Yağmadır

Kalabalıklar sürüyor atlarını karanlıklara. Gölgelerini bile bırakıp gidiyorlar dörtnala. Burada kala kalıyorum içimde büyüyen “Durun, kalabalıklar!” nidasıyla. Yalnızlığın girdabında, hüznün köşe başında… Birbirine değdikçe infilak eden sorularım, cama vuran kızgın kibrit gibi yanıtlarım var bu yağmurlu akşamda. “Bir şimşek de siz çakın!” diye yalvarışlarım, elimde patlamış suallerim, ıslanmış cevaplarımla… Zangoç gibi “neredeyse insanım” zikriyle çıkıyorum merdivenleri… Kimin sırtında cehalet kambur, hızla koşarak şehre giren kim?

Talan edip de gitmişler şehri. Yelkeninde “Yağmadır; alan alsın!” yazan gemiye dokunmamışlar yalnız. Pusulasında “Oku!” emri ile nereye dönerse dönsün O’nun vechini gören, yitiği olan ilmi O’ndan talep eden, cehalet çölünü atalet ayazında geçen, Hızır’ın eli, İbrahim’in baltası, Musa’nın asasıyla ezber bozan yıllanmış, yaşlanmış gemiye girmemişler bile… Gemi, bir yazıyla karşılıyor beni önce:

“Binin ona. Onun yüzüp gitmesi de durması da Allah’ın adıyladır. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”

Besmele kanadıyla marifet deryasına kulaç atıyorum. Dünüm, günüm ıslanıyor hece hece. Arınıyor ruhum gündüz gece… Yelkene rüya sineması kuruluyor, hakkında az bilgi verilen kurgulanıyor:

“Güvertede toplanmış cümle hayvani taraflarımız çifter çifter; öfke ve nefret, cimrilik ve açgözlülük, dedikodu ve iftira, haset ve kibir… Önce ehilleştirecek, ehil halini de toprağa çevirecek, sevgi toprağından habbe habbe hayat bulacak ruhumuz. Kesret denizleri çekilince o vahdet dağında bizi birleştirecek, tadımız bozulmadan bizi cem eyleyecek.”

Güverte boyunca ilerliyorum. Bir taraftan ağaç kokusu, diğerinden kitap… Bir yanımda yapraklar kıpırdıyor, diğerinde sayfalar… Kâinatı dürüp dürüp gemiye sığdırmışlar. Gönülleri katlayıp katlayıp raflara dizmişler. Dümenin yanına da hazine haritası koymuşlar. Kasem olsun kalemin üstüne! Nun çekmişler satır satır sadırların üstüne… Kılavuzum, pusulam ve haritam yanımda… Ne kuytular ne kuyular korkutur beni! Beden kafesinde mühürlü gönülleri de bulurum, hangi zindan hangi saray hapseder beni?

Karaya oturmuş gemi kütüphanesiyle bilginin denizlerine yelken açıyorum. Her kitap, karadan gemileri yürütmek değil midir zaten? Raflara göz atıyorum. İlim ülkesinin hükümdarlarına bakıyorum; kitaplara. Nice sultanlar, nice komutanlar toprak oldu da bu irfan deryasının kaptanları unutulmadı. Ateş denizinde mumdan gemiler yüzdüren Şeyh Galip “İnsanın gayesine ulaşabilmesi için bilgi ve hüner lazımdır. Bunun için de başını eğip okumak ister. Bu baş eğme, insana altın taçtır.” diyerek yolumu bir kandil gibi aydınlatıyor. Bir emri yerine getirmenin süruruyla devam ediyorum okumaya, akletmeye.

“Hayatımda kitap gibi, kucakta taşınabilen bir bahçe; ölülerle konuşan ve dirileri konuşturan bir şahıs görmedim. Ancak seninle birlikte yatıp kalkan ve sadece senin hoşlandığın şeyleri konuşan, sır sahibinden daha fazla sır saklayan, emanet sahibinden fazla da emaneti muhafaza eden uysal bir dost başkaca var mıdır? … Onun kadar iyiliksever bir komşu, insaflı bir dost, itaatli bir arkadaş, mütevazı bir haldaş, bıktırıp usandırmayan, kötülük yapmaya imkân vermeyen, kavgadan uzak tutan ve kıtalden alıkoyan birisini tanımıyorum.”cümleleriyle Muhyiddin İbn’ül Arabi gerçekleri çivi gibi çakıyor hafızama. Zihnime gıda, ruhuma ilaç sözler bunlar…

Tefekküre, ilme ve irfana gönül vermiş nice kaptan-ı deryalarla buluşuyorum daha. Zihnim kelime kelime sınırlarını genişletiyor; merak ulağı keşfe çıkıyor engin denizlere, şevk kızağıyla kutupları aşıyor, aşk burağıyla göklere ulaşıyor, huzur ülkelerini fethediyor.

“Kitap, kâinata açılan kapı. Ruh yazının icadından sonra ölümsüzleşti. Ehramlar ahmak taş yığını. Granit homurdanır, mermer gülümser. Yalnız kitap konuşur. İnsanı kertenkele olmaktan kurtaran, soyumuzun hafızası. Kaybolmayan mazi…” diyor bir köşede kalın gözlükleriyle Cemil Meriç. İyice yaklaşmış kitaba, kitaptan kalbine halatlar atılmış. İstese de kurtulamaz bu gemici düğümünden; o da istemez zaten. Deniz feneri gibi yakamozu oluyor dehlizlerimizin.

İlim yolunda gurbet ve meşakkat düşüyor okuyana, anlayana. Fırtınalı denizler, alabora gemiler, sürgün adalar… Olsun ben yine çocuksu merakımla elimde dürbünle beyaz gemiyi bekleyeceğim, bir görünüp bir kaybolan, yıldızlar gibi göz kırpan. Yine umutla kâğıttan gemiler yapacağım, yaprak yaprak açılacak hazinesi göklerin. Yine bir ağaç gölgesinde kavuşurken akşama, Stefan Zweig’den bir yaprak düşecek kitabıma:

“Günün huzursuzluğunu unutturan o güzel saatlere, insanın sadık dostu, suskun arkadaşı kitaplara, hep yanımızda olduğunuz, varlığınızla bize hep yaşam verdiğiniz için teşekkürler! İnsanları yaşantılarının en karanlık günlerinde desteklediğiniz için de, cephe hastanelerinde, kışlalarda, hapishanelerde, acıdan kıvrandıkları yataklarda. Her yerde, her zaman yanlarında bulunmuş, onlara düşler getirmiş, huzursuzluk ile ıstırap arasında bir avuç huzur olmuştunuz!”

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Teheccüd Ezanı / Şeref Akbaba
Şirâze’den Şirâze’ye Saklı Mektuplar -98 / Şiraze
Vaveyla / Ferhat Nitin
Virgül / Mehmet Sertpolat
Tecellî / Birol Yıldırım
Tümünü Göster