Öykünün Çok Boyutlu Hikayesi

Düşsel veya gerçek, başka hayatlar, başka kişiler, insanı cezp eder. Bu yüzden insanların birebir hayatları üzerine oluşan hikâye veya öykülerin, insanı maddi, manevî, dinî, fikrî, felsefi, psikolojik tüm varoluşsal yönleri ile sarmak, içine çekmek gibi doğrudan etkileri vardır.

Biz öykülerin anlam alanına kendi nesnel, öznel veya düşsel dünyamızdan hareketle gireriz veya hikâyenin bizde uyandırdığı his, anlam ve dünyayla bakışımız, algımız, tasavvurumuz özetle dünyamız değişir. Hikâyenin konu ettiği olayı veya benzerini yaşıyor veya zihnimizde kuruyor olalım, kendimizi veya çevremizdeki insanları hikâye kişileriyle bire­bir ilişkilendirelim, her halükârda hikâye, amacı, aracı, malzemesi, anlatanı, dinleyeni doğrudan insan olan ve hayat içinde karşılığını bulan bir realiteye sahiptir. Sadık K. Tural, Arapça ‘haka­ve’ kökünden türeyip sonra muhtemelen ‘hekâ’ ve ‘tahkiye’ şeklini alan bu terimin, “insanlar tarafından tadılmış, gerçeğimsi (fiction) bir vak’aya dayalı olaylar zincirinin düşünceyi ve duyguyu bir merak etrafında örerek dile ait başarılar nispetinde edebîleştirdiği bir anlatım türünü tanımladığını” belirtir. (Ayşenur İslâm, Hikâyemiz, İnsanımız, Kültürümüz, s.8, Akçağ yay, Ankara 1996) Bu tanımda, olay, merak uyandıran olaylar zinci­ri, gerçeğimsilik öne çıkarılarak çerçeve başarılı kurulmaktadır. Buradaki her bir unsur enine boyuna ve örneklerle tartışılmalıdır, tartışılıyor. Rasim Özdenören’in Ruhun Malzemeleri’nden bu alanda aynı iz peşinden giderek eserler veren Necip Tosun’un Edebiyat Atlası’na kadar birçok çalışmaya erişim zor değildir. Ben sayfaların sınırlı imkânıyla tarihsel değişim ve dönüşüme bağlı olarak hikâyenin öz ve biçim olarak evirilen aşamalarına işaret edeceğim.

Varlık ve hayat en büyük sanattır. Hayatla il-gisi zayıf sanat, hem asil değildir hem de sarıcı, sarsıcı ve kalıcı olmaz. Hikâye hayattan etkilenme, hayatı etkileme sanatıdır. Hikâye hayatı hayatla anlatma, açıklama sanatıdır. Hikâye hayata, hayat yansıtan aynadır. O ayna bize kendimizi yansıtır veya yansıyanlarda kendimize ait olanları görürüz. Dolayısıyla bakma, görme, duyma becerimize, hayatı, varlığı kavrama derecemize göre hikâye bize uzak veya yakındır. Burada romandan kısa öykülere kadar birbiriyle akraba tüm anlatı verim­lerini aynı iklimin türleri olarak görüyorum. Bir farkla ki, aralarında bakış açılarından ve odak­lanmadan kaynaklanan mahiyet farkı var. Roman hâkim bir açıdan baştan sona bütün bir cad­deye bakarken, öykücü o caddenin bir sokağına, sokağın da sadece bir yerine bakıyor. Sonuç itiba-riyle birindeki rahatlık ve imkân bolluğu diğerinde olmuyor. Bu anlamda öykü, sınırlı imkân ve dar zamanda sarsıcı duygular uyandıracak ilişkiler kurmayı başarmak durumunda olduğu için kolay değildir. Kıvrak, esprili zekâya sahip öykü yazarı, ifadelerinde çok özenli, tutumlu olmalıdır. Öykü okuru da benzer bir karakterle hiçbir ayrıntıyı ıskalamayan, çok boyutlu çağrışımlar edinen veya üreten bir kişilikte olursa, öykü verimli bir alanda paylaşılmış olur.

Esasen hayat ve varlık tasavvurumuzun seviyesi beğeni ve bilinç seviyemizden ayrı değildir. Yazar veya okur olarak estetik beğeni ve bilincimiz sanat eserini değerlendirmemize, eserin bize katkısına yol açar, açacaktır. Sadece hikâyenin değil belki de bütün sanat kollarının gücü hayata ve insana yakınlık ve uzaklıklarına göre belirlenebilir. O ölçütten hareketle, bir eseri başarılı bulur veya bulmayız. Bir eser hayata ne kadar yakın, ne kadar uzaktır? İnsan gerçekliğine uygun mudur, değil midir? Bütün bunların hayat ve insan telakkisine bağlı olarak değişen gerçeklikler üreteceği açıktır.

Her bir algı seviyesinin kendine göre gerçekliği vardır. Ayrıca sanatsal gerçeklik sadece nesnel yaşanmışlıklarla değil bundan daha fazla soyut yoğunluklarla ifade edilen yaşantılarla ilgilidir. Öykünün ve romanın insanda estetik yargı ile karşılık bulan tesiri, tam da bu yaşanmışlıkla ilgi­lidir. Herkesin, hepimizin yaşadığı yönüyle hayat yani şu yaşadığımız günler, hikâyenin ilk unsuru­dur. Hayat hepimize, herkese ilham, güç, heye­can verecek kadar zengin, derin ve mucizedir, mucizevîdir. Bir şeyin hayatta var olması, yarı yarıya doğruluğa sahip olması gibi algılanır olmuştur. O neden­le yaşanmışlık üzerinden öyküleyerek anlatma tekniği, kutsal kitaplardan başta destanlar, masallar olmak üzere kadim edebiyat ve kültür kaynaklarında sıklıkla kullanılmıştır. Gılgamış’tan, Homeros destanlarına, Dede Korkut ve Bin bir Gece Masallarına kadar, düzenli söz kalıplarıyla söylenen benzerlerini her kültürde gördüğümüz hikâyeleme türü, kitleler üzerinde çok etkili olmuştur. İnsanlık, yüzyıllar boyu kültür birikim ve geleneklerini bu kanalla canlı tutarak sonraki nesillere aktarmıştır. Demem o ki, insanın psikolo­jik özelliğinde, hikâye edilene karşı kabul etme yönünde kuvvetli eğilim vardır.

Başkası üzerinden kendimizi, kendi hayatımız üzerinden başka hayatları anlamışızdır. Bu örtüştürmeler, yaklaştırmalar veya ayrışmalar sonrasında benliğimiz, korkunun, ümi­din, heyecanın tesiriyle silkinir, ürperir, arınır. Aristo’nun Poetika’sında sanatın amacına ilişkin olarak belirlediği son dönemde Tolstoy gibi ahlâkçıların sürdürdüğü ‘Katarsis’ teorisinin özü, ruhun arınması, temizlenmesidir. Bana göre de sanatı var ve anlamlı kılan ana sebeplerden biri budur, bu olmalıdır. Esasen daha önceleri yazıya dayanmaksızın sözlü anlatıyla süren hikâyeleme geleneği, kiliselerde renklerin ve figürlerin dilini kullanarak resimleme yolunu seçmiştir. O resimle-rin her biri bir hikâye anlatıyordu. Üstelik o hikâye-leri insanlar inançlarının samimiyeti veya derinliği ölçüsünce okuyor, etkileniyorlardı. Asırlar sonra ünlü sinema üstadı Tarkovsky, bu gerçeği kendi faaliyet alanı için “Sinema herkesin okuyacağı bir kitaptır”diye ifade edecekti.

Burada modern zamanlara kadar sanata kutsiyet atfedildiğini, daha doğru söyleyişle sanatın kutsal ile iştigal ettiğini ifade etmem gerekiyor. Sanatçıyla değilse bile sanat eseri ile ifade edilenler, kesinlikle saygı duyulacak hususlardı. İster resim, ister yazı, şiir olsun hakikatin ve hikmetin aracı olan bir eserin dili, tarzı, rengi, ritmi de, bütünlüğü boz­mayan bir insicama sahip olmak durumundaydı. Bunu niçin söylüyorum? Şu ya da bu şekilde etik ve estetik prensipleri olan toplumlarda, ancak bozulma ile vuku bulacak gelişigüzel bir şeyin imkânsızlığını hatırlatmak için. İster drama, ister tragedya olsun şeytanın ayartmasına bağlanan en bedbaht yaşantılar bile, geleneksel formu içinde (şiirsel) ifade bulmak zorundaydı. Lirik veya didaktik ama sözün kalıplarına, biçim bulmuş güzelliğine, anlatım formuna dikkat edilmelidir. Kimilerince hikâye ve belki roman çalışmalarına kaynak olarak gösterilen mesneviler, bu formun adıdır. Bu batıda da böyledir; yani sanat eserleri, içeriğinden üslubuna, ritmine kadar (vezin, sone, sonat) düzen içindedir. Buradaki düzen birbirini tamamlayan bütünlüklü alt ve üst yapılarıyla, soyut ve somut değerleriyle bütün bir hayat, toplum ve insan için geçerlidir.

Mutlaka özden ayrı düşünülmediği sebebiyle­dir ki, düzenin biçimsel olarak bozulması hoş karşılanmamıştır. Sözgelimi mimaride Rönesansla eş zamanlı veya hemen sonra başlayan Barok dönemin anlamı çok ilginçtir: Züppelik dönemi! Oysa Barok, belki de ilkeli, prensipli, ölçülü toplu­mun plastik yansıması olan hat ve hacimlere biraz esneklik kazandırmış, hareket getirmişti. Ne var ki muhafazakârların kaygısını haklı çıkaracak tarzda biçimsel değişiklik durduk yere topluma anlam verdiği söylenen maneviyattan bağımsız olmamıştır. Hareket bundan önce algılarda, ha-yallerde, heyecanlarda başlamıştı. Gelenekten tamamen kopma istikametinde baş döndüren yenilikler, Rococo ve Ampir dönemlerinde yaşanacaktı. Fransızca bir kelime olan ‘rococo’ ‘karışık’ anlamında kullanılıyordu. Kübizme kadar varan, sonra anlaşılmaz ve kontrol edilemez düzeyde tuhaf denemelerle günümüze kadar süren sanatsal çabalara paralel olarak hikâye ve roman, ilk kez bu dönemle birlikte kendini besleyip büyütecek bir alan bulmuştur: Değişim ve karışıklık! Daha sakin bir değerlendirme ile şu söylenebilir: Efsaneleşmiş, kutsallaşmış hakikatlere ve kahramanlara adanan sanat yere inmiş, insan­lar arasına karışmıştır. Daha doğrusu sanat, insanı dinlemek için yere düşen, alçalan insana eğilmek zorunda kalmıştır.

İnsanlık, cennetten çıkışla başlayan diyalektik süreçte yüceliş için kaderini zorlamış ama Sisifos gibi her seferinde hayal kırıklıkları yaşamıştır. İşte şimdi de düştüğü yerde sefil ve perişandır. Ruhu muazzeptir. Gittikçe ağrıyan, ağırlaşan yükü, ıstırapları vardır. Hiçbir sorunu, sıkıntısı kadim varoluş meselesinden ayrı değildir, olamaz. Bu dünya dünün dünyası, bu insan dünün insanı değildir artık. Dünyalar, hayatlar, insanlar, ilişkiler değişmiştir. Doğru kaybolmuş ancak yanlış olan da bilinmemektedir. Aklı, ruhu sisler içinde ken­dini kaybetmiş insana sanat ve sanatçı yol ve çıkış gösterebilir mi? Tam da bunun için bu insan kimdir? Bildikleri nedir, nelerdir; hatırladıkları, unuttukları, sevgisi, inancı, umudu nedir? Neleri unutmuştur, neleri hatırlamaktadır? İşte roman ve hikâye, farklı açılardan, farklı boyutlardan bu insanı anlatır. Sıradan insanların derdi, tasası, yeni anlam ve idealler peşinde kendi türünü çıkarmıştır. Bundan böyle kahramanlar Olimpos dağının erişilmez katında mitolojik karakterler değil, Emile Zola’nın Germinal’inde ağır şartlarda çalışan maden işçisi, Camus’nün Yabancısıdır. Yabancı, iradesini yitirmiş, özgürlük gücü kalmamış biri olarak ‘Değişim’ yaşamaktadır. Sokaktaki insan kahramandır, kahramanlaşacaktır.

Roman da esasen anlam olarak Barok kelimesine yakın bir mantalite içerir. “Roma’ya, Romalının sözlerine benzeyen” Roma devletinin askerliğe yani kaba güce, kılıca dayalı olduğu, felsefi ve edebi verimlerinin neredeyse hiç bulunmadığı gerçeğinden hareketle yeni türe ‘Roman’ yakıştırması yapılmıştır. Yani roman, önceleri söz değeri olan, taşıdığı ince, asil bilgi ve düşünceleri ile edebi bir tür olarak değerlendirilmemiş, hatta düşkünleri konu edinen, düşkünlerin okuyabileceği bu türü, asil insanların okuması yasaklanmıştır. İlk sansür uygulamalarından biri, romanlarda kutsal metinleri veya azizlerin sözlerini çıkarmak için olmuştur. (İlginç gelmesin, meselâ diğer bir sansür sessiz kitap okumayı yasaklamıştır. Yani kitap sesli okunmalıdır. Kitabı sessiz okuduğu için ceza alan­lar olmuştur!) Mantık, temiz ve doğru sözlerin pis ve yanlış bir zeminde söylenemeyeceği, söylendiği zaman değer kaybedeceğidir. Ancak roman, kentleşme sonrasında hızla sanayileşen ve gele­neklerden kopan Avrupa toplumunda değerlerin, ahlâkî ilke ve ilişkilerin sarsılmaya başladığı, toplu­mun savrulduğu dönemin türü olarak ortaya çıkmıştır. Doğal olarak romanlarda ve elbette öykülerde sefaleti, çelişkiyi, çözülmeyi yaşayan toplumda yalnızlıklar, bunalımlar, yenidünyanın duygusuzluğu, çatışmalar, gerilimler anlatılmıştır.

Gazete ve aktüel dergi yayıncılığının artması roman ve hikâye türünün gelişmesine yol açmıştır. İnsanların öykü ve romana ilgi duymaları, gazete ve dergilerin sıra dışı gündelik hadiseleri popüler kültürün sınırsız, ölçüsüz hatta özensiz alanında paylaşıma açmasıyla hız kazanmış, çok geçmeden popüler bir tür olmuştur. İnsanı hayrete düşüren haber ve olayların birbiriyle bağlantılı sıralanışı, esasen öyküyü ve romanı hayatın realitesi olarak yaşanır kılmıştı bile. İnsanlar romanı yaşıyordu veya yaşananlar roman gibiydi. Bunun en canlı kanıtı da işte bir bölümünde de roman ve hikâye tefrikalarının yayınlandığı gazetelerdi. Bu tefri­kalar da üçüncü sayfa haberlerine ne çok benzi­yordu. Dostoyevsy’nin Suç ve Ceza’sını böyle bir gazete haberinden yola çıkarak yazdığı söylenir. Modern imkân ve araçlar sanata yeni, farklı alan, araç, malzeme, teknik ve tür kazandırmıştır. Fotoğraçılık ve Sinema. Bundan böyle bütün bu modern sanatlar birbiriyle bağlantılı gelişecektir. Her birinde diğerinin gözeteceği hassasiyetten bir parça olmalıdır. Öykücü bir gerçeğin fotoğrafını çeker, fotoğrafçı bir gerçekliği bir kareye sığdırır. Sinema bir kareye 24 kez gerçeklik kazandırarak bir romana can verir. Her bir sanatçı insana ve onun üzerinden hakikate kendi çerçevesinden bakar. Öyle ki, yaşadığımız gerçekler o çerçeveye girince veya o çerçeveden bize gösterilince anlam kazanır. Çünkü o çerçeve içinde bir ilişkiler düzeni, bir duyarlık örgüsü ve bütünüyle bir bütünlüğün kurgusu vardır. O nedenle sanatta asıl olan o çerçeveyi kurmak bir olayı o çerçeve içinde gös­termektir.

Bu yaşananlar gerçekse gerçek klasik yapısından ayrı bir biçim almış demektir. Doğrusu kendi gerçekliği ile yaşanan bir modern döneme girildiğidir. Bu yeni sanatlar tam da bu dönemin karışık, karmaşık ilişkiler dünyasına, bu dünyanın kişilerini anlatmaya en uygun imkânlara sahip­tir. Hız, renk, ritim, açı, geçiş, kopuş, çağrışım her yeni sanatın vazgeçilmez unsurlarıdır. Dahası başarılı bir sanat yapıtı, insanın ve toplumun dağılmasını, savrulmasını yansıttığı ölçüde değer kazanacaktır. Kurgusal gerçeklik hem yeni bir biçim almış, hem de yeni biçim, kendi gerçekliğini oluşturmuştur. Çünkü çevrintisi baş döndüren toplumda çelişkili bir karmaşa, karmaşık bir çelişki yaşanmaktadır. Hemen hiçbir şeyin sınırı kalmamış, inançlar, aşklar, umutlar, korkular birbirine karışmıştır. Gerçek denilen tuz buz olup dağılmış, hayal denilen gerçek olmuş, saçmalıklar hayatın tam orta yerine taht kurmuş! Hiçbir şeyin görüldüğü gibi olmadığı dünyada sanat, gerçeğe yeni biçim verme görevi üslenmiştir. Bir anlamda sanat gerçeği gizleyen muğlâklığı veya sis perde­sini aralayıp bize “Hiçbir şey gördüğün gibi değil” demiştir, demektedir. Sanatın bu çabası, insanın saf ve fıtri dokusunun hakikati bilme ve merak etme eğilimiyle açıklanabilir. Gizlendiğini anladığımız bir hakikati fark etmek bize kıvanç verir. Bir de elbette insanın düştüğü yerden kalkma, içkin bir arzu olarak da yücelme isteği. Bu çukura güle oynaya düştü insan. Rasim Özdenören’in Ali Şeriati’ye atıfla bir yazısında bahsettiği gibi şimdi çıkışta ve yükselişte kederlenmesi bu yüzdendir. (Rasim Özdenören, “Sanat ve Keder”, Hece Öykü, S.73, s.5,6, Şubat-Mart 2016.) Buradan hareket-le her öykünün, insanî bir değerin, şuuraltında savunulması olduğu söylenebilir. Bizce öykünün en ciddi yazılma veya okunma sebebi budur. Ayrıca bildiğiniz dünyayı ve hayatı anlatan öyküler sizde daha fazla duyarlık oluşturur. Öykü bize bizi, bizim hayatımızı anlatmaktadır. Kendimizi gördüğümüz oranda öykünün aynasının karşısına geçiyoruz.

Hayat hareketle çeşitlenmeseydi, çeşitlenerek değişmeseydi özelde öyküye genelde sanata ihti­yaç olmayabilirdi. Bir an’ın değişimini, sürprizlere açık ilk duygulanımın coşku veren şaşkınlığıyla yaşama heyecanı kadar, anı ölümsüzleştirmenin de en az o kadar ruhumuza farklı bir damar-dan dokunan deruni hissedişleri unutulmaz kılma hususiyeti vardır. Ruhumuz ebedi dinginliğin tes­limiyetinde tespihin ilahî hazzını yaşamakla yetinir­di. Kim bilir belki de özellikle kentleşme sürecinde vicdanî bir eleştirinin yansıması olarak ortaya çıkan sanat ve öykü, böyle gizil bir gerekçeye dayanır. Bizi de çevrintisine alan modern akışın içimizden çekip aldığı değerleri yitirmek istemeyiş, öykünün en ciddi insani gerekçesidir.

Burada anlatılanları, Çehov’dan Poe’ya, Jack London’a, Thomas Mann’a, Mallarmé’ye biz­den Sami Paşazade Sezai’den Ömer Seyfettin’e, Refik Halit’e, Sait Faik’ten Tarık Buğra’ya, Oğuz Atay’a, Rasim Özdenören’e, Mustafa Kutlu’ya son öykücülerimizden Ramazan Dikmen’den Cemal Şakar’a, Mustafa Kutlu’ya, gençlerden Sedat Demir’e Soner Oğuz’a, İbrahim Harmancı’ya, Elif Genç’e kadar sayısız örneklerle açıklamak, elemek, eleştirmek isterdim. Ancak belki bir kitap hacmini dolduracak böyle bir çaba, doluya koysan almayacak, boşa koysan dolmayacak bir çaresizlik içinde akim kalıyor. İlerleyen zamanda bunun da mutlaka bir yolunu bulmam gerekecek.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Ahsenü’l-Kasas / Şeref Akbaba
Ege Türküsü / Ali Yaşar Bolat
Semender / Ebubekir Koçak
Bir Umuttu Hayat / İbrahim Kaya
Eksik Yanım / Nurşah Karaca
Tümünü Göster