Son kez adımı sayıkladı. Dökecek gözyaşım kalmamıştı. İçimde yanan ateş git gide büyüyordu. Yavaş yavaş yaşam fonksiyonlarımı kaybediyordum. Önce ayaklarım sonra ellerim ardından tüm vücudum… Hissetmiyordum. Bu, artık neyse acı mı diyorlar yoksa kaybetmek mi her neyse bu lanet an benim bütün yaşamımı durdurmuştu. Hâlbuki o telefon, çalmasından anlamalıydım. Saçmalama duruma göre melodi mi değiştiriyor. Öyle deme telefon bile anlatıyor bazı şeyleri çalarken. Açtığımda telaşlı bir ses vardı. Seni sayıklıyor dedi. Kim? Osman, Osman seni sayıklıyor gelmen lazım. O beni hep sayıklar, birlikte çok kalmışlığımız var. Öyle değil, ölüyor… Kim ölüyor? Osman, durumu ciddileşti. Ne oldu Osman’a? Geçen hafta geçmiş olsuna gelmiştin ya kazadan sonra. Allah kahretsin, o gün, evet. Tırın altına girmişti arabasıyla. Ama ben onu hep uyardım. Sen iyi bir şoför olana kadar trafiğe çıkma demiştim. Ne saçmalıyorsun, Osman usta sürüş eğiticisiydi. Sen gelecek misin artık! Nereye? Osman’ın yanına, hastaneye… Tamam geliyorum.
Acaba hangi hastanedeydiler? Civardaki hastaneleri dolaşmaya başladım. Bana en yakın olana gittim ilk önce. Girişteki danışmaya yöneldim. Osman, Osman hangi odada? Osman, soyadı nedir? Bilmiyorum. Osman kardeşim benim geldim kardeşim, nerede Osmannnn! Tamam, soyadınız nedir söyleyin işte. Ben, Osman yani, kardeşim gibidir. Hastanede üç tane Osman isimli hasta var.
Bu şekilde beş hastane dolaştım ve bütün Osmanlara baktım. En sonunda buldum. Odasına girdiğimde birçok insan başına toplanmıştı. Kalabalığı yardım ve yanına oturdum hemen. Osman, kardeşim, ne oldu sana aç gözlerini kardeşim. Az sonra gözlerini açtı. Bir yudum su içerdiler. Gülümsedi. Hafifçe elimi sıktı. Bana bir şey demek istedi. Son kez adımı söyledi ve gözlerini sonsuza kadar kapadı. Kendime nasıl geldim bilmiyorum. O sıra bende yığılmışım. Bir sedyeye yatırmışlar beni. Yakınlarının halini anlatmama gerek yok, perişanlar. Odasına tekrar gittim. Kimse yoktu. Osman da… Ben bayılmadan önce buradaydı oysa. Ölüm sessizliğinin altında, susuzluktan kurumuş dudaklarıyla, yorulmuş bedeniyle oradaydı. Hiç anlamadığım halde, cenaze işlerinde bir ihtiyaçları olursa beni arayabileceklerini söyledim. Telefon numaramı verecek oldum. Abi ben aramıştım ya seni gel diye. Dedi delikanlı. Osman’ın küçük kardeşiymiş. Hastaneden attım kendimi dışarı. Hayat normal akışında devam ediyordu. Buna sevindim. Telefonumu sessiz moda almıştım geldiğimde. Arada gelen banka mesajlarını inceledim. Cazip kredi fırsatlarından bahsediyordu. Ne zamandır ev almayı planlıyordum aslında. Şu ev sahibi olacak pezevenk göz açtırtmıyordu bize. Aklımdan hesap yapmaya devam ederken otobüs durağına geldim. Cüzdanımdan kartı çıkarttım lakin çok geç geldi otobüs. Kartı okuttum. Arkaya doğu yöneldim ki şoför bağırdı. Beyefendi yetersiz bakiye diye. İnmek için kapıya geldiğimde şoför tekrar bağırdı beyefendiye yardımcı olalım dedi. Genç bir hanımefendi atıldı. Kartı okutup yerine geçti. Yanına gittim bir kişi parasından biraz fazlasını uzattım. Eliyle geri çevirdi. Tutunmak için bir direk buldum kendime. Boş yer yoktu. Trafik olmadığı için hızlı gidiyordu otobüs. Bu yüzden ineceğim durağı kaçırdım. Yürüme mesafem uzamıştı. Eve vardığımda akşam olmuştu. Kapının önüne geldiğimde anahtarları karıştırırken Sibel açtı kapıyı. Ekmek almamışsın. İstemedin ki. Her gün aldığın şeyi neden hatırlatayım? İçeri girmeden mahalledeki bakkala gittim. Kasada duran teyze dikkatli bir şekilde karşısındaki televizyona bakıyordu. Dolaptan ekmeği almaya çalışırken benimde dikkatimi çekti. Bir Yeşilçam filmiydi. Ekmeği aldım. Teyze gözünü televizyondan ayırmadan poşet uzattı. Aynı şekilde para üstü de verdi. Eve tekrar geri döndüm. Sibel sofrayı kuru-yordu. Benden ekmekleri dilimlememi istedi. Sibel sana bir şey söyleyeceğim ama sakin ol. Ne oldu? Osman vefat etti. Osman da kim? Benim en yakın arkadaşım, yıllardır görüştüğüm can dostum. Ne bileyim ben. Hiç arkadaşlarınla tanıştırdın mı ki beni. Başın sağ olsun. Hadi geç yerine çorbaları koyacağım. Cenazeye sende gelir misin? Benim ne işim var orada. Beni yalnız bırakma lütfen. Tamam gelirim. Ne çorbası bu? Mercimek. Eline sağlık.
Yemek yedikten sonra sofrayı topladık. Bulaşıklara yardım edemeyeceğimi söyledim. Salona geçip kanepeye bıraktım kendimi. Osman’ı hatırladım tekrar. Biraz eğildim. Başımı iki elimin arasına aldım. Osman’ı ilk tanıdığım günden itibaren hatırlamaya çalıştım. Birlikte vakit geçirdiğimiz günleri.
Hafızam her gün siliniyordu sanki. Her gün yeni bir güne değil de hayata yeni başlıyormuşum gibi geliyordu. Bazen Sibel soruyordu bana, beni seviyor musun diye. Yıllardır iyi bir cümle kurmamışım. Onu sevdiğimi söylememişim. Hatırlamıyorum Sibel. Seni seviyor muydum hatırlamıyorum. Dün sevmiyordum mesela bunu hatırlıyorum. Bugün seviyorum seni. Sana âşık olduğum, seviştiğimiz günleri hatırlamıyorum. Belki de bunlar yaşanmamıştı. Korkuyorum, bir gün Osman’ı, suretini, dostluğumuzu tamamen unutmaktan korkuyorum. Çok az şey kalmıştı geriye. En azından yaşadığım bu büyük acıyı unutmak istemiyordum. O sıra çaldı telefonum. Osman’ın küçük kardeşiydi. Cenaze yarın öğlen namazında kaldırılacakmış. Her şeyi halletmişler. Sibel’e haber vermek için mutfağa gittim. Camın kenarında sigarasını yakmış oturuyordu. Kahve yapmıştı. Yarın öğlen namazında kaldırılacak cenaze. Tamam. Geleceksin değil mi? Kaç kere sordun kafan almıyor mu senin? Geleceğim dedim ya! İyi geceler…
Sabah iş yerinden izin aldım. Öğlene vakit vardı lakin cenazenin bir nevi sahibi olunca erken gitmek istedim. Kapıdan çıkarken Sibel hangi Cami de dedi. Ne hangi cami de? Cenaze. Unutmuşum sormayı. Tekrar aradım Osman’ın kardeşini. Merkez camindeymiş. Cenaze namazı kalabalıktı. Seveni çoktu belli. Namazdan sonra kabristana gidildi. Gelenler azalmıştı bu sefer. Hava birdenbire bozdu. Yağmur yağmaya başladı. Yavaş yavaş sis kaplıyordu etrafı. Kendimi bir film sahnesinde hissettim. Öylece kalakaldım. Yanımdaki adamın kürekle dürtmesinden kendime geldim. Toprak atmaya başladım. Biri elimden çekip aldı küreği. Toprak atmaya devam etti. Hep gördüğüm meşhur sahne gözümün önüne geldi. İnsanlar dağıldı. Bir tek ailesi kaldı Osman’ın. Yanlarına gitmeye cesaret edemedim. İzledim bir süre. Yaşadıkları acıyı izledim. Sibel geldi, koluma girdi. Hadi gidelim artık benim işlerim var. Peki… Kabristandan dönerken gitgide dağıldı sis. Hava tekrar açtı. Sibel’i komşusuna bıraktım. Bir süre nereye gideceğimi bilemedim. Bütün gün şehri alt üst ettim. Ne gidecek bir yer ne de konuşacak birini bulabilmiştim. Kabristana gittim tekrar. Saat akşamın bilmem kaçı. Telefon feneriyle aramaya başladım. Aradım, saatlerce aradım ama bulamadım. En sonunda yığıldım bir kenara. Dua etmeye başladım. Osman’ın, günahları için, benim günahlarım için, Sibel’in günahları için, Osman’ın kardeşinin günahları için, bu şehrin günahları için, tüm insanların günahları için dua ettim. Tökezleyerek doğruldum. Üstüm başım çamur içinde kalmıştı. Yürüdüm, sokaklarda kimseler kalmamıştı. Eve vardığımda saat çok geçti. Yavaşça çelik kapıyı açtım. Etraf kapkaranlıktı. Kendimi banyoya attım. Saç telimden ayak parmaklarıma doğru akan suyun altında bekledim dakikalarca. Düşünmek istemiyordum. Düşünmek istemediğim fakat düşünmek için çaba göstermekten de geri kalmadığım düşüncelerim beni yiyip bitiriyordu. Banyodan çıkıp yatak odasına girdiğim vakit Sibel’in tahmin ettiğim gibi çoktan uyumuş olduğunu gördüm. Hiçbir ses onu rahatsız etmiyordu. Yatağın kenarına ilişerek, ona dokunmamaya özen göstererek karanlığın altında kendimi karanlığıma çekildim…
—Bu üstünün hali neeee! Kazı mı yaptın?
—Sana da günaydın.
—Soruma cevap ver.
—Osman’ın mezarına ziyarete gittim. Tökezleyip düştüm.
—Hiç şaşırmadım. Neyse, kahvaltı hazır…
Arkasını dönüp gitti. Çok yavaş, çok isteksiz hareketlerle giyinmeye çalıştım takım elbisemi. Çalıştım, çünkü gömleğimin kol düğmeleri açık, kravatım bağlanmamış bir şekilde kahvaltı masasına oturdum. O esnada Sibel sigarasını söndürdü, çayı bardaklara boşalttıktan sonra çaprazıma oturdu. Sitemkâr bir şekilde dudaklarını büzdü. Masada duran ellerime ellerini götürdü. Kol düğmelerimi ilikledi. Ardından boynuma götürdü ellerini. Kravatımı bağlamaya başladı. O an istemsiz bir şekilde dudaklarına yapıştım. Dudaklarım bir mıknatıs gibiydi adeta. Çekmeye çalışıyordum lakin başaramıyordum. En sonunda hızlı bir şekilde geri çektim kendimi. Derin nefesler alıyordum. Kalbim yerinden fırlayıp gitmişti Zaten. Bir süre göz göze geldik. Ardından ikimizde gözlerimizi aşağı indirerek gülümsedik. Kahvaltı esnasında pek konuşmadık. Sadece akşam eve almam gereken bazı gıda maddelerini söyledi Sibel. Evden çıkarken kapıya kadar geldi. Sıkıca sarıldı bana. Şaşırmıştım. Sibel ile kaç yıldır evliyiz hatırlamıyorum ama çok uzun olduğuna eminim. Evde yaşayan iki yabancı gibiydik adeta. Evliliğimiz kâğıt üstünde gibi bir şeydi sanki en azından bu sabaha kadar öyle düşünüyordum. Sibel’e tekrar âşık olmuşum gibi. Belki de Sibel’e ilk defa âşık oluyordum. Apartman merdivenlerini inerken, kaldırımdan sessizce giderken, iş yerinin tüm sıradanlığının ve sıkıcılığının içinde Sibel aklımdan çıkmıyordu. İş çıkışında Osman’ı ziyarete gittim tekrar. Bu sefer uzun uğraşlar sonunda buldum mezarını. Yere çömelip bakındım sadece. Bir süre sonra ayaklarıma kramp girince kalkmak zorunda kaldım. Biraz yürüdüm. Karşıma çıkan ilk taksiye atlayıp eve gittim. Kapıya gelmeden duraksadım. Saatime baktım, daha erkendi. İçim bir garipti. Derin bir nefes alıp zile bastım. İçeriden hiç ses gelmiyordu. Tekrar bastım zile. Bekledim. Apartman merdivenine oturdum. Saniyeleri sayıyordum. Birkaç dakika geçti geçmedi aşağıdan yukarıya doğru ayak sesleri gelmeye başladı. Ayaklandım bende. Kafamı aşağıya doğru çevirdim. Gelen Sibel imiş, beni görünce gülümsedi.
—Erkencisin bugün, anahtar almayı öğrenmezsen sonun böyle olur işte.
—Sen nereden geliyorsun?
—Bu sabah istediğim şeyleri aldın mı?
—Bu sabah… Şey…
—Heh işte, ben onları almaya gittim. Poşetleri taşımamda yardım eder misin?
Bir an duraksadıktan sonra ellerindeki poşetlere atıldım. Sibel garip davranmaya başlamıştı bana. İçeri girdik. Birlikte yiyecek bir şeyler hazırladık. Yemekten sonra Sibel sandalyesini pencereye doğru çevirerek bir sigara yaktı hemen. Yüzümü ona çevirdim. Bir süre izledim. Sigara dumanını öyle üflüyordu ki boşluğa, o dumanla kaybolsun herkes, bütün dünya yok olsun istiyordu sanki. Bakışları dalgın, bacak bacak üstünde olan ayağını hafifçe sallıyordu. Ortamdaki sessizliği kendime çok şaşırarak bozdum.
—Seni seviyorum.
Yüzünü bana çevirdi. Aynı zamanda sigarasını söndürüyordu.
—Bir şey mi dedin?
—Ben, yoooo…
—İyi o vakit.
Bu akşam erkenden uyuduk. Daha doğrusu Sibel uyudu sadece. Gözüme uyku girmiyordu bir türlü. Gözlerim tavanda, bazen sokak lambasının perdeye vuran ışığına da kayıyordu. Düşündükçe kafayı yiyordum. Sibel’e onu sevdiğimi, garip ama âşık olduğumu söylemem gerekiyordu. Bu hayatta ne kadar beceriksiz olduğumu belki de beceriksizliğimden duyduğu öfke yüzünden benden de nefret eden, hayatı evli bir çiftten ziyade iki yabancı gibi yaşamaya mahkûm edilmiş bir kadına yıllar sonra onu sevdiğimi belki de ilk defa söyleyeceğim. Bu kelime bana şimdi çok ürkütücü geliyordu. Şu an yemekten sonra ki pervasızlığımı ve cesare-timi arıyorum. Ama yok. Bir anda çıkıvermişti ağzımdan. Güneş doğana kadar düşündüm. Bana tekrar cesaret verecek şey Sibel’i ilk önce mutlu etmekti. İkimizin uzun yıllar belki ömrümüzün sonuna kadar yaşayacağımız, yaşlanacağımız bir eve ihtiyacımız vardı. Gerçek bir yuvaya… Zaten yıllardır usanmıştım bizim şerefsiz ev sahibinden. Sibel’in pek dillendirdiğini hatırlamıyorum ev konusunu. Yataktan kalktım, üstümü giyinip evden çıktım. Osman’ın yanına gittim. Anlattım ona da. Sibel mutlu olacaktı elbet. Bir an önce bankaya gitmeliydim. Duamı ettim. Gitmek için arkamı döndüm. Osman’ın küçük kardeşi duruyordu. Korktum bir an. Yüzünde garip bir ifade vardı. Selamlaştık. Biraz lafladık, işten güçten. Sanki bana bir şey diyecek de, çekiniyor gibime geldi en son.
—Kardeşim bir derdin mi var?
—Yo, yok abi.
—Bak bende senin abin sayılırım söyle lütfen…
—Bu, nasıl söylesem… Rahmetli abimin bir sürü borcu çıktı.
—Nasıl? Ne borcu?
—Bilmiyorum. Abim’in cenazesinden sonra avukatlar dayandı kapıya. Bir sürü yere borcu varmış.
—Ne kadar peki?
—Çok abi, çok para. Tüm aile perişan olduk. Hayır elimizde toplu para olsa biz onu taksit taksit öderiz. Esnaf adama o kadar parayı kim borç verir ki?
Kara kara düşünmeye başladım, yapacak bir şey yoktu. Osman dünyadaki tek dostum, tek kardeşimdi. Düşünürken başım öne eğikti. Karar verip başımı kaldırdıktan sonra Osman’ın kardeşinin dik gözlerle bana baktığını gördüm.
— Tamam, kardeşim sakin ol. Ben sana vereceğim gerekli parayı.
—Ama olmaz ab…
—Tamamm! Bitti! Gel benimle.
Osman’ın kardeşiyle bankaya gittik. Ev niyeti ile gelecektim ama nasip farklıymış. Neredeyse iki ev alınacak kadar kredi başvurusunda bulundum. Banka şube müdürünün arkadaşım olması ve anne yadigârı tarlayı da teminat göstermem krediyi almamda çok yardımcı oldu. Birkaç gün sonra parayı almaya gittik bankaya. Osman’ın kardeşi elimi ayağımı öpecekti nerdeyse. “abi ben düzenli olarak ödeyeceğim borcu hiç merak etme” dedi ve ayrıldık. Benim ev işi yatmıştı. Ama bu konudan Sibel’in kesinlikle haberi olmaması gerekiyordu. Üç dört yıl belki daha fazla dişimi sıkacaktım artık. Sibel ile günlük rutin yaşamımız devam ediyordu. Bir gün ben iş yerindeyken banka müdürü arkadaşım ziyaretime geldi. Çok uzun zaman olmuştu birbirimize ziyarete gelmeyeli. Belki benim kredi için gelmem etkili olmuştur diye düşündüm. Birer çay söyledim. Çayından bir yudum bile almadı. Çok yoğun olduğunu buraya zar zor geldiğini söyledi. Meğer konu kredi ile ilgiliymiş. İlk taksiti neden yatırmadığımı sordu. Böyle devam edersem çok büyük sorunlarla karşılaşacağımı, bunu bizzat kendisinin gelip uyarmak istediğini söyledi ve gitti. Ben onu tamamen unutmuştum oysa. Osman’ın kardeşinin bu konuyla ilgilenip taksit döneminde bana hatırlatıp parayı vermesi gerekiyordu. Hemen telefonumu çıkarttım ve aradım. Böyle bir numaranın kullanılmadığını söyledi operatör. Tekrar tekrar aradım. Yok. Birdenbire telaşa kapıldım. Kredinin bir taksiti bile benim maaşımdan çok fazlaydı. İşten hızlıca çıktım. Osman’ın mahallesine gittim. Evlerinin önüne geldiğimde nefes nefese kalmıştım. Kendime çekidüzen verip zili çaldım. Kapıyı açan yoktu. Sürekli çalmaya devam ettim zili. Kapıyı yumruklamaya başladım. O esnada arkadan bir teyze seslendi. Arkamı döndüm.
—Evladım boşuna uğraşma onlar taşınalı çok oldu buradan…
Olduğum yere bıraktım kendimi. Saatlerce kalkamadım. En son Osman’ın mezarına gittim. Osman, küçük kardeşi, tanımadığım diğer kardeşleri ve ailesi, Sibel… Beynim kaldırmıyordu artık. Aradan geçen birkaç hafta içinde Sibel’e bu konulardan hiç bahsedememiştim. O gün iş yerinde tam öğlen arasına çıkacakken banka müdürü arkadaşım geldi. Bu sefer oturmadı. Beni uyardığını lakin benim hiçbir şey yapmadığımı söyledi. Eve icra memurlarının gittiğini kendisinin de üzgün olduğunu söyleyip çekip gitti. Ardından yavaş adımlarla bende çıktım. Apartman merdivenlerini çıktıktan sonra evimizin kapısının açık olduğunu gördüm. İçeri girdim, her yer bomboştu, Sibel’e seslendim defalarca ama cevap yoktu. Sesimin yankıları rahatsız etmişti beni. Salona girdiğimde ortadaki tekli koltuğu gördüm sadece. Kenarında kül tablası duruyordu. İçi onlarca sigara izmariti doluydu. Ucunda hala yanan yarım bir sigara vardı. Koltuğa oturdum ve o sigarayı da ben bitirdim öksürükler içinde.