Bana Bir Masal Anlat Anne

Bana bir masal anlat anne, içinde hiç yalan olmasın. Devler, periler, cinler uğramasın içine. Yürüdükçe uzaklaşmasın hayaller. Mutluluklar kaf dağının ardında kalmasın. Bana bir masal anlat anne, içinden kara kara katarlar geçsin, dumanı gözlerimi alsın. Beklediğim her istasyonda sen çık karşıma, al tut ellerimden götür beni, hiçbir masal yarım kalmasın.

İstasyondayım. Hangi trene bineceğimi dahi bilmiyorum. Beklemek, insanoğlunun umarak, niyet ederek, özleyerek yaptığı en güzel şey. Umudu olan bekler. Hayalleri, hedefleri, özlemleri olan bekler.

Bir tren bekliyorum. Muhtemel ki bulunduğum yerden çok daha güzel bir yere olmalı bu yolculuk. Uzaklara, çok uzaklara, belki de yitirdiğim ülkemin topraklarını bulmaya dair olmalı bu yolculuk. Her gece gözlerimi kapatır kapatmaz, rüya mı, sanrı mı bilinmez, ansızın bozkırın ortasında ıssız bir tren istasyonunun tam ortasına düşüyorum. Yanımda kırmızı bir valiz. Ahşap sanki. İşaret parmağımla valizin kilidinden sıkıca tutuyorum. İstasyona yaklaşan her trene koşuyorum. Elimdeki beyaz kağıdı görevliye uzatıyorum. Koca göbekli, pala bıyıklı bir görevli alıyor elimdeki kağıdı; bıyıklarını titrete titrete okuyor, sonra da “Yok,” diyor, “Bu değil senin trenin. Otur şöyle bekle, birazdan gelir.”

Ansızın yağmur bastırıyor sonra. Suluboyayla yapılmış bir resmin suya garkolması gibi akıyor renk-ler yavaş yavaş. Önce tren kayboluyor, sonra raylar. Bozkırın ortasında ıssız tren istasyonu, bank­lar, ayaklarımın altından döşeme taşlar çekiliyor birer birer. Sıra ayaklarıma geliyor. Kahverengi, dikişi atmış ayakkabılarımdan başlıyorum silinmeye. Dizlerime doğru usulca kayıveriyor sular, açık bir mavi dökülüyor eteklerimden. Silmeyin beni diye bağırıyorum yağmura. Silmeyin, daha trenim gelmedi. Yağmur, parmak uçlarıma yağıyor bu sefer. Belli belirsiz bir iz kalıyor geriye. Silinip giden parmak uçlarımdan kurtulan kağıt yere düşüveriyor. Hayret, suyun hükmü bir tek ona geçmiyor. Dörde katlanmış, küçük, kare şeklinde, beyaz bir kağıt. Yere düşerken, -belki de boşluğa- olmayan gözlerimle onu takip ediyorum. Kağıt ayan beyan açılıveriyor önümde. “Sen gönlünü aç, ben kapıyı kapatayım. Trenler götürsün bizi…” Bir rüzgâr çıkıyor, koca bir ‘hoh’ yapıyor kağıda. Rüzgârın kucağına yaslanan kağıt, alıp başını gidiyor.

Her gece her gece aynı rüya görülüp aynı yerde biter miymiş hiç? Artık el ayak çekilsin de bir an önce uykunun kapısını çalayım, rüyanın kollarına dalayım diye murad edip duruyorum. Belki bu gece yağmur yağmaz, kağıttaki yazılar rüzgâra kanıp beni aldatmaz tesellisiyle yatağa gidiyorum.

Bilmem ömrümün kaç yılı o ağır aksak ilerleyen vagonların camına başımı dayayarak geçti. Gülfem’in kızıydı adım. Sahi bir başka adım sanım var mıydı? Unuttum. Yoksa annemin adı Gülfem değil de Gülcemal miydi? Gülnaz, Gülfidan, Gülnihal, Gülefşan? Kesin güllü bir şeydi, bana hiç açmayan. Bana hep tomurcuk, yapraklarını sıkı sıkıya kapatmış. Kollarına almayan, sarmalamayan, okşamayan. Oysa benden başka herkese bir nilüfer yaprağı gibi kocaman açılırdı o kıpkırmızı yapraklar. Alır, ta içine sarardı da sıcacık ederdi üşüyen kolları. Benim kollarım hep soğuk, hep buz gibi. Hırkalar ısıtmaz, ateşlere atsam erimez bilirdim.

Tabutunun ucundan tutarken, üzerindeki oyalı tülbenti kimin örttüğünü de unuttum. Bir kaybım vardı, neyimi kaybettim tam olarak anlayamasam da, yas tutuyordum. Kaybettiğim o kadar çok şey vardı ki hayatımda, sonunda neyi kaybettiğimi de unuttum. Hep bir ‘hiç’ miydim, yoksa zamanla bir hiçlik girdabında mı kayboldum. Bir değerim var mıydı insanların gözünde? Bir işim, ünvanım, arkadaşlarım, dostlarım, komşularım… Yoksa uçsuz bucaksız bir bozkırın ortasında yalnız bir gelincik gibi dimdik dursam da rüzgârlar mı deviriverdi ansızın?

Yusuf muydu neydi adı? -Hani şu hemzemin geçidin öte yakasında- Yoksa bütün güzelliklerin adına mı Yusuf denirdi unuttum. Yoksa gelincik oydu da ben etrafında dolanan arı mıydım, bir zerecik toza talip olan. Gece gündüz etrafını tavaf eden. Kara kara gözleri ve uzun kıvrık kirpikleri  var mıydı bütün Yusuflar gibi? Ve ben elimde bıçak, parmağımı kestim mi onu görünce, unuttum.

Yusuf’tu hayaller ve dahi onun ötesi. Kırılgan bakışların ve hırçın dalgaların berisinde sakin ve sessiz beni bekler miydi unuttum. Evimizin hemen karşı tarafında, aramızda hemzemin geçidi… Evleri mi yoksa kalbimizi mi bölerdi hemzemin geçit? Rayların öte tarafına geçersem güneşin beni simsiyah kavuracağına inanmıştım. Öleceğimden korkup da sana kavuşamadım sanma; ellerimin yanık karası, senin akça pakça ellerine bulaşmasından korktum.

Hemzemin geçidin öte yakasındaki bütün köylüler, hemzemin geçidin bu yakasındaki bizim köye gelmişler miydi davullu zurnalı? Avluda etli pilav kazanları mı vardı bakırdan? Altında gürgen odunu cayır cayır, çıtır çıtır yanan. Ateşi ta uzaktan yüzümüzü yalardı. Üzümlü hoşaf, yaprak sarma, keşkek vardı boy boy kazanlarda. Kadınlar saki gibi dolanıp hoşaf kazanının içine maşrabayı daldırarak döküverirlerdi yer sofralarındaki kaselere.

Şimdi Yusuf muydu, Züleyha mıydı bizim kapıya dayanan. Ben ambarda, bulgurlarla pirinci birbirine katıp ayıklamaya sarmıştım kendimi. Kim sorarsa işim var diye seslenir, kapıya dayananı geri gönderirdim. Çok iş vardı çok. Daha mısır unuyla buğday ununu karıp onları ayıklayacaktım ki bir ses duydum dışardan, yoksa bana mı öyle geldi. “Yusuf’a evin küçük kızını verdiler ama ablası da ona sevdalıymış derler.” Yok aslında bu bir iç sesti yalnızca. Vallahi de billahi de böyle bir şey olmadı. “Sevdiğine kardeşi vardı da, ablası kendini ambara kapattı,” diye bir dedikodu yayıldı mı bütün köyde, onu da unuttum. Züleyha mıydı yoksa zindana kapanan, aşkının ateşinden sevdiği tutuşur diye korkup? Kalbim ha tutuştu, ha tutuşacak. Ambarda cayır cayır yanarken Züleyha’yı da, Yusuf’u da unuttum.

Görenler, ta gökleri delen bir duman çıktı ambardan demişler. İnce, uzun , kara bir duman kaplamış tüm göğü. Sonra nar rengi bir alev topu sarmış dört bir yanı. Oysa ben sandım ki bir ah ettim ta ciğerlerim kavruldu, ahım duman olup gökyüzünü kapladı. İnanmadılar bana, dellenmiş de ambarlığı tutuşturmuş dediler. Yalan! Külliyen yalan! Bir yalanı ayıklamak, beyaz pirincin içindeki beyaz taşı ayıklamak kadar zormuş. Bu arada ben buğdaylarla pirinci ayıkladıktan sona pirince bir de beyaz taş atıp ayıklamadığım için hayıflanmıştım.

Hemzemin geçit bir gece ansızın kayboldu. Sonra davul zurna sesleri kesildi. Yusuf’un evi kaybol­du. Kara katarlar geçmez oldu artık evimizin önünden. Gülfem -ya da adı her her ne ise- yataklara düştü dediler kızı delirince. -Oysa işin aslı öyle değildi onu da bir ben bir de Gülfem bilirdik- Hoş, Gülfem’in deliren bir kızı var mıydı onu da unuttum.

Sarıya düçar olmuş ıssız bir bozkırın ortasında uzun ama çok uzun bir gelincik kalmış tek başına. Her daim yapraklarını sıkıca kapatıp bir tek kara katarlar geçtiğinde açarmış. Açarmış, açarmış da yaprakları bütün bozkırı kaplarmış. Öyle ki, uzak diyalardan gelen trenler, Yusuf’un kokusunu kimse görmeden gelinciğin nazende yapraklarına bırakırmış.

Kendini gelincik sanan ama gelincik olmayan, kendini Züleyha sanan ama Züleyha da olmayan, kendini Gülfem’in –ya da adı her ne ise- kızı sanan ama Gülfem’in –ya da adı her ne ise – kızı da olmayan, anasının onu doğururken can verdiğini bilmeyen, o yüzden hiç bir zaman anasından masallar dinleyemeyen, Gülfem’in –ya da adı her ne ise- ellerinde bir kerecik koklanmadan, sevil­meden, öpülmeden, erimesinden korkulan bir kar topu gibi dokunulmadan bir sancı gibi büyüyen ama bunu da bilmeyen ben, sonunda hatırlayıverdim ne olduğumu. Evet, evet ben bir ‘hiç’tim.

Niye her gün gelip beklersin trenlerin bile uğramadığı bu köhne istasyonu? Birini mi beklersin?

“Hiiç!”

Unutmuştum avuçlarımda umut diye sakladığım her ve varsa. Yusuf, hemzemin geçit, önümden salınarak geçen kara katarlar, ambardaki yanık kokusu… Yusuf’un gönderdiği pusula… Küçük, kare, beyaz kağıtta… Unuttum hepsini.

Yalnız, o kapkara, kocaman, duman gibi gözleri unutmadım. Bir tren gibi aşkla geçerdi gözleri­min önünden.

Ha, bir de anasız büyümüş kollarımdaki titremeyi.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Teheccüd Ezanı / Şeref Akbaba
Şirâze’den Şirâze’ye Saklı Mektuplar -98 / Şiraze
Vaveyla / Ferhat Nitin
Virgül / Mehmet Sertpolat
Tecellî / Birol Yıldırım
Tümünü Göster