-Abi bu böyle olmadı gibi yaa!
– Bir şey olmaz, zaten on dakikalık yol. Sen ucuna kırmızı bir poşet bağla, gören çekilir zaten.
Aldıkları askılık bagaja sığmamıştı. Kamyonet tutacak olsalar çok para. Zaten ucuz diye elden düşme almışlar. Fakat camdan arka koltuğa uzatınca oluyordu. Ya bir yere çarparlarsa? Ona da azıcık dikkat etsinler artık.
-Abi salı günü memlekete gideceğim, terminalin önünde az beklersen hemen bileti alır dönerim.
-Olur, ama oyalanma!
Terminale yanaştıklarında trafik fena halde sıkıştı. Camdan dışarı mızrak gibi uzanan askılık birini dürtmesin diye gayret ederlerken kaldırımla aralarını epeyce açmaları gerekiyordu. Direksiyondaki içten içe söyleniyordu, boncuk terler çoktan şakaklarını ıslatmıştı bile. Niye girmişlerdi ki bu trafiğe, İnternet vardı, telefon vardı. Buraya girmeden de kolayca hallo-lurdu bilet işi ama tanırdı arkadaşını, illa ki pazarlık edecek. Üç kuruş aşağı alsa kar sayar. Tamam, da buraya kadar araba ne yakar, kaça gelir hiç soran yok. “Allah vere da kazasız çıksak şuradan.” Düşüncelere dalmışken üzerine gelen otobüsü son anda fark edebildi. O, kaldırımı kollarken meğer karşı şeridi ortalamış. Acı bir klakson sesiyle direksiyonu sağa kırması bir oldu. Arkadan duyduğu “tak” sesini otobüsün ikinci klaksonu böldü. Bu ikincisi sövmek oluyordu herhalde. Durmadı orada. “Duramam!” dedi. “Yazıhaneden alıverirsin bileti, buralar çok sıkışık.”
-Abi poşet düşmüş!
-Bir şey olmaz zaten geldik sayılır.
…
-Oğlum bırak şu adamı. Deli midir, sarhoş mudur? Bir şey yapar Allah muhafaza.
Garip bir hali vardı, kimse ilişmedi. Çocuklu bayanlar kaldırımdan inip uzağından geçtiler. Adamın biri duvar dibine valizini yastık yapıp boylu boyunca uzanmış, üstü başı çamur, kafasında da kırmızı bir poşet. Dakikalar sonra ensesini ovuşturarak uyanabildi. Başındaki poşeti sıyırıp avanak bakışlarla etrafını süzdü. Ne kafasına çarpan askılığı hatırlıyordu ne de nerede olduğunu. Karşıdaki koca otobüs terminalini süzdü valizinin üzerine oturarak. Ne demekti bu? Ne arıyordu burada? Bir türlü hatırlayamadı. Sonra nedendir bilinmez ayakları devasa binanın içlerine kadar götürdü. Başındaki şişlik küçük bir yumurta kadar vardı. Acıdan gözlerini kısıp başını yeniden okşadı. Tanıdık gelen bir yazıhanenin önünde durup bakındı.
-Buyurun beyefendi, Konya mı?
Alık alık baktı adama, “bilmem” dedi. Adam tekrar sordu. Nereye gideceksiniz beyefendi?
-Şey, şeye gideceğim ben.
-Nereye gideceksiniz?
-Burası neresi?
-Abicim git işine ya! Kamera şakası falan mı yapıyorsun Allah aşkına!
-Neyse boş ver.
Oradan ayrılıp köşedeki banka oturdu. Garip garip etrafa bakınırken yazıhanedeki adamın parmağı onu işaret etti. Ardından iki memur dikildi başına.
– Beyefendi yolculuk nereye?
– Bilmiyorum.
– Kimliğinizi görebilir miyim?
– Kimlik mi? Nerede ki? Dur bakayım. Tamam, burada işte…
Sordular sorguladılar ismi Kâmil’miş. Kırk üç yaşındaymış.
– Yardım edebileceğimiz bir şey var mı?
– Sağ olun, ben iyiyim.
Demek Kamil’miş. Kulağına da yabancı gelmedi zaten. Cüzdanını açıp karıştırdı. Kimliği, ehliyeti, müze kartı bile yerindeydi. Hatırı sayılır bir para da duruyordu cüzdanın güzünde. Demek başına vuranlar onu soymamışlardı. İyi ama ne olmuştu? Deli olmamak elde değil… Derken bir de simsarlar musallat oldu başına. Valizini alıp götürmek isteyen mi ararsın, kolundan çekeleyip zorla Artvin’e yollamak isteyen mi? Dur demese paketleyip gönderecek adam. Üç minarenin dokuz müezzini gibi her biri ayrı çağırıyor. Zaten kafa ambalaj gibi… Hakikaten o poşet neydi öyle! “Fellik Oğulları Baklava”, acaba orada mı çalışıyordu? “Neyse sonra hatırlarım, cepte dursun” Nereye gideceğini hatırlamıyordu orası aşikâr, peki terminale niye gelmişti? Bir yerden mi geliyordu yoksa aktarma mı yapacaktı? En son “Kimim ben?” diye sordu. Ne iş yaparım, nerede yaşarım? Bunaldı sonra, valizini çekeleye çekeleye binanın içinde tur attı. Gelenler, gidenler; yolcu edenler, yolcu arayanlar. Tam bir curcuna… İçeride ki büfeler, tezgâhlar da cabası. Kitapçılar bile stant açmış ortalık yere. Adam sermiş kitapları, sanırsın domates satıyor. Kafasını saatçiden yöne çevirmişti ki, kitapçıdaki afişlerden biri tekrar celp etti bakışlarını. Şaşkın ördek yavrusu gibi paytak paytak yanaştı kitap standına. Afişi tekrar tekrar okudu. Birisi kendisiyle dalga mı geçiyordu. Yoksa kendisi gibi başkaları da mı vardı? Tezgâhtaki gence yaklaşıp, “bu” dedi, “bu afişi neden astınız buraya?”
-Kitap tanıtımı için efendim.
-Tekrar okudu o cümleyi ve başından geçenleri delikanlıya bir bir anlattı. Kaldırımda uyanışını, polisin sorgusunu, “Fellik Oğulları” poşetini ve hatırlayamadığını… Ardından sordu gence: “Benim gibi başkaları da var mı ki?” Çocuğun çehresi parladı o an, kandil oldu adeta. “Var elbette” dedi genç: Şu iki kapılı hana niye geldiğini, nereye gideceğini bilmeyen milyonlar var. Kimisi dünyanın simsarlarına aldanıp başka memleketlere biletler kestirir, kimi de buradaki küçük dükkânlarda alışverişe dalar, yolu ve yolculuğu unutur. Adam tekrar mırıldandı afişteki cümleyi :“Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gideceksin?” Sonra kalbinin üzerin-de bir titreme hissedip, sarsılarak irkildi. Ardından bir daha, hissetti o titreşimi. Ceketin iç cebindeki telefonu fark edince rahatladı. Meğer titreşimde kalmış. Arayan kız kardeşiymiş, merak etmişler. Biraz rahatsızım beni terminalden alın dedi, anlaştılar. Adam dumanlı kafasıyla çıkış kapısına yöneldi. Sorun güya çözülmüştü, artık kardeşi unuttuğu her şeyi anlatırdı. Kitapçı genç, arkasından seslendi: “Niye geldiğini unutma”. Göz ucuyla baktı fakat yürümeye devam etti. Kitaba ayıracak parası yoktu. Ama o cevapsız soru aklına takılmış, adeta beynini kemiriyordu: “Nerede bu Fellik Oğulları baklavacısı?”