Türk hikâyeciliğinin 2000 sonrası en dikkat çeken yazarlarından biri olan Ömer Faruk Dönmez, 1976 yılında Adana’da doğdu. Dokuz Eylül Üniversitesi Buca Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi. Ay Vakti, Türk Edebiyatı, Çınar, Atlılar, Huruç, Hece, Hece Öykü, Cafcaf, İhtiyar, Fayrap ve Müdahale dergilerinde hikâyeleri ve yazıları yayımlandı. İlk kitabı Hep Aynı Hikâye 2006 yılında Hece yayınlarından çıktı. Üç yıl sonra Bir Kitap Bir Balta İz yayınları arasından çıktı.
Cafcaf dergisinde tefrika ettiği “Hamza” ve “Figan-ü Lügati-t Türk” öykülerini 2010 yılında Hamza adıyla yayımladı. “Günlük biçiminde uzun öykü” diyebileceğimiz Bir Yobazın Günlüğü 2011’de, Dervişan 2012’de, öykü formatında kabul edeceğimiz son kitabı Ölü Bir Yazarın Anlattıkları ise 2013’te okurla buluştu.
Ömer Faruk Dönmez daha sonra yazı, fikir ve inanç dünyasını temelden sarsacak, edebiyat uğraşısının da kaderini belirleyecek bir zat ile tanışır. Sokakta yaşayan, bir kat elbisesi dışında hiçbir şeye sahip olmayan hatta ismi bile bilinmeyen -edeben sorulamayan- bu ulu kişi ile sohbet etmeye ve sohbette geçen konuşmaları not almaya başlar. Ab-ı Hayat I ve Ab-ı Hayat II, bu notların düzenlenmesi neticesinde oluşur.
Ömer Faruk Dönmez öykülerinde başat unsur ironidir diyebiliriz. Özellikle 1997 yılından sonra geleneksel öykü formundan çok uzaklaşmadan, postmodern anlatım tekniklerini de kullanarak kaleme aldığı öykülerinde hayatın anlamsızlığını ve insanların boş vermişliğini alaycı bir dille anlatır. Hep Aynı Hikâye ve Bir Kitap Bir Balta adını taşıyan ilk iki kitabında kimisi oldukça uzun kimisi kısa yirmi üç öyküye yer verir.
Öykülerin büyük çoğunluğu yalnızlık, aşk, kaçış, hüzün gibi duygularla çevrilmiş olsa da arka planda modern dünyaya yöneltilmiş sert eleştiriler barındırır. Yeme içme, giyinme, üreme, tüketme eylemlerine hapsolmuş insanları bazen bir sineğin gözünden bazen bir gazete sayfasının dilinden anlatır, iğneler. Çok katmanlıdır öykü-leri. Kahramanları yaralıdır, yalnızdır ama er kişidir. Sele kapılmazlar, esaslıdır, kimseye boyun eğmezler. İthafta bulunduğu Oğuz Atay ve Dostoyevski’den derin izler; Kafka ve Camus’nun kahramanlarının tuhaflığından işaretler taşır öyküleri.
Bir söyleşide kendisine yöneltilen bir soruya verdiği cevapta aslında poetikasını da açıklamış olur: “Modernizm bir işgal biçimidir; meşgul ederek işgal eder insanı. Bakalım şöyle bir etrafımıza: insanlar ‘sabah işe akşam eve’ gidip geliyorlar, televizyon ve internet başında saatlerini harcıyorlar, çılgın gibi alışveriş yapıyorlar, ‘beslenme/barınma/üreme’ üçgeninde yaşıyorlar, maalesef var oluş sırlarını yitiriyorlar, yaratılış amaçlarını unutuyorlar ve-saire. Malum şeyler yani. Bedensel bir ha-yat yaşıyoruz. Yeme, içme, çoğalma… Bu kısır döngüden kurtulmak için ruhumuzu yeniden keşfetmemiz gerekiyor. Ruhumuzu keşfetmek ve kim olduğumuzu hatırlamak için de tarihe ve edebiyata bakmamız lazım. Tarihe ve edebiyata baktığımızdaysa iki temel kavramla karşılaşıyoruz: Hikmet ve Kudret… Hikmet derken, yaratılış sırrına vakıf olmaktan, nefis tezkiyesinden, insan-ı kâmil olmaktan bahsediyorum… Kudret derken de ‘emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker’ vazifesini yapabilecek bir güce sahip olmaktan bahsediyorum.”
Başka bir vesileyle “Hikâye bir biçim sorunu, önemli olan insanı savunmak. Ruhumuzu savunmak. Kimliğimizi ve kişiliğimizi savunmak.” der Ömer Faruk Dönmez. Öyküsünü bu anlayış doğrultusunda yazar. Bir “hisse”nin peşine düşer; okuru aydınlatmak, uyandırmak, gibi bir görev üstlenir. Bilinç akışı, metinler arasılık, ironi, parodi, üstkurmaca gibi postmodern anlatım olanaklarını da muntazaman kullanarak öyküyü kusursuz inşa ederken satır aralarında okura bir dünya görüşü sunar. Yazarın bu tercihini “güdümlü edebiyat”ın haricinde tutmak gerekir.
Ömer Faruk Dönmez, öykülerinde estetikten ödün vermez; hayata ve insana dair mesajları öykü formunu deforme etmeden aktarır. Kimi zaman hafızasını yitirmiş bir profesör, kimi zaman ölmek üzere olan bir sinek, kimi zaman karısını öldüren bir koca, kimi zaman ölüm meleği olarak çıkar karşımıza ve bizi daima iyi ve doğruya sevk etmek gibi sahici meselelerin sancısını çeker kahramanlar. Mizah, hem yazarın hem de kahramanların en büyük silahıdır, mizahı yerli yerinde kullanarak öyküyü “meselelerin” boğucu atmosferine teslim etmez. “Güldürerek düşündürmek” klişesi Ömer Faruk Dönmez’in mizah anlayışını en iyi açıklayan ifadedir.
Günümüze yakın bir zamanda, çoğunlukla şehirde yaşayan insanın başından geçenler anlatılır Ömer Faruk Dönmez öykülerinde. Bireyin zihin dünyasında yaşanan irkilme-ler, farkına varmalar, uyanışlar önce aile ve toplum duvarına çarpar. Örneğin “Bay Cezmi C.” bir sabah uyanır ve kim olduğunu, bu dünyada ne aradığını hatırlayamaz. Açıklaması zor bir hâldedir ve anlatacak kimsesi de yoktur.
İslam ve insanlık tarihinden anekdotlar, hadis ve ayet metinleri; siyasî ve toplumsal sorgulamalar, felsefi meseleler, günlük ha-yattan olaylar; şiirler, fıkralar, espriler, şarkı sözleri… bir araya gelerek yazarın üslubuna karışır. Okurla konuşur gibi rahat bir dil görülür. Osmanlıca Türkçesinden kelime-lerin serpiştirildiği cümleler bir eda katar.
Ömer Faruk Dönmez, öykü türünün sınırlarını zorlamış; Bir Yobazın Günlüğü’nde öykü ile günlüğü, Ölü Bir Yazarın Anlattıkları’nda ise öykü ile de-nemeyi harmanlamıştır. Hamza ile geniş bir okur kitlesine ulaşmış, bir neslin duygu ve düşüncelerine, sorgulamalarına ve yaşadıklarına tercüman olmuş, Hep Aynı Hikâye, Bir Kitap Bir Balta ve Dervişan’da ise Türk öykücülüğünün en nadide örneklerini vermiştir