Kucaklanan Yeni Bir Hayat

Kuşlar, su, güneş, ezan.

Bitmeyecek olan bir hayat.

Acı insanın gözlerini daha etkin hâle getirebilir. Çünkü baktığı her noktadan bir beklentisi olur insanın. Birkaç defa gözlerin kapanması acının hafiflediğini haber verirken, bir dilenci gibi ısrarla etrafına bakıyorsa gözler, acı yenileniyor demektir.

Acı evet. Karnının içini bir uskumru konservesi gibi tıka basa dolduran ve her hücreyle birlikte bir konserve açacağı keskinliğine iştiyak duyduran acı…

Aldığı her nefes; ciğerlerine uğramadan önce sanki karnında bir tur atıyor ve bir denizin zehirli atık maddelerini kıyılarına vurarak parçalaması gibi ağzından çıkarak son buluyordu. Sarı çarşafların, yüzünün düşüp kalkarak ilerlemeye çalıştığı bir çöl hâline dönüşmesi ve yastık kılıfında ondan önce yatan hastaların bıraktığı ter ve gözyaşının, içindeki beyaz mermeri aşındırması acının bir izdüşümüydü elbette. Çevresinden bir yardım bulma ihtimalini kaybeden gözleri tavandan bir serum şişesi gibi sarkan ampulle buluşuyor, bir maden ocağında mahzur kalmış, gördüğü her ışık huzmesine gözleriyle koşan ama bunun başındaki kaska monte edilmiş lambadan çıkan ışık olduğunu anlayınca titreyen bir işçi hâline dönüşüyordu…

Tüm varlığı ıstırabın ellerinde bir çamur gibi yoğruluyor ve bu ıstırap varlığından eğik bükük nesneler şekillendirerek kendi etiketini yapıştırıyordu, böylece aklına gelen her düşünce ağrıdan ambalajlara sarılıp, bilincine postalanıyordu.

Hafızasının derinlerine gizlenmiş ümitlerini yeniden canlandıracak bir destek arar gibi kapı kollarına çeviriyordu bakışlarını. Bir hastalığı önceden kestirip dert etmek nasıl anlamsızsa, henüz gelmemiş bir müjde için de önceden sevinmek anlamsızdır… Bakışlarını kapı kollarından alıyordu bu düşünce ile…

Acı ancak yaşanılan o ana mahsustur ve geçmesi için tüm algılar elinden geleni yaparlar. Dudaklar her seferinde bir ilaç için uzatılır, kulaklar her konuşmadan “geçecek” kelimesi toplar, eller avuçladığı çarşaftan bir güç aktarımı bekler…

Tüm düşünceler sadece normal bir hayata iade edebilecekleri gidişatı kurgular. Ama keskin ve şiddetli bir sancı bu gidişatı beklemeye aldıracak kadar mahir ve tüm düşünceleri şehvet, açlık, zevk, yorgunluk gibi kuytulardan toplayıp kendi emrinde konuşlandıracak kadar güçlüdür.

Normale döndüğü saniyelerde bir sonraki nöbetin geleceği endişesiyle, iğne üstü bir rahatlama hissedebiliyordu sadece. İçeriyi aydınlatan ışık, perdesiz camlardaki karanlığı daha fazla koyulaştırırken, dolapları, karyola demirlerini camda netleştirip, iç içe uzayan hastane odaları çiziyordu çerçeveye. Sakin geçen bir saniye ile ıstırapla geçen bir saniyenin mukayesesini yapacak kadar kendine geldiğinde alt çenesinin titremekten ağrıdığını hissediyor, yan odalardan gelen esneyişler, öksürüşler, iniltiler de koca bir ses topu gibi üstüne yuvarlanıyordu. Gözü kararan, midesi bulanan, şiddetle sarsılan tüm hastalarla aynı acının farklı odalarına doluşturulmuş olmak düşüncesi tüm sesleri merhametli bir el gibi okşuyordu.

Bir siren sesinin tüm duvarlarda yankılanarak çoğalması gibi karnında da aniden başlayan yeni bir sızlama tüm bedeninde bir anda çoğalıyordu. Yine iki büklüm bir müdafaa, yine ölme arzusunun uçurumlarına yaklaşıp uzaklaşma denemeleri… Ama bu seferki nöbet, bacaklarını dermansız bırakıyor, bu hâlsizlik, dilinde kelimeler hâlinde yayılmaya başlıyordu; “biri bana yardım etsin, ölüyorum” Bu son ölüyorum kelimesi dokunduğu kulakları çizerek ilerlemiş olacak ki bir hemşireyi kapıda bitiriyordu. Hemşire yaklaşıp ateş ölçmek, nabız tutmak yerine “bu acılar normal, sabredin” diyerek uzaklaşıyordu. Bu sabır kelimesi, şuursuz bir ölüm korkusuna, bir yalnızlık sıkıntısını da ekliyordu. Yazgınla baş başa kalmak ve kendi kaderini kendin yaşamak… Şimdi bağırarak ağlamalı mı, yoksa koridorda yaklaşan ayak seslerini dinlemek için ağlamaları yutmalı mıydı?  Bu kararsızlık içinde “bu acılar normal” cümlesini de çözümlemeye çalışıyordu. Acı nasıl normal olabilirdi? Bir acıyı normalleştiren başka insanların da çekmiş olması mıydı yoksa sağlığına kavuşacağından emin olunması mıydı? Eğer daha önce karşılaşılmış vakalar silsilesinde yer alan insanlar, çektikleri acının başkası tarafından çekilmesini istememiş olsalardı hepsi kendini bir vesika ile ilan ederlerdi… Böyle bir vesikaya rastlamadığına göre demek ki bu acı normaldi. Bunları düşünmek yatağın demirine sımsıkı kenetlenen ellerini gevşetemiyor, dağılmış saçlarının arasından fışkıran terlere bir mendil uzatamıyordu.

Istırap, yalnızlık ve korku kelimeleri sadece ölümü hatırlatır insana, ya bu kelimeleri birebir yaşamak ama ölememek… Ölümün dik yokuşlarından nöbetin geçmesiyle ara sokaklara sapıyor ve ayak izlerini saklamaya çalışıyordu. Bu ise batmakta olan bir gemide denize atlayıp ölmekle, gemide kalarak ölmek arasında bir seçim yapmaktan farksızdı.  Ruh ve bedenin izdivacı bir imtihan veriyordu sanki. Ruh sıyrılıp bedenden çıkıp kurtulmak isterken, beden dişleri ve tırnakları ile onu içine çekiyordu.

İğne batmasından, sivilce şişliğine ayak burkulmasından bilek incinmesine kadar yaşadığı tüm acılar sanki karnının içinde şişerek büyüyor, yaşlı bir vücudun toprağa meyledip sarkması gibi karnını da ağırlaştırarak yere yaklaştırmak istiyordu ve daha çok nefes alınca, daha çok yaşayacağını düşünerek soluyordu. Bir anda kıvranmanın en son noktasının çırpınma olduğunu tecrübe etmiş, bir örümcek ağı üstüne yapışan bu ruh hâlinden kurtulmak için anlamsız hareketler yapmaya başlamıştı.

Kapıya yeniden çevirdi bakışlarını… Yorgun, yalnız ve bekleyen bir hasta için kapı nasıl büyürse, büyüdükçe anlam kazanır ve şuurlu bir nesne hâline dönerse hasta da kapının arkasındakiler için unutulmaya, değersizleşmeye önemsenmemeye kapatılmış gibidir. Bu iki ruh hâline yalnız kapı şahittir.

Sesinin kısılmasından en çok korktuğu o anı yaşıyor ve “biri şu kapıyı açsın, biri gelsin artık” diye bağırıyordu. Artık yalnız kalamazdı, şiddetlenen bu son nöbet onu tüm varlığından soyuyor, yer ve gökle bağlantılarını koparmış bir acı kümesi hâline getiriyordu. Artık o bir acıydı, tırnaklarından saçlarına kadar acının bir elamanıydı. Şuurunun kesintilere uğraması onu uyumakla uyanmak arasında kalmış mahmur bir çocuğa çeviriyordu. Cümle kurmaya zamanının kalmadığını hissederek bağırıyor ve ağlamaklı çığlıklar savuruyordu. Az önce “ bu acılar normal” diyen hemşire ve birkaç hasta bakıcı içeriye normal olmayan bir acelecilikle girip onu sedyeye alınca, hayatı, yorgunluğu, beklentiyi sedyede bedeniyle bırakıp korkuyu ruhuna dolayarak bir bilinmeze doğru yol almaya başladı.

Ertesi gün:  Kuşlar, su, güneş, ezan.

Ve kucağında yeni bir hayat.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Yüksek Ruhlu İnsanlar / Naci Gümüş
Yeşilçam 12 Eylül’ü Sorguluyor / Gülşah Nezaket Maraşlı
Yalnızlık Bir Kıştı Dinmeyen / Naz
Tömbeki Üstüne veya “Nargilemin Dumanı, Yokt... / Reşit Güngör Kalkan
Talebe, Hafız ve Hattat / Fatma Balcı
Tümünü Göster