Türk “nesir” dilinin Tanzimat’tan sonra üzerine düşülen bir alan haline geldiğini söylüyorsunuz. Türk edebiyatında öykünün başlangıç noktası neresidir?
Bizim gelişmiş bir şiir dilimiz olmasına rağmen, aynı ileri seviye, Osmanlı döneminde, nesrimizde kendini gösterememişti. Bazı tarih kitapları bu durumun dışında (Naima Tarihi gibi). Tanzimat döneminde “nesir” dilinin gelişimi bazı ihtiyaçlar dolayısıyla olmuştur. Gazete hayatımıza girmiştir mesela. Gazete, halka hitap ettiğinden, sade ve anlaşılır bir dil bulmak zorundaydı. Sonra Batılı anlamda edebî türler girer hayatımıza. Onlar da kendi dillerinin arayışına girişir. Türk nesir dilinin Tanzimat’tan sonra üzerine düşülen bir alan haline gelmesi böyle olur.
Batı’dan giren edebî türlerden biri de -roman, tiyatro ve yeni şiir yanında- sözünü ettiğimiz modern hikâyedir.
Türk edebiyatında, eski tahkiyeden kopma sinyalleri, ilk olarak, Muhayyelât-ı Aziz Efendi adlı eserle ortaya çıkar. Yıl 1799. Daha sonra, İstanbul’da taş baskısı olarak basılmaya da başlanacak olan realist halk hikâyeleri gelir (1850’ler). Eski hikâyeden kopuş, yeni bir arayış başlamıştır. Bir yazar elinden çıkan ilk örnekleri Ahmet Midhat (Letâif-i Rivayât serisindeki hikâyeler) ve Emin Nihat (Müsameretnâme/Gece Hikâyeleri) ortaya koyar. Yıl 1871-72’dir. Ancak bunlar eski tahkiye ile yeni hikâye arasında bir köprü görevi görür. Bizde modern anlamda ilk hikâye örneklerini, Küçük Şeyler adlı eseriyle 1890’ların başlarında Sami Paşazade Sezai verir. Türü yaygın hale getiren de Halit Ziya olur. 1890’lı yılların sonuna doğru dönemin gazetelerinde yayımladığı yüz kadar hikâyesiyle.
Modern Türk öyküsü 19. yüzyılın ortalarından sonra varlık göstermeye başladı. Peki, dünya edebiyatlarında o tarihte durum neydi?
Dünya edebiyatında bu türün ortaya çıkışı da 19. yüzyılın ortalarında E. Allan Poe eliyle Amerikan edebiyatında olur. Ancak o dönemde, bizim Batılı hikâye örneklerini görmemiz, Fransızca kanalıyladır. Osmanlı ülkesinde bilinen Batı dili, yaygın olarak Fransızca’dır çünkü. Modern kısa hikâyenin dünyadaki ikinci ismi -bir sembol isim- Guy de Maupassant olmuştur. Onun ilk eserleriyle bizdeki ilk örnekler arasında da on yıl gibi kısa bir süre vardır.
Ancak burada şunu unutmamak lazım. Bizde modern hikâyenin doğuşunda Batılı örneklerin önemli bir yeri varsa da hikâye varlığımızı tamamen onlara bağlamak doğru olmaz. Bir kere bizim modern hikâyemiz öncesinde, çok köklü bir geleneği olan, klasik Doğu hikâyeciliği vardır. Onun kendi içindeki dönüşümü, Batılı modern hikâyeden önce, başlamıştı zaten. O sebeple, Muhayyelât’la Küçük Şeyler arasında kalan dönemde Ahmet Midhat-Emin Nihat ikilisinin ortaya koyduğu örnekler, ayrı ve kendine özgü bazı özellikleriyle tamamen bize aittir.
Öykü neyi anlatır? İnsanoğlu şiir ve romanla neyi anlatamadı da öyküye başvurdu? Öykünün temelinin sanayileşmeyle atıldığı söylenir, siz buna katılıyor musunuz?
Önce şunu açıklığa kavuşturalım. Hikâye romana yakın bir tür kabul edilir. Halbuki bazı özellikleriyle şiire de aynı derecede yakındır o. Hikâyede “ayrıntı”nın önemi bilinir. Bu ayrıntılar çoğu zaman şiirdeki imgeye karşılık gelebilecek değerler taşır. Tahkiye şiirde de vardır ama,
şiirin ana karakterine dahil değildir. Hikâye, tahkiyeli oluşuyla romana yaklaşır. Ancak modern hikâyede tahkiye de -neredeyse- hikâyenin vazgeçilmezleri arasından çıkmıştır.
O zaman şu çıkıyor ortaya. Şiir ve roman gibi hikâye de özgün ve bağımsız bir türdür. Bu durumda şiir ve roman dururken hikâyeye ne gerek vardı, diye soramayız. Hikâyeyle gelen bazı durumlar yalnız kendine hastır.
Sanayileşmeyle temeli atıldığı söylenen romandır, ben öyle biliyorum. Modern roman yeni bir türdür bir bakışa göre. Hikâye hayatımızda zaten vardı. Romanın, varlık sebebini açıklaması gerekir bana göre. Yani şiir ve “hikâye” varken roman hangi ihtiyaca karşılık olarak çıktı, diye sormak gerekir soruyu.
Nurullah Ataç “öykü” kelimesini dolaşıma sokarak edebiyatımızda sonu gelmez bir tartışmanın fitilini ateşledi: Öykü mü hikâye mi? Fakat kavram tartışmaları Ataç’la başlamıyor galiba. O dönemde de kavram tartışmaları yapılıyor. Bir sonuca varılıyor mu peki?
Modern hikâyeyi klasik hikâyeden ayırmak içindir bu gayretler. Bu açıdan bakarsak, ona yeni bir isim vermek (“öykü” gibi) yadırganmamalı. Bir ara, Halit Ziya -millî bir gayretle- roman kavramını yabancı bularak bugün “roman” dediğimiz türü yerli bir kavramla, “hikaye”yle karşılamak istemiştir. O istek orada kaldı, “roman” herkesçe benimsendi. Böylece, modern hikâyeye “hikâye” denmesinde de bir mahsur kalmamıştı. Aslında 1930’lara geldiğimizde kavramlar bu şekilde “roman” ve “hikâye” olarak yerlerine oturmuş gibiydi. O dönemde “hikâye” itiraz -buna Ataç da dâhil- türleri ayrıştırmak için yapılmıyordu. Kelimelerin kökeniyleydi kavga. Bugün “öykü” kavramını savunan çoğu kişi bu inceliğin farkında değil. Yani Arapça kökenli olan kelimeler Türkçeleriyle değiştirilmek isteniyordu. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, Ataç, “öykü”yü yaygınlaştırmak isterken bir tür ayrıştırma amacı gütmüyordu. “Hikâye” kelimesinden kurtulmak istiyordu sadece.
Bunları açıkladıktan sonra söyleyebiliriz. Bugün, kabaca söylersek Sait Faik’le bir hamle yapan hikâyemizi, önceki örneklerinden -yani yine kabaca söylersek Maupassant tarzı hikâyeden-ayrıştırmak için kullananlar var “öykü” kavramını. Bence bu da tam bir sonuç vermedi. Bazı yeni karışıklıkları beraberinde getirdi. Dönem olarak Sait Faik’ten sonra ama daha arkaik bir hikâye anlayışıyla ortaya konan verimler vardı. Kaldı ki her zaman tam olarak ayrılamazdı bunlar da. Bazı özellikleriyle Maupassant bazı özellikleriyle Çehov kategorisine sokulabilecek öyküler ne olacaktı?
Hasılı modern hikâye verimlerinin tamamını “öykü”yle karşılamak daha doğru gibi. Tabii illaki “öykü”yü tercih edeceksek. O zaman da insan o güzelim “hikâye” kavramına kıyamıyor. Ne suçu vardı acaba onun, diye sormaktan kendini alamıyor.
Kararı sizlere bırakıyorum.
Türk öyküsü ilk dönemlerinde kimlik sorunu yaşadı mı? Şöyle diyelim: Sırtını Batı edebiyatına mı yasladı yoksa kıssa gibi mesnevi gibi geleneksel formlardan yararlanarak yeni bir senteze mi ulaştı?
Buna başka bir sorunuzu cevaplarken biraz değinmiştim. Samipaşazade öncesinde Ahmet Midhat ve Emin Nihat gibi isimlerin farklı bir denemeyi gerçekleştirdiklerini belirtmiştim. Şunu ilave edeyim. Bugün Türkçede, dilin önceki deneyimlerine ait, saklı dinamikleri kullanarak, yeni hamleler yapma imkânı var yeni hikâyeciler için. Her dil, bu tür yerli imkanların sahibidir. Onları kullanır. Bu da aynı türden eserlerde bile, sadece o dile ait “özgün” verimlerin ortaya çıkmasını sağlar. Böylece kuru bir taklitçiliğin ötesine geçilir.
Baştan beri Türk edebiyatında da bunu görüyoruz. “Batı Tesirinde Türk Edebiyatı” adlandırması bir kolaylık içindir. Edebiyatımızın bu dönemi de kendi zenginliğiyle önümüzdedir. Yeter ki bu bakış açısını yakalayabilelim.
Türk öyküsünün öncü yazarları olarak kimleri görmeliyiz? Ayrıca ortaya çıkışından bugüne öykümüzün kilometre taşları olarak kimleri kabul edebiliriz?
Belki öncü ve kurucu yazarları da birbirinden ayırmak lazım. Kurucu isimlerden biraz söz ettim. Giritli Aziz Efendi’yle başlayarak, Ahmet Midhat ve Emin Nihat’ı ayrı bir bağlama yerleştirip Samipaşazade Sezai’ye gelebiliriz. Kurucu yazarlar arasında, romanlarının dışında, hikâyeci Halit Ziya’nın ayrı bir yeri var. Sonra Ömer Seyfettin’i anmak gerekir.
Maupassant tarzı hikâyenin bizdeki karşılığı olarak o gösterilir. Halbuki o dönemde hikâyede, Maupassant’ın daha yakın bir takipçisi vardı: Yakup Kadri. Halide Edip ve Refik Halit’i -hikâye denilince özellikle Refik Halit’i- unutmamak gerekir. Reşat Nuri ve Fahri Celal’lerden geçerek Memduh Şevket’e gelmek ve orada biraz durmak gerekir. Memduh Şevket bizde Çehov tarzının ilk temsilcisidir. Sait Faik, Memduh Şevket’ten farklı, yerli ve şiire daha yakın bir tarz yakalayarak hikâyede yeni bir açılım gerçekleştirir. Tarık Buğra, Tanpınar gibi isimleri akılda tutarak 1950 Hikayeciliğine gelebiliriz. Bunlar, belki biraz da İkinci Yeni’ye paralel, yeni denemeler yaparlar: Nezihe Meriç, Orhan Duru, Ferit Edgü, Tahsin Yücel, Demir Özlü vd. 60 ve 70’li yıllarda Rasim Özdenören, Füruzan, Nazlı Eray diye yelpaze genişler. Selim İleri, Hulki Aktunç, Mustafa Kutlu, Nursel Duruel hepsi hikayeciliğimizin yüz akı isimlerdir.
Daha devam edeyim mi bilmiyorum.
Teşekkür ederiz. Peki, tarihsel süreçte öykü ile ideoloji ilişkisi nasıl oldu? Öykü, yazarın dünya görüşünü yansıtabileceği bir tür müdür? Fikirler öyküye ne katar ya da ondan ne götürür?
Bana göre, burada da fikir ve ideolojiyle dünya görüşünü birbirinden ayırmak gerekir. Sanat eserleri bir fikir ve ideolojiyi doğrudan yüklenmek durumunda değildir. Fikrî ve ideolojik ifadeler başka bir dil bağlamını gerektirir. Dünya görüşü, dediğimiz zaman durum değişir. Sanatçının dünya görüşü bir şeklide yazdığı esere yansır. Bundan doğal bir şey olamaz.
Öykü için de aynı durum söz konusudur.
Tarihsel süreçte doğrudan ideolojiye veya bir fikri ifadeye hizmet için ortaya konulmuş sanat eserleri, öyküler olmuştur elbette. Ancak onlar, sanatın kendi gereklerini içermiyorsa, bir süre bazı insanları oyalayabilir, fakat uzun ömürlü olamaz.
Öykünün romana göre en önemli imkânı dergiler. Öykü, dergilerde nefes alan bir tür. Günümüzü de dâhil ederek öykü dergiciliğimiz ya da dergilerde hayat bulan öykülerimiz hakkında neler söylemek istersiniz?
Kısa hikâye dediğimiz tür, hacim bakımından, kendine dergilerde her zaman yer bulabilmiştir. Romanlar daha çok gazetelerde tefrika edilmiştir. Ya da doğrudan kitap halinde yayımlanmıştır.
Hikâyenin dergilerde kendine yer bulabilmesi birçok bakımdan onun lehine bir durumdur. Bu sebeple dergiler öykülerin nefes aldığı yerlerdir, sözü doğrudur.
Ancak okuyucu sayısı açısından bakarsak roman, kitlelerin türüdür de denilebilir. Şiir gibi öykünün de daha seçme bir okuyucu kesimi istediği bir gerçektir. Kitap haline geldikten sonra, okunma açısından roman daha avantajlı oluyor. Ancak roman da dergiyi kullanamamıştır.
Sadece bir türe adanmış dergiler, o türün itibarı açısından önemli görünüyor. Ancak, bir süre sonra sınırlayıcı tarafları kendini göstermeye başlıyor. Bence her tür yazının içinde beraberce yer alabildiği klasik dergiler, zengin ve sürprizli yapılarıyla daha makul. Ancak bu klasik dergilerde zaman zaman tür ağırlıklı sayılar da yapılabilir.
2015 yılında yayımlanan Modern Türk Hikâyesi kitabınızda 1980’li yıllara kadarki öykü serüvenimize ışık tutuyorsunuz. Yakın dönemi kapsayan bir yeni çalışmanız var mı? Bununla birlikte 1980 sonrasında özellikle 2000’den sonra gelişen öykü anlayışımızı özetlersek nasıl bir fotoğraf çıkıyor karşımıza?
O kitapta temel iki bölüm var. Birinci bölümde Modern Türk Hikayeciliği tarihsel gelişim süreci içinde ele alınıyor. İsimler de ihmal edilmeden. İkinci bölümde, bazıları karşılaştırmalı olmak üzere, hikâye okumaları, değerlendirmeleri yer tutuyor. Bu ikinci bölümdeki yazılara da en az ilk bölüm kadar önem veriyorum.
Ancak o kitapta Türk hikâyeciliği 1980’lere değil, 2000’lere kadar getiriliyor. 1980-2000 arası biraz daha genişletilebilir elbette. Ancak var! 2000 sonrası ayrı bir çalışma konusu olmalı bana göre de. Türk hikâyeciliği kendine has açılım ve zenginlikleriyle yoluna devam ediyor çünkü.
Kitapta 2000 sonrası için -yeni ilaveler yapılması mümkün- bir isim listesi verdim sadece. Bu, 2000 sonrası için bir ön fikir verir. Ancak o bölümü de açmak, genişletmek gerekir.
Nasip olur inşallah, diyeyim.