Dilin tanımı yapılırken, onun “canlı” bir varlık
olduğu da mutlaka vurgulanır. Canlılık göstergesi
ise, değişimdir, gelişimdir. Dilin anlamlı
en küçük birimi sayılan “kelime” de bu tanımın
içine dâhil edilmelidir. Belki de bu tanımı
sadece “kelime” üzerinden yapmalıyız. Çünkü
en küçük yapı taşı olan kelimede mevcut olan
bütün tasarruflar (anlam değiştirme, anlam
genişleme, başka anlama geçme vs.), bütünsel
anlamda dile de yansır. Kelime bağlamında
yaptığımız bu açıklamaya örnek vereceğimiz
kavramlardan biri de “hikâye”dir. Çünkü hikâye,
sadece bir edebiyat türü olmanın dışında
çok geniş bir anlam alanını işgal etmektedir.
Burada hikâye kelimesine bu açıdan bakacağız
ve en geniş manada bizim medeniyetimiz için
de “hikâye medeniyeti” tabirini kullanacağız.
Bir edebiyat türü olmanın dışında hikâye o
kadar çok bağlamda kullanılmaktadır ki, neredeyse
“dil” ve “konuşma” gibi kavramların
yerini almış gibidir. “O hikâye öyle değil…”,
“Bana şu olayın bir hikâyesini anlat bakalım!..”,
“Filmin hikâyesini çok beğendim.”,
“Bana hikâye anlatma!…”, “İşin gücün hikâye!..”
gibi deyim ve söyleyişler hemen her
gün duyduğumuz cümleler arasındadır. Ancak
burada hikâye kelimesini biz “sanat” kavramının
yerine kullanacağız. Sanat bağlamında ele
alacağımız hikâye için de şöyle bir görüş ileri
süreceğiz: Bütün sanatlar bir hikâye anlatır.
Kıssada, menkıbede, masalda, destanda, tiyatroda,
sinemada, resimde, karikatürde, müzikte,
romanda, şiirde… Velhasıl bütün sanatlar
insanın hikâyesini anlatır. Burada bir adım daha
ileri gidip, şunu da iddia edebiliriz: Batı medeniyetinin
“felsefe” ile yaptığını biz “hikâye” ile
yapmışız. İşte bu yüzden medeniyetimiz için
“hikâye medeniyeti” diyoruz.
Her ne kadar modern zamanlarda belirli bir itibar
erozyonu yaşasa da medeniyetimiz hâlâ bir
“hikâye medeniyeti”dir. Modern zamanlarda
çokça kullanılan ve hikâyenin itibar kaybetmesine
örnek vereceğimiz “Bana hikâye anlatma!..”,
“Bana masal okuma!..”; “Geç bunları,
bunlar hikâye, bana gerçeği anlat!…” şeklindeki
sözler olsa da, medeniyetimiz hikâyeye olan
bağlılığını bir şekilde sürdürmektedir. Değişen
sadece hikâyenin şeklidir. Televizyon dizilerinin
hala revaçta olması, hatta sıkışınca hala bir
Nasrettin Hoca ya da Temel fıkrasının imdadımıza
yetişmesini hikâye medeniyetinin yaşamasından
başka nasıl izah edeceğiz? İnsanlar bilhassa
günümüzde neredeyse hemen her anlarını kayıt
altına almak istiyorlar. Özellikle facebook, instagram
ve twitter… Kısaca cep telefonu… Bu
alet kameraman, fotoğrafçı yardımı gerekmeden
adına selfie (özçekim) denen yaygın kullanımla
adeta her an hikâye üretiyor. İnsan artık
hem oyuncu hem yönetmen hem kameraman,
hem senaryo yazarı olarak adeta “tek kişilik
bir kadro” şeklinde hikâyelerini biriktirmeğe
ve kayıt altına almağa devam etmektedir. İster
yazılı ister görsel olsun, insanlar hep hikâye
peşinde adeta.
Geçmişte kahvehaneler ve berberler birer hikâye
merkezi değil miydi? Mahalle aralarında
kadınların pencereden pencereye yaptıkları
tonajı yüksek konuşmalar ve sohbetler hikâye
değil miydi? Köylerde eskiden beri özellikle
genç kız ve kadınların yaptığı çeşme başı sohbetlerine
ne diyelim? Buna dönemin sosyal
hayatına damga vuran dergâhları, tekkeleri ve
köy odalarını da ekleyelim.
Burada her şeye ve her konuşmaya “hikâye”
damgası vuruyoruz; hatta dedikodunun, gıybet
ve insanları çekiştirmenin adını da “hikâye”
olarak değiştirmiş oluyoruz. İşte bu yüzden
söze medeniyet gibi oldukça geniş bir kavramdan
yola çıkarak başladık. Hemen her konuşmaya
ve dil kullanımına hikâye diyen ben değil,
medeniyetimizdir.
Hikâye neden bu kadar önemli ve etkileyicidir?
Daha doğrusu medeniyetimiz hikâyeye böylesine
neden değer vermiştir? Modernizmin hikâye
kavramına itibar kaybettirdiğini söylemiştik. Bu
manada hikâye “gevezeliğin”, “sözü lüzumsuz
yere uzatmanın” ve “boş konuşmanın” bir ifadesi
olarak algılanmış. Oysa bizim kastettiğimiz
hikâye, sözü uzatma değil tam tersine kısaltma
anlamına gelmektedir. Yani hikâye “sözün nektarı
(özü)”dır. Bu yönüyle de edebiyat (özelde
şiir) kavramının içerdiği “az sözle çok şey
anlatma” tanımına uymaktadır. Bir de hikâye
ile insan “söylenemeyeni söyleme” imkânını
bulur. Ne demektir “söylenemeyeni söyleme”?
İnsan günlük hayatında pek çok kısıtlama ile
karşılaşabilir. İşte bu kısıtlama yüzünden pek
çok şey insanın “içinde” kalır. “İçinde ukde
kalmak” deyimi bu bağlamda meramını (hikâyesini)
anlatamamak demektir. İnsan neden
her şeyi açıkça konuşamaz ya da anlatamaz?..
Konuşamadığı ve de anlatamadığı şeyler insanın
içinde ukde olarak kalır. Bir kere, insanın
ifade etmekte zorlandığı konuşma, “din” açısından
“günah” ya da “haram” kavramıyla
ifade edilebilir. Yine insanın konuşması ya da
anlatımı, devletin yasaları açısından da “suç”
teşkil edebilir. Bunun gibi kısıtlayıcı gerekçelerle
insan çoğu zaman konuşamaz ya da meramını
ifade edemez. Suskun kalır. İşte burada hikâye günah, haram, suç gibi bir engele takılmadan insanın meramını anlatabilmenin yolunu açar. Nasıl mı? Bu sorunun tek kelimelik bir cevabı vardır. O da “hikâye”. Bizim hikâye dediğimiz kavram için Batı medeniyeti “metafor” terimini tercih etmektedir. Burada terminolojik ayrıntıya girerek metafor ve hikâye kavramı arasındaki ilişkinin tartışmasına girmeyeceğiz. İster hikâye ister metafor diyelim, en genel manada “söylenen başka kastedilen başka” tanımına uymaktadır. Suç ya da günah içeren “söylenen” (yazılan) olduğu için, kişi bunu suç teşkil etmeyen bir seçimle halledebilir. Çünkü suç ya da günah zahiri (somut) bir şeydir. İnsan zahiri olanı aşıp görünmeyen anlamda asıl meramını anlatabilir. Hukuk ya da din zahiri olanı önemsediğine göre, hikâye zahiri olanı bertaraf etmekle işe başlar. Mesela birine hakaret amaçlı “ayı” demek suçtur. Oysa aynı şey, “ayı” sözcüğü kullanılmadan da metaforik olarak ifade edilebilir. Mesela insan, “Sen armudun en iyisine layıksın” diyerek de birine dolaylı yoldan “ayı” diyebilir. İşte bu dolaylı yoldan sözü söylemenin en geniş adıdır hikâye ya da metafor.
Bu yönüyle hikâye ilahi (Tanrısal) bir kavrama dönüşür. Çünkü Tanrı’ya göre hiçbir şey zor (imkansız) değildir. O, bir şeyin olmasını dileyince “kün-fe-yekün” der; yani “ol der ve olur”. Aynı şeyi sanatçı metaforla (hikâye ile) gerçekleştirir. İşte bu yüzden hikâye için “söylenemeyeni söyleme” gücüne sahiptir, diyoruz. Sanatın (hikâyenin) ilahi bir şey olması da bu bağlamdadır. Bundan dolayı olsa gerek Ahmet Hamdi Tanpınar, “Allah insanı yaratırken yanında aletlerinden birini bıraktı: İstiare (metafor). İstiare, hilkatin aletidir.” der.
Hikâyenin gücü, metaforun gücünden gelir. Çünkü hikâye, anlattığı şeyi bütün boyutlarıyla aktarır. Bir olguyu bütün boyutlarıyla yaşamak ya da kavramak ise “tecrübe”dir. Bu açıdan bakılınca hikâyenin tecrübe demek olduğunu anlarız. Tecrübe, insana empati duygusunu tattırır. Yani insan hikâye aracılığı ile dinlediği ya da öğrendiği olguyu tıpkı kendisi yaşamış gibi olur. Bu yönüyle de hikâyenin “empati” olduğunu söylemiş oluyoruz. Hakkıyla anlatılan ya da öğrenilen bir hikâyede “görme, dinleme, koklama, dokunma, tatma” gibi bütün duyularımız harekete geçer. İşte bu yüzdendir ki, zaman zaman izlediğimiz bir film bizi ağlatır; bir roman ya da hikâyedeki olayın gerilimi bizim ruhsal dengemizi bozabilir; hatta bir komedi hikâyesi bizleri kahkahalara boğabilir.
Hikâyedeki bu güce karşılık, hikâye olmayan dil kullanımlarında insan sadece “bilgilenir” ya da “malumat sahibi” olur. Hikâye bilgilendirip malumat sahibi yapmasının yanında insanı “etkiler” ve “haz” verir. Burada “etkilenme” ve “haz alma”nın insanın varlık ile ilişkisinde ne denli büyük bir işleve sahip olduğunu da hatırlatalım.
İnsanın varlıkla ve diğer insanlarla ilişkisinin en genel adı “iletişim”dir. Bir başka açıdan iletişim, insanların birbirini dinlemesi; insanların birbirleriyle karşılıklı etkileşime girmesi değil midir?… İletişimsizlik denen şey, insanların birbirlerinin hikâyesini dinlememesi ya da merak etmemesi değil de nedir?… Hikâye anlatma kuralı: “Anlatacağım ama sen de anlatacaksın”; “Bak ben anlattım, şimdi sıra sende; sen de anlat…” Burada herkesin birbirini dinlemesi söz konusu olmuyor mu? Demek ki hikâye deyip geçmeyeceğiz. Çünkü hikâye sadece hikâye değil, insanın insanla hemhal olması, insanın insanı dinlemesidir. Kim ki hikâyeyi hafife alırsa yalnız kalır. Çünkü o kişi başkasını dinlemediği için kendisini de başkalarına dinletemez; bu da yalnızlık demektir. Kim ki hikâyeyi önemsemezse, işte o kişi de önemsenmeyen biri haline gelir. Yani mesele “hikâyesi olmak ya da hikâyesi olmamak”tır; bu da yetmez, “hikâyesini anlatmak ve dinletmek”tir.
“Kimse beni anlamıyor”; “Annem, babam, ailem beni anlamak istemiyor”; “İnsanlar beni dinlemiyor / anlamıyor” gibi iletişim sorunları da temelde bir hikâye sorunudur. Dedelerimiz ve ninelerimizin yakınmaları da hikâye sorunu değil de nedir? “Torunum beni ilkel buluyor”, “Torunuma göre benim anlattıklarım hurafeymiş….”
Bundan dolayı olsa gerek, Doğu insanı pek çok işini yüzyıllarca “hikâye”lerle halletmiştir. İletişim aracı hikâyeler olmuş; terapi aracı hikâyeler olmuş; eğlence aracı hikâyeler olmuş, fikir edinme ve eğitilme aracı da hikâyeler olmuştur. Çocukların dünyasındaki masallar da bu durumun başka bir ifadesi değil mi?.. Bu açıdan bakınca, Allah’ın (C.C.) kutsal kitaplarda neden kıssalara geniş yer verdiği de daha bir anlaşılmaktadır. Yusuf Kıssasının neden Kur’an-ı Kerim’de “ahsene’l-kasas” olarak nitelendirildiğini anlıyoruz. “Ahsene’l-kasas” ise “kıssaların (hikâyelerin) en güzeli” demektir. Yine bu bağlamda Mantıku’t-Tayr, Mesnevi (Mevlana), Kelile ve Dimne, Binbir Gece Hikâyeleri, Nasrettin Hoca Fıkraları, İncili Çavuş Fıkraları gibi Doğu anlatılarının hep neden gündemde olduğu da anlaşılır olmaktadır. Ahmet Hamdi Tanpınar hocası olarak gördüğü Yahya Kemal’e bir gün sorar: “Türkler Viyana kapılarına nasıl gitti?” Yahya Kemal de şu cevabı verir: “Türkler Viyana kapılarına kadar kılıçla mı gitti zannediyorsun? Hayır, Osmanlı, Viyana kapılarına bulgur pilavı yiyerek ve Mesnevî okuyarak gittiler.” Yahya Kemal’in bu cevabı bile hikâyenin önemini ortaya koymuyor mu?
Burada biraz da hikâyenin işlevlerine değinelim:
Hikâye, öncelikle “kurgu”dur. İnsan neden kurguya başvurur? Hayatındaki bir eksiklik, yarım kalmışlık ya da problem yüzünden değil mi? Hikâye kurgu boyutuyla insandaki eksiklik, yarım kalmışlık ya da problem halinden kurtulmaya yardımcı olur. Çocuk, oyuncakları ile oynarken ilk kurguyu yapar; bozulan oyuncağı yeniden yapmak… Çocuk neyi eksik görür ya da elindeki oyuncakta neyi bulamaz da yeni bir arayışa girer? Bu işlev için ayrıca “kurgunun insandaki “arayış” yeteneğini güçlendirme” de diyebiliriz.
Masal, çocuğun kurgu yeteneğini en çok kışkırtan
şeydir. Dinlediği masal çocuğa “iyi”ler
ve “kötü”ler gibi bazı “seçenekler” sunar. Bu
hem kahramanla özdeşleşme hem de kendini
değiştirme (iyi olanı seçip onun safında yer
alma) anlamına gelir. Buna da “kurgu”nun
insanı “değiştirme / başkalaştırma” (eğitim)
işlevi diyebiliriz.
Burada “çocuk”un yerine “sanatçı” kavramını
koyalım; sanatçı, yaşadığı sürece hep bir eksiklik,
yarım kalmışlık ya da zafiyetle kuşatılmış
gibidir; bu kuşatmayı ancak kurgu yaparak
yok edeceğine inanır. Buna da “kurgunun
“insanı rahatlatması”, “sorun çözücü” olmasa
da “sorun çözücü gibi bir işlev içermesi işlevi”
diyelim. Burada bu işlev için Aristo’nun “katharsis”
kavramını kullandığını da hatırlatalım.
Hikâyeler hep bir “kahraman” etrafında dönerler.
Sinemada “film kahramanı”; tiyatroda
“oyun kahramanı”; destan kahramanı, masal
kahramanı vs. Hiçbir insan bir kahramansız
yapamaz. İnsan bu ihtiyacı nasıl giderir? Kimi
dedelerini / ninelerini, kimi tanıdığı ya da
hayran olduğu bir başkasını, kimi de herhangi
bir aile büyüğünü kendine örnek alır. “… gibi
olmak” ya da günümüzde kullanılan “idol”
kavramı da insanın kahramana (model insan,
örnek insan) olan ihtiyacını ifade eder. Bu da
“kurgunun “yönlendirme” işlevi” dir.
Hikâyenin en önemli işlevlerinden biri de
“arketip” kavramıyla ifade edilen boyuttur.
“Arketip”, “ilk örnek” anlamına gelir. Yerine
göre “temel kaynak” ya da “en doğru model”
gibi anlamları da vardır. Mesela menfaat için kardeşin
kardeşi öldürmesinin ilk örneği “Kabil’in,
kardeşi Habil’i öldürmesi”dir. İki İslam ülkesinin
arasındaki savaş bizi Kabil’in Habil’i öldürmesi
arketipine götürür. Günümüzde maalesef Orta
Doğu’da her gün Kabil’ler Habil’leri öldürmeğe
devam ediyorlar. Bu olumsuz arketiptir.
Bir de olumlu arketipler vardır. Kurgunun bu
işlevi için, “kültür ve medeniyetimizin olumlu
ve olumsuz “model”lerini hatırlatma işlevi”
diyebiliriz.
Kurgunun bir diğer işlevi ise, hayatımızdaki
“devamlılık”ı sağlamalarıdır. Değişen sadece
zaman ve mekândır; bir de eşyadır. Biz, kurgu
vesilesi ile hangi insanlık probleminin devam
ettiğini çıkarsayabiliriz.
Kısaca ifade etmek gerekirse kurgu, insanın da
–Tanrılık iddiası taşımadan- “yaratıcı” olduğunun
ifadesidir. İnsan “Allahlık” iddiası taşımadan,
yüce Yaratan’ın “Esmaü’l-Hüsna”da zikredilen
bütün sıfatlarını taklit edebilir. “Allah’ın
ahlakı ile ahlaklanmak” ya da “Allah’ın boyası
ile boyanmak” da bu olsa gerek. Hikâye,
bir bakıma insanın zafiyet gösterdiği Esmaü’l-
Hüsna’daki sıfatlara kavuşma mücadelesi ve
çabasının da adı oluyor.
Yukarıda kullandığımız “kurgu” kavramının
yerine rahatlıkla “hikâye”yi koyabiliriz.
Sonuç olarak şunu vurgulayalım:
Batı medeniyetinde “ifşa” ve “itiraf” çok yaygın
bir kavramdır. Edebiyat kuramcıları Batı hikâyesini
de bu ifşa ve itiraf (kilisede günah çıkarma)
geleneğine bağlarlar. Oysa İslam medeniyetinde
bunun tam tersi, yani “sır” ve “mahrem”
vardır. Doğu, itiraf ya da ifşayı (bir başka
ifadeyle deşifre etmeyi) pek hoş karşılamamasına
rağmen, bir iletişim ve etkileşim şekli olan
itirafın yerine ne koymuştur? Bu sorunun cevabı
en genel anlamıyla “hikâye”dir (kıssadır).
Bir tasavvuf büyüğünün (Sivaslı İsmail Hakkı
Hazretleri’nin) ifadesiyle söylersek, “Müslüman
insan şikâyet etmez, hikâye(t) eder.” Batı medeniyeti
bağlamındaki hikâyelerde “şikayet, isyan,
itiraf ve günah” gibi kavramlar yer alırken,
İslam (Doğu) hikâyesinde “hikmet, ibret, sabır”
gibi kavramlar öncelenir. Yani Doğu Medeniyeti
ile Batı medeniyeti arasında “hikâye” algısı
bakımından da büyük farklar vardır. (Bu ayrı bir
tartışmanın konusudur.)
Joseph Gold’a göre, incinin bir istiridye için
önemi neyse, hikâyenin de insanlar için önemi
odur. Hikâyenin bize hatırlattığı kavramlardan
biri de “tarih” olmuştur. Ancak nedense tarihi
hep bir belgeler toplamı olarak gördük. Oysa
tarih, bir belgeler toplamı değil, bir hikâyeler
toplamıdır. Burada şunu da iddia ediyoruz:
Tarihi ancak hikâye olarak yorumlayanlar anlar.
Tarihi sadece belge olarak görenler, belgeden
başka bir şey söyleyemezler; çünkü tarih belgeden
öte bir şeydir. Bugün Batı medeniyetinde
Homeros (ki “İlyada” ve “Odessa” adlı destanları
temel hikâye kaynağıdır.) Heredot’tan daha
fazla referans olarak alınır. Kaldı ki Heredot da
tarihi “hikâye” olarak görür.
Biz burada genel manada hikâyenin ve hikâye
medeniyetinin durumuna dikkat çekmek istedik.
İslam ülkelerinin de içine düştüğü modernizm
batağının hikâye medeniyetinde açtığı
gediklere bakışlarımız yöneltmek istedik.
Modern hayatının temel kodu olan “fast” (hız)
kavramının hayatımızı nasıl allak bullak ettiğini,
insanları nasıl “zaman yoksulu” yaptığını
ima etmeye çalıştık. Hikâye demek, insanların
birbirlerini “dinlemesi” anlamına gelir. İnsanın
birini dinlemesi için ona zaman ayırması gerekir.
Oysa “geç kalma” ya da “zamanım yok” gibi
mazeretlerle nasıl birbirimizin hikâyesini dinlemeye
zamanımızın kalmadığını ortaya koymağa
çalıştık. “Sesini duyurmak” “hikâyesini
anlatmak” demektir. Oysa bugün “zamansızlık”
ya da modernizmin hayatımıza dayattığı
teknolojik aletler yüzünden nasıl birbirimizden
uzaklaştığımızı hikâye temeğe çalıştık. Bütün
bunların genel adı, “iletişimsizlik” değil de
nedir? Bu manada iletişimin temelde bir “hikâye
sorunu” olduğunu da iddia ettik. Şu büyük
iddia ile hikâyemizi bitirelim: Hikâye bir varoluş
(egzistansiyalizm) meselesidir. “Hikâyem var,
öyleyse yaşıyorum.”