yanıma gel seni seveyim
o kadar seveyim ki
her gören
bir kadın bu adamı çok sevmiş desin
kuluna bu tutkum O’nu incitiyor olabilir mi?
kimse görmedi, görmesin de zaten, yok bir tanığı bu çılgınlığımın
ama dokunduğum bütün fraksiyonlu duvarlara
klasik bir takıntıyla ve biraz da usturupsuzca gövdesine ardıçların
dolu ya da boş mizahsızlığına hayatın
havaya, varsa suya, yoksa taşa, İtalyan Yokuşu’na
şüpheli şüphesiz primatların sahiplendiği her kara parçasına
yaşı geçkin biçimsiz şehirlerine Batı’nın,
ve feylesofçasına aşkın
‘zira’sına, ‘ve dahi’lerine, ayrı ‘ki’ ve ‘de’lerine safsatanın
kül yağmuru altında gömülü Aragonca yazıtlara
fiyakalı genetiğime
leptomlarıma, kuarklarıma adını yazdım
derken prensipten saparak düşünme yetimi kaybetme durağına vardım
ene’me katık yaptım seni, öyle baktım
dizlerimin bağı çözülse de taşıdım; uyurken, koşarken, ağrılarımla savaşırken
su kaybından sebep sanrılarım arttı arsızca
yol da bitmiyordu ki gitmekle, ölünmüyordu yani
enikonu sürünüyordum
en uzağındayım sandığım noktada, kendimi en yakınına dönmüş buluyordum
ne işe yaradığını bilmediğim elementler kadar zarûriydin benim için vesselam
olmazsan olmayacaktım biliyordum
sesin kulaklarımda
gülüşün hafızamda
bu balkonsuz dünyada sadece bir sığıntıymışım anladım
seni düşünmeden yok diye aldığım ve verdiğim tek bir nefes, hadsizler grubuna mı dâhilim?
sen İstanbul’a çok yakışıyorsun
bir gerdanlık gibisin boynunda
Bosphorus’un
martı dalgalarında
ışıltı bulutlarında
kulesinde Galata
dik bir bayır bazen
sen ey! beni her adımda pul pul terleten
dileğim yüreğinde Şirâze
teklifsiz yerim olsun
bu aralar daha bir deli-doluyum
anla işte, uçuşuyor ağır sandığım ruhum
cebirsel bir anlatımla edinilmiş sorunsal aforizmalarda
göreceli ivmeden uzak çocuğun saflığına hayran gamzeli gülümsüyorum
lafı dolandırmadan, vurgusuz bir fısıltı tonlamasına denk
‘iyiyim’ demeye getiriyorum
yeter ki sev naz’ı ucundan kıyısından
geçerken İstanbul’un
yanına geleyim beni sev
o kadar sev ki
her gören
bir adam bu kadını çok sevmiş desin