İstanbul’u hiç bilmezdim. Adalara nasıl gidilir? Ya Üsküdar’a, Kadıköy’e, Beykoz’a? Bilmezdim hangi vapur beni bekler, hangi durak evimin yanıbaşında.
Evim dediğime bakmayın siz. Başka hayatların yanına sığıştırılmış bir hayat benimkisi. Bir soluk alışverişten ibaret yalnızca. Şu pencerenin önünde yabancısı olduğum bu şehri seyrede seyrede doldurulması gereken bir vade işte.
“Yusuf, hadi gelin yemek hazır.”
“Çınar, Berke, hadi çocuklar… “
Seslenen bizim gelin. Kalkıp mutfağa gitmeli yavaş yavaş.. Hoş gitmesem, hadi baba sen de gel dediği de olmaz ki. Oğlan kalkıp gelir çağırır sağolsun da, onunla da aramızda soğuk soğuk duvarlar var. Bunca yıl geçti, daha bende de onun yüzüne bakacak hâl yoktur.
En son seninle zaman bir baba-oğul gibi karşı karşıya oturup da konuştuk. En son ne zaman ellerimi omzuna koyup “Aslan oğlum benim!” dedim? En son ne zaman doya doya birbirimize sarıldık?
O elim kazadan önce.
Yedi yıldan sonra oldu Yusuf. Evimize akça pakça bir nur doğdu. Göz bebeğimizdi. Annesinin Yusuf’uydu o. Goncamın goncasıydı. Yusuf azıcık mahsun baksa, annesinin ciğeri yanardı bilirdim; annesinin gözleri dolsa, Yusuf, Hızır gibi yetişirdi. Onlar ne güzel ana-oğuldu öyle. Onların o birbirlerine düşkün hâlleri benim de içime bir serinleme, genişlik, ferahlık verirdi. Annesine hürmet eden bir adam, bu dünyada hiç bir şeyi incitemez derdim. Çünkü hürmeti vardı, onu karnında taşıyıp dünyaya getirene, büyütene, yetiştirene…
“Zekeriyya Baba, şapırdatmadan ye.”
“Efendim?”
“Şapırdatmadan ye diyorum. Baksana çocuklara kötü örnek oluyorsun. Onlar da senin gibi yapıyor.”
Geçen gün misafir gelince kale duvarları gibi üzerime kapatılmış salonun kapısından içeri buyur edildim. O da bana hürmetten değil de , eşe-dosta ayıp olmasın, yaşlı adamı ayrı bir odada tek başına oturtu-yorlar demesinler diye.
Gerçi girdiğime de bin pişman oldum.
Derdiniz nedir bilmem ki yerlere bembeyaz halılar serersiniz. Sanırsınız ki salonun ortasına kar yağmış. Sonra da o halınız kirlenmesin diye basmalara kıyamazsınız.
“Zekeriyya baba, biraz dikkat etsen…”
Ah şu ellerim titremese. Ben ister miyim o canım halıya çay damlatmayı? Ellerim kırılsaydı da dökmesey-dim. Ama işte ellerime laf geçiremem ki. Buz üstünde yatmış gibi tir tir titrerler. Ne zamandan beri mi?
İşte o elim kazadan hediye.
Zekeriyya as. susma orucu mu tutmuştu? Onu anlamayanlara susarak mı cevap vermişti? Yoksa kendisine verilen müjdeye bir işaret miydi dudaklarının lal olması? “Dedi ki: Rabbim, bana bir alamet ver. Senin alametin sağlam olduğun halde üç gece insanlarla konuşamamandır. (Meryem,10)” Konuşmanın yetmediği yere susmanın tokadını atmak…
Oysa benim suskunluğumda gayem kendimi cezalandırmak belki de. Söyleyecek hiçbir şeyiminolmaması… Her şeyin müsebbibi olarak hiçbir şeye layık görememek kendimi?
İşte o elim kazaya sebeb olan benim diye.
Hem konuşsam neye yarar ki? Yaşamak mı bu? Soluk almak, yemek yemek, su içmek, yürümek iki kuru çalıya dönmüş ayaklarımın üzerinde. Nereye konsam, nerede dursam, nerede konuşup, nerede sussam?
“Sobanı yakamıyorsun baba, yemeğini yapamıyorsun. Hem Erzurum’un ayazına odun kömür mü dayanır? Gel kal işte kışın burda. Nasıl olsa ev kaloriferli …”
Sağolsunlar her kış çağırıyorlar yanlarına, mart çıkmadan ayaklanıyorum gideceğim diye.
***
Yusuf köyde koyunları güderdi. Daha küçüktü o zamanlar. İlkokul çağları… Amca oğlu İbrahim’le pek iyi anlaşırlardı. Gerçi pek de sık kavgaya tutuşmadılar değil. İşte o zaman Yusuf ağlaya ağlaya eve gelirdi şikayete. İbrahim de pehlivan gibi çocuk hani. Boy dersen boy, en dersen en. Bizim Yusuf’un iki katı maşallah. Çocuk elinin tersiyle itse bizimki yerlerde. Yusuf’u da annesi ne kadar yağla balla beslese de bir gram et tutmazdı kemiğinin üzerine. Neyse bizim o pehlivan yarısı İbrahim beş dakikaya kalmaz gelir, Yusuf’u yeniden oyuna çağırırdı. İşte o zaman ben de İbrahim’i ufaktan fırçalardım. Azıcık korksun da bizim sıska oğlana fazla elleşmesin diye.
“Lan niye dövdün bakayım benim Yusuf’umu?”
“O da benim çubuğumu kırdı Zekeriyya amca,” derdi. “At yapacaktım ben ondan.” Hemencecik gözleri dolardı. Bedeni ne kadar iriceyse, yüreği de o kadar ufacık, kırılgandı. Çabuk kızar ama çabuk da affederdi. Bizim Yusuf da az değil hani, yaramazın önde gideni. Boyuna posuna bakmaz, İbrahim’i kızdırmak için yapmadık iş koymazdı. Bu meşhur ikili bir koca çınarla onun küçük gölgesi gibi her daim yan yanaydı. Ne kadar kavgaya tutuşursa tutuşsunlar güneş karşıki dağların ardına çekilmeden onlar yine can ciğer kuzu sarması olurlardı.
Yusuf’un beşi bitireceği sene, köyümüzün öğretmeni kapımıza kadar gelmişti. “Yusuf akıllı çocuk, zeki çocuk, sakın okutmamazlık etmeyin,” diye.
“Sen hiç merak etme öğretmenim,” demişti annesi. “Ben elde avuçta ne var ne yok satarım, yine de okuturum Yusuf’umu.”
***
İşte penceremin önünde tanımadığım bu şehri seyrederken her gün bunları düşünürüm. Köyde ne yapar, ne ederdik? Tarlaya ne eker, ne biçerdik? Kardan dışarıya adımımızı atamadığımız günlerde soba başında hangi oyunlarla eğleşirdik? Düğünlerde geceli gündüzlü dinmeyen davul zurna sesleri kaplardı bütün köyü. Göğü masmaviydi, gecesi kapkaranlık… Hangi yöne baksan yıldızlar kıpır kıpır ederdi. Buraların göğü öyle mi ya? Ne zaman kafamı kaldırsam donuk, ruhsuz, kirletilmiş bir mavi. Sanki bütün şehrin pisliğini içine emmiş bir sünger gibi. Gecesi desen yıldızsız… Serçelerini yitirmiş de bomboş kalmış bir yuva gibi… Sonra Yusuf’un çocukluğu… Ortaokulu, liseyi ilçede okuyuşu… Annesinin her akşam onu yol ağzında bekleyişi… İnsanın hayatla alıp vereceği kalmayınca hatıralara sığınırmış meğer. Ey Zekeriyya! Aç bakayım hatıralar torbasını. Haydi tombala!
“Zekeriya baba, bugün günüm var, sakın ortalıkta dolaşayım deme.”
Mutfağa girme, koridora çıkma. Yüksek sesle öksürme… Açar önüme televizyonu, ha babam, de babam izle. Ne izlediğimi anlamasam da bellemesem de izler dururum. Bazen torun gelir, ”Yahu dede,” der. “İki saattir reklam seyrediyorsun. Gören de filmin en heyecanlı yerinde sanacak. Gözlerini açmışsın nah bu kadar.”
Bunu derken de baş ve işaret parmaklarını birleştirerek iki kocaman yuvarlak yapar.
Yok oğul, ne reklam ne de film… Bizim köyün dağlarını seyrediyorum; obalarını, bahara durmuş yemyeşil yaylalarını… Ot kokan, çiçek kokan, yayla dumanı kokan havasını… Buz gibi sularını, karını, yağmurunu… Çamurlara bata çıka bellediğimiz bağlarını… Odun ateşinde kaynayan kazanımızı, damlarına serdiğimiz bulgurunu… Boydan boya dokunan kilimlerini… Semaverden kıvrıla kıvrıla çıkan buharını, dumanını… Çayın yanındaki kıtlamayı… Halime’min kınalı ellerini… O ellerle bana beş mille yün çoraplar örüşünü… İpleri birbirine dolandırmadan desen desen dokuyuşunu… Sahurda, saldığı erişteyi, iftardaki tarhanayı… Minareden yayılan ezanı… Atların rahvan durup koşuşunu…. Sonra Halime’mle tarlaya gidişimizi… Tarladan dönüşte yokuş aşağı hızımı kesmeden inince virajdan römorkun devrilişini… Halime’min römorkun altında can verişini… Ne bir damla kan, ne yara, ne morluk… Yine öyle akça pakça, ay parçası… Yine öyle gülümseyen, kızmayan… Benim oğlum mühendis çıkacaktı, senin yüzünden göremedim der gibi bakmayan…
Bir yanımı eksik koyup gittin benim. Bir kır lalesi gibi, daha mevsiminin bitişini beklemeden.
Yusuf beni hiç affetmedi biliyorum. Ne küstü benimle, ne de bir oğul gibi konuştu. Bana evinin kapısını açan oğul, yüreğinin kapısını sımsıkı kapattı.
İşten gelince gözlerimin içine bakmadan bir “Nasılsın baba?” deyişi.
“İyiyim oğlum. Sen nasılsın?”
“Çok şükür.”
İşte o kadar…
Yok, aslında çok şey konuştu o kanayan gözleriyle.
“Baba, senin yüzünden annem ne okulu bitirişimi gördü, ne düğünümü, ne de evlatlarımı… Hayattaki en değerli varlığımı aldın benim elimden. “
“Beni yarım bıraktın baba.”
Sen de benim gözlerimden okur musun a oğul, her gün senden binlerce kez af dilediğimi.”
Keşke ben kalaydım o römorkun altında…
O bitip tükenmez suçluluk duygusu, omuzlarımda günden güne büyüyen bir ağırlık bıraktı. Son zamanlarda Yusuf’un yüzüne bile bakmıyorum. İyice susar oldum.
Gelin, Yusuf’a beni şikayet ediyor:
“Baban iyice tuhaflaştı. Yemek yemiyor, hiç kimseyle konuşmuyor; televizyon bile seyretmiyor artık.”
Dünya bir sürgün yeri olurmuş ya insana, benim için de öyle oldu artık. Ölüm bir nazlı misafir gibi, ne kadar davet etsem de bir türlü kapımı çalmıyor.
Hey Zekeriyya! İçin Erzurum buram buram, dışın İstanbul buz gibi. Nerede dursam hep eğreti kalıyor bakışlarım. Kalabalıklar arasında yerini yitirmiş bir noktaya döndüm bu şehirde. Nereye konsam olmu-yor, bir türlü cümleye durmuyor söylediklerim.
Balkondan valizimi alıyorum. Ne koyacağım içine? İki içlik , fanila, kaç yıldır giydiğim pantolon, gömlek, meslerim… Ha bir de neresi olsa benimle gelen sararmış bir fotoğraf, Halime’mden kalan.
Evlenirken çekinmiştik. Ellerimizi asker gibi yanlara yapıştırmışız, omuzlar azıcık değmiş birbirine. Yüzler gayet ciddi. Fotoğrafçı kafasını kara bir örtünün içerisine sokup, “Çekiyorum, gülümseyin,” diye bağırmıştı. Oyalı tülbenti yanaklarının kenarından usulca süzülüyor. Tülbentinin uçlarından sarkan boncuklu güller, gül bahçesine çevirmiş çehresini. Mutlu mu sevdiğine kavuştuğu için? Heyecanlı mı, yoksa hüzünlü mü onu baba ocağından ayırıyorum diye? Yok, yüzünde hiç bir duygunun emaresi okunmuyor. Yalnız, benim yüzümde yenilmez bir pehlivan edası. “Sevdiğim kızı aldım, var mı bundan gayrısı?” der gibi.
Fotoğrafa son kez bakıp tekrar koyuyorum valizime. İstanbul’un üzerini bu simsiyah valizle kapatıyorum.
Ölümü bu şehirde beklemek de neyin nesi?
Öleceksem kendi toprağımda ölmeli.
Bir tohum gibi saçılıp toprağa, o eksik yanımı bulmak için.