar. Dali’nin de, Munch’ün, Picasso’nun, Klee’nin, Kandinsky’nin, Worringer’ın de, Newman’in de tabloları bir bakışta anlaşılacak gibi değil. Hiç değil. Sanattan anlıyor geçinenlerin kimileri de entelektüel fiyakalarını bozmamak adına harcıalem laflarla kralın elbisesinin ne kadar güzel olduğunu söylemekle yetiniyor, o kadar.
Gogol’ün karanlık iç hali yaşayan delileri vardır. Ünlü Rus sanatçı, ‘Palto’ ile başlayan, ‘Bir Delinin Hatıra Defteri’ ile sürüp ‘Ölü Canlar’a kadar uzayan verimlerinde ya doğrudan delilere ya da insan ruhunda delice eğilimlere ışık tutmuştur. Gogol’ün keskin açı ve uçlarda yaşayan kahramanları, hayatın ve toplumun nesnel vasat gerçeklerinden kopuk ve ürkütücüdür. “Hepimiz Gogol’ün Palto’sundan çıktık” diyen Dostoyevski, bu keskin gerçekliğin insan ruhunun daha inkâr edilmez karşılıkları üzerinden hayata ve varlığa bakmıştır.
İnsanın doğasında biraz delilik vardır. Çoğu zaman delilik, aklın her dediğini yapmamaktır. Bu yönüyle kendi dünyasını sanatın ve sanatçının yadırgamayacağı bir alanda yaşar. Birçokları bu alanı karıştırır; sanatçıya delilik yakıştırır. Delilik, insanın kendi kontrolünden çıkmasıdır. Kendini aşma noktasında sanat ve sanatçı eğiliminin de bir çeşit delilik gibi algılandığı durumlar olmuştur. Bir farkla ki sanatçı kendini aştığının, sınırı geçtiğinin farkında ve bilincindedir.
Delilik bir kuyu içinde olmak, sanatçı o kuyuyu içinde duymaktır. Konu derin ve karanlıktır. Bu konuda yüzlerce söz ve eser vardır. Ancak iki eser mutlaka bilinmelidir. Bunlardan biri ünü kendisinden daha yaygın olan Erasmus’un Deliliğe Övgü adlı eseridir. Ancak gönderme yapanların çoğunun bile bu kitabın yoğun mitolojik söylem ve benzetmelerle örülü derinliğine nüfuz ettikleri kanaatini taşımıyorum. Avrupa Ortaçağını sonlandıran bu eser, esasen reform ve Rönesans’a giden yolu açma özelliği ile önem kazanmıştır ve ilgilisi için gerçekten önemlidir.
Mutlaka okunmasını salık vermeden geçemeyeceğim diğer eser de Michel Foucault’nun ‘Deliliğin Tarihi’dir. İlgi duyanlar sınırlı kaynakların zorluğunu yaşamayacaklar. Ancak yeni bir evrene aralanan bu kapının eşiğinde durmam gerekiyor.