Ege Türküsü

I.

Bu küçücük odada, güneş sızmasıyla sararmış perdelerin, yerdeki çalgılara gündışlık ve övüşlük vermeyen tahta kurularının arasında başımı yasladığım bu eski pencere ve üzerimdeki bu ince telörgülere inatla göğünük de durmayı öğrenmiştim. İnsan, bir yerde öğrenmeliydi, sığ denizlerde geniş yelkenler açmayı. Koridordan gelen sesler, birazdan bu eski odanın içerisine dağılacak olan armoninin de habercisiydi. Elinde küçük bir kahve fincanıyla, dudaklarında bir Ege türküsü mırıldanarak odaya girdi. Gözleri, o kırkikindi yağmuru, sûra üflenmeden hemen önceki tedirgin­lik ve teslimiyeti yansıtıyordu. Gözleri merakla beni aradı bu küçük odada. Göz-söze geldik, adımlarını bana doğru atmaya başladı. Sağır ve bir o kadar da kurt seğirtisiyle donanmışın, geniş gövdeme ellerinin sıcaklığıyla bastırdı. Göğsümden bir güneş huzmesi, sakincesini koruyarak gövdemdeki tellerin üzerinden kayıp yeryüzüne değdi. Sanki Kisrâ’nın filleri koşuyordu gövdemde, titreyen ayakuçlarımın, bu dönencelerinden ve her defasında sıkı sıkıya kavranıp kelepçelenen diz boğumlarımdan başka bir şey beni sanki kendi içine doğru çekiyordu. Beni yavaşça olduğum yerden kaldırdı, kollarının arasından geçirerek, yüreğimi sol böğrünün üzerine yasladı, hafifçe dokundu, içimdeki ses dışarı doğru akisler oluşturarak çıkıyordu. Sonra içimdeki sesi masanın üzerindeki kitabın arasına bıraktı. Bu derin boşlukta sesime dokunan, kendi ruhumdan ruhuna üflenen çağıltılara yelkenler gererek, kitabın sayfasındaki kelimelerin arasından; ruhucunda, dokunaksızca, karşı kıyıya ulaşmaya çalışan bir mülteci duygusuyla kendimi bu harfler iklimine bıraktım. Duvarda tozlu ve sararmış bir şekilde çerçevelenmiş duran resme uzunca bakarken fark ettim ki çoktan içimde tozlanan ezgilerin dışavurum vakti gelmişti.

O, göğsümün üzerindeki tellere vurdukça ben odadaki bütün nesnelere adeta milyonlarca par­çalara bölünerek dokunuyor, kendimi gizli-saklı bütün bir haşerâtın içinde hissediyordum. Sonra tam da şu Osman Hamdi Bey tablosunun asılı durduğu duvara kendini bir ölü gibi yaslamışçasına duran sevgilimin bana eşlik edeceği âna duyduğum özlemin de etkisi miydi, bilemedim; parag-raflar cümlelere, cümleler kelimelere, kelimeler hecelere, heceler ise harflere bölünüp bölünüp bütünleşiyordu. Sağır bir sevgiliydi o, düşüncesiyle mızraklıyordu düşmanını, yüzündeki gülüş hep samyelinin kuruttuğu coğrafyalardan yalınayak göç eden insanların saklı kederlerini taşıyordu. Mesela Türkçe konuşuyor Arapça düşünüyor ama dönüp dolaşıp Çiçekçe gülüyordu olduğu yerde. Sonra oturduğu salıncaklarda uzanık bir üzüm bağının ekşiyen yanlarını kendine huy ediniyordu. Bense hep o üzüm bağının gölgesinde kendi tok sesimi dinlendirir ve kendi kendime, kalın bir kitabı itinasız karıştıran, ders saatlerinde gökyüzüne dalan, her sabah güneşini üzerine doğurmadan uyanan bir öğrenci gibi heyecan ve dirimle hayata katılırdım.

Odanın bu iç akustiğini dışardan gelen sesler bozmaya başlamıştı. Birazdan dışarıdan elleri yün örgülü ceketinin cebinde genç bir kadın odaya bir lavanta bahçesiyle birlikte girdi. Sonra bu bahçeyle birlikte dizleri kanayan bir çocuk silüeti, sütten kesilmiş bir doru tay, gözlerine mil çekilmiş bir ihtiyâr ve kuru nane kokuları ceplerinde attar bir nine de odanın orta yerine girivermişlerdi. Genç çocuk silüeti hemen odanın bir köşesine çekilip cebindeki bilyeleri çıkarıp oynamaya, sütten kesilmiş doru tay başını bir sağa bir sola doğru salladıktan sonra kapının aralık kısmından geldiği yöne doğru koşmaya, gözlerine mil çekilmiş ihtiyar cebinden çıkardığı ıhlamur dalını koklamaya başlamıştı ki genç kadın aniden yüksek sesle gülüvermişti. Attar nine birden bu genç kadının gülüşünden tanelenen hüzünlerden birkaçını elindeki havanda dövmeye başladı. Genç kadın havanda ezilen hüzünlerinin verdiği kederle ve odadan yükselen bu Ege türküsünün etkisiyle birden olduğu yerde ağlamaya başlamıştı. Tuzlu bir gözyaşı ve eksilen notalarıyla Ege türküsü kendini sıhhatli bir oburun tok uykusuna doğru bırakıyordu.

II.

Cemile, bu karanlık odanın ortasında siyah bir sandalyeye oturmuş, sarı bir ışık kara saçlarının üzerinde, ellerinde güz nergisleri tutuyordu. Pencerenin panjurlarına düşen ay kırıntılarının arasından kendine doğru gelen mavi ceketli adamın belli belirsiz bir söylenti içinde olduğunu gördü. Ellerindeki nergisi susuz vazonun içine bırakarak kapıya doğru yöneldi. Kapıyı yavaşça araladı ve birden gece içeri girivermişti. Ayakları çamurlar içinde kalmış, ellerinde kayış izleri taşıyan genç adamın yüzüne, yerden topladığı gözleriyle yavaşça baktı. Adam; gözlerinde Kızılırmak havzası, yanaklarında Süphan’ın yanıklığı, alnında Ege’nin deltalarıyla Cemile’ye doğru baktı. Cemile, bu genç adamla göz göze gelmemek için bir anlık gözlerini büyük bir mahcubiyetle yere düşürdü. Adam, elini Cemile’nin çenesine doğru götürdü ve yere düşen çehresini gözleriyle birlikte kendine doğru topladı. Cemile, adamın bu kızarmış gözlerine biraz tedirgin biraz kaçak bir yalınlıkla baktı. Serin üflemeleriyle kara meltemini andıran bir mavilik açık kapıdan içeri girip bu iki gözün ortasına kurulmuştu. Dışarıdan içeriye koşan, uykulu gözlerini sağır bir saate kuran baykuşların ve dişini gıcırdatarak ağır adımlarını bu tepeden sarkan sarı lambanın aydınlattığı masada serili duran haritaya diken Nazi subayının telsiz konuşmaları, bu eski odanın akustiğini çoktan sarsmıştı. Bu sarsıntıyla birlikte pencerede duran saksının yere düşmesiyle parçalanması bir oldu. Cemile, birden irkilerek gözlerini bu genç adamın gözlerinden yeniden ayırdı. Her ayırış yeni ürküleri de beraberinde getiriyordu. Ürküler, biraz sonra başlayacak muson yağmurunun da sancısı gibi gittikçe belirginleşmişti.

Saat epeyce ilerlemiş, masadaki haritanın yanında duran buhurdandan odanın en ücrâ köşelerine kadar sinen bu yanık kâğıt kokusundan duyumlanan derin bir an sızıntısı içinde iki genç sanki oldukları yerde balmumu heykellere dönüşmüşlerdi. Gövdemin içinde dönüp duran seslerin bir yangına dönüşüpte bu iki genç insanı eritecekmiş korkusunu tepeden tırnağa vücudumun her ye-rinde hissediyordum. İçimdeki bu derin oyuktan ve bu her yanı sararmış odadan başka hiçbir şeyim yoktu. Sanki tüm dünya bu küçük odaya dolup dolup boşalıyor, insanlar bütünüyle sevinçlerini, öfkelerini, hınçlarını ve daha buna benzer birçok duygusunu bu küçük odaya boşaltıp gidiyordu. Vücudu balmumu heykele dönüşen Cemile, içinde titreyen bir kuş sürüsünün cıvıldamasıyla bir-den canlanıverdi. Henüz karşısında bir cânlılık bulamamış bu genç adama baktı. Elini genç adamın bu donuk yüzünde gezdiriverdi. Bu soğuk kaskatı kesilmiş ve pür dikkat kendine bakan gözleri canlandırmanın bir yolunu bulmak istiyordu. Birden kokusu burnuna ilişen nergisleri fark etti. İki avucuyla sımsıkı sardığı nergisleri karşısındaki genç adamın burnuna doğru yaklaştırdı. Genç adam bu nergislerin kokusunu alır almaz olduğu yerde, gergin ve kaskatı kesilmiş vücûdunda bir canlılık hissetti ve gözlerini Cemile’nin gözlerine doğru akıttı.

III.

Şimdi bu masanın başında elimdeki kâğıdın üzerime koşan beyazlığıyla; buğday benizli, gök bakışlı kadının sesini duyabilmek için daktilonun üzerinde aradığım ince seslerden örülmüş kelimeler bulup, gece bakışı sağır duran elleriyle, kokusuyla Genç Adam’ı dirilten nergisleri kağıtlara sürüp sürüp daktilomun sürgüsünden geçirerek odamın içerisinde yeniden düşünmeye başladım. Birden kulakları sağır eden bir uğultu içimden taşan dışımı bu odanın orta yerine oturtuvermişti. Bir küçük masa ve bu küçük masanın etrafında sanki şu öyküye her harf ekleyişimle birlikte yüzleri yavaş yavaş silinecekmiş gibi duran; Bağlama Virtüözü Genç, Cemile, ‘’Genç Adam’’ ve ‘’Ben’’in birbirine sanki karışan öyküsünü zihnimde bulanıklaştıran bir duyguyla daktilomun şeridini değiştirmek üzere yerimden kalktım, saat epeyce ilerlemişti;

Radyoda hala aynı Ege türküsü çalmaktaydı…

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Ahsenü’l-Kasas / Şeref Akbaba
Ege Türküsü / Ali Yaşar Bolat
Semender / Ebubekir Koçak
Bir Umuttu Hayat / İbrahim Kaya
Eksik Yanım / Nurşah Karaca
Tümünü Göster