Tarih; bir milletin geçmişiyle yüzleşmesidir, geride bırakılan her günün geleceğe düşen gölgesidir, dalında güzel görünen meyvenin ağızdaki tadının yorumudur. Tarih; toplumları, milletleri, kuruluşları etkileyen hareketlerden doğan, olayları zaman ve yer göstererek anlatan, bu olaylar arasındaki ilişkileri, daha önceki ve sonraki olaylarla bağlantılarını, karşılıklı etkilenmeleri, her milletin kurduğu medeniyetleri, kendi iç sorunlarını inceleyen bilim (TDK, 1988, s.1419) dir. Bir millet tarihini ne kadar önemserse, tarihin satırlarını ve satır aralarını daha iyi okursa kusursuz bir medeniyete doğru yol alır. Her milletin gününe ve geleceğine yön veren tarihî olaylar olmuştur. Biz de Türklerin varlığının tespitinden bugüne farklı tarihî olaylar yaşadık, bu olayların sevincini ve acısını milletçe paylaştık.
Türkiye tarihinin son dönemine, siyasi ve toplumsal hayatına iz bırakan olaylardan biri de 12 Eylül 1980 askeri darbesidir. Bu tarihte Türk Silahlı Kuvvetleri “emir komuta” zinciri içinde ülke yönetimini ele geçirmiştir. 12 Eylül 1980 darbesi, 27 Mayıs 1960 darbesi ve 12 Mart 1971 muhtırasından sonra Türkiye Cumhuriyeti tarihinde silahlı kuvvetlerin siyasi yönetime üçüncü açık müdahalesidir. Ülkeyi 12 Eylül’e götüren unsurlar, yapılanlar ve yapılmaması gerekenler, ölenler, sağ kalanlar, haklılar haksızlar, yaptığıyla yetinenler, yaptıklarını az bulanlar, yapamadıklarına pişman olanlar, “azledilenler ve aziz edilenler” hep tartışıldı, konuşuldu, yazıldı. Şimdi bu olayı Yeşilçam sorgulamaya başladı. Açık söylemek gerekirse maalesef her şeye geç kalan anlayışımız burada da kendini gösterdi. Yine de sabit durmaktansa adım atmak hedefe bir adım yaklaşmak demektir. Yeşilçam, şimdi bir ülkenin sineması nasıl olmalı sorusuna doğru cevap vermeye başladı. Çünkü, sanatçıların denetlemediği hiçbir iş insana mana olarak tam fayda sağlamaz. Şairiyle, yazarıyla, senaristi ve yönetmeniyle ülkesi denetlenmeyen bir halk yalnız kalmaya mahkumdur.
Önce “Babam ve Oğlum” Barıştı
Şiirlere, romanlara farklı şekillerde konu olan 12 Eylül, son dönemde sinemamıza ilk olarak “Babam ve Oğlum” filmiyle yansıdı. Çağan Irmak’ın senaryosunu yazdığı ve yönetmenliğini yaptığı film, insani hassasiyeti ön plana çıkarmıştı. Filmde 12 Eylül 1980 darbesinin yapıldığı gün doğan ve doğarken annesini kaybeden Deniz, babası Sadık’la İstanbul’da yaşamaktadır. Sadık’ın ciddi bir hastalığa yakalanması, Deniz’in sahipsiz kalacağından korkması, onu yıllar önce okuması için gönderen; ama siyasi olaylara karıştığı için onu evlatlıktan reddeden babası Hüseyin Efendi’nin yanına sığınmaya mecbur eder. “Babam ve Oğlum” 12 Eylül’le başlayan; fakat “insanla” devam eden bir filmdi. Burada 12 Eylül’ün toplum hayatına yansıyan en önemli yanı toplumsal kamplaşmaların aileleri nasıl parçaladığı, aileleri parçalanan bireylerin yeniden bir birleşme sağlamak için çektikleri sıkıntı anlatılır. Büyük şehirlere öğrenim için giden gençlerin ailelerinden habersiz girdikleri çıkmazları, çektikleri ve çektirdikleri acı etkileyici bir dille ve duygusal sahnelerle sunulur.
Olmayan Bir “Eve Dönüş”
12 Eylül’ün farklı bir yüzünü de “Eve Dönüş” filminde gördük. Ömer Uğur’un senaryosunu yazdığı ve yönetmenliğini yaptığı film, 12 Eylül’ün işkence sahnelerini, izlenimlerini ön plana çıkarmıştır. “Eve Dönüş” ideoloji, işkence, sermaye, sendika, işçi, asker çerçevesinde 12 Eylül’ün farklı bir yüzünü ele almıştır. Filmde başrol oyuncuları fabrika işçileridir. Mustafa ve eşi fabrikada çalışan, aldıkları televizyonun taksitlerini ödemek için mesaiye kalan, siyasi ve toplumsal olaylarla hiçbir ilgisi olmayan, yoksul ve sefil bir hayatı paylaşan iki fabrika işçisidir. Yanlış bir ihbar ve yönlendirme sonucu sorguya alınan Mustafa, devletin en soğuk ve biçimsiz yüzüyle karşılanır ve sorgulanır. Suçlanmak için zorla delil toplanır. Dayanılması zor işkencelerden sonra suçsuzluğu anlaşılan Mustafa eve gönderilir; ama ev sahibi yaşadıkları olayları bahane ederek Mustafa’nın eşini evden çıkarır. Mustafa olmayan bir eve döner.
“Eve Dönüş”, 12 Eylül’de sorgulama ve haber alma yanlışlıklarını, işkenceyi ön plana çıkarırken önemli bir olayı da gündeme getirir. O da şudur: Bu dönemde sorgulanan, fişlenen, işkence gören insanların daha sonra toplumsal hayata katılmakta ve uyum sağlamakta oldukça zorlandıkları, psikolojik olarak çok yıprandıklarını izleyiciye sunmak.
“Beynelmilel” değil Ulusal Hatta Lokal
Sinemamızın bu dönem içinde 12 Eylül’ü konu alan son filmi (Ocak 2007) “Beynelmilel” dir. Yönetmenliğini Sırrı Süreyya Önder ve Muharrem Gülmez’in yaptığı film, Adıyaman’da gevende (yerel müzik grubu) olarak çalışan, geçimini sağlayan insanların 12 Eylül 1980 darbesiyle askerî yönetimle tanışmalarını ve bu doğrultuda gevendeliği bırakıp orkestra olmalarını anlatan bir filmdir. Filmde Gülendam’ın sevdiği uğruna söylediği yalan önce gevende sonra da orkestra şefi olan babasının başına iş açar. Sosyalist enternasyonal marşının bahar, coşku, sevgi müziği sanılması cuntanın sert tepkisine neden olur. Kendisi annesiz büyüyen Gülendam, çocuğunu da dedesiz büyütmek zorunda kalır. Film, “Eve Dönüş” ün aksine 12 Eylül’ün toplumsal hayata karışmasının gülünç yanlarını, hem askerden hem de halktan topladığı karelerle sunmaktadır. “Beynelmilel” de ilk defa askerler de 12 Eylül 1980 darbesinin baskıcı tutumundan sıkıldıklarını, farklı bir yaşama sevincine ulaşmak istediklerini dile getirirler.
Sonuç olarak 12 Eylül 1980 askeri darbesi Yeşilçam’da her yönüyle “sorgulanmaya” başlanmıştır. Türk siyasi hayatında hâlâ izleri kaybolmayan bu olayın irdelenmesi, geçmişe ayna tutulması, aynaya yansıyan renklerin seçilmesi gerekiyor. Daha önce de söylediğimiz gibi bir medeniyetin ve milletin oluşumu şairle, yazarla, oyuncuyla, yönetmenle mümkündür. Sanatçı eli değmeyen, sanatçı gözüyle bakılmayan, sanattan ve sanatçıdan habersiz kotarılmaya çalışılan her iş yarımdır.