“Politik konuşma ve yazma büyük ölçüde savunulamaz olanın savunuluşudur.”
George Orwell
“Masumdur çünkü olduğu şey değildir; ve olduğu şey olmamaktan ötürü suçludur.”
Michel Foucault
İdeolojinin devletleştiği, devletin ideolojikleştiği ülkelerde hayat, hedonizm ile çileciliğin dar alanlarında sıkışıp kalır ve ayarında yaşanma standardını yitirir. Haz ile çile hattında büklümlenen “kişi”, bu duygulanımları devletin standartlaştırdığı bir düzeyde yaşar; hayat, bu hâliyle kişiyi “kemale erdirme” gücünü kaybeder. Kişi, verilen komutlarla diğer insanların adımına uymalı, hayatı öylece yürümelidir. Ondan istenen: özgün* düşünme yetisini kaybetmesi, düşünülmesi istenilen şeyleri düşünmesidir, boyun eğen, itaat eden öznelere dönüşen bir vatandaş tasarımı hayal edilmektedir. İnsanın düşünme becerisi, araçsal bir değere indirgenir ve bir diski boşatıp doldurmak şeklinde kolaycı bir formülasyonla ıslah edilmeye çalışılır. Eğitim, diskin işletimi için en çok başvurulan mekanizmadır ve devletin kendisini temize çektiği, kutsadığı, vaftiz ettiği bir alanken okul, ideolojinin vazedildiği bir minberdir. Önemli gün ve haftalar okullarda seramonik ve ayinsel bir tonda kutlanır. “Truman Show” ya da “Bir Adam Yaratma” projesidir devrimcilik, insan yaşamını anlamaya çalışan, yetersizliklerini görüp kabul ettikçe gelişen bir olgu değildir. Eksikliğini kabul etmez çünkü daha başlangıçta, ortaya bir manifesto sunulmuştur ve bu manifesto hayatı kurtaracak tekâmülünü tamamlamış (tekâmülsüz) bir çözümdür, bâtınî (içkin) bir reform kabiliyetinden de yoksundur. Tekâmüle kapalı; ama ezbere, ezberin tekrarına dayalı bir yapısı vardır ve ezber, kendisini tekrar ettikçe inandırıcılığını, heyecanını kaybeder, imanı pekiştirmez; kulakları sağırlaştırır, zihinleri şişirir. Manifesto epik bir dille kendisini tekrarlar; bu epik dil, diğer bütün duygu dillerini hükümsüz ve tehlikeli kılar. Kendisine karşı almış olduğu bu mesafesiz konum, “mesafeli ve serinkanlı bir gözlemin desteğinden” onu mahrum kılar. Hayat, her yerinde katı, donuk, tekâmülsüz bir hâldedir ve “katı olan her şey buharlaşamaya” mahkûmdur.
Devrimler, ontolojileri gereği reaksiyoner hareketlerdir. Devrimciler, içinden çıktıkları sistemin muhalif formasyonunu taşırlar. Marthin Luther King’in: “Bir köle hiçbir zaman kölesiz bir toplum düşlemez, o kendisinin de köle sahibi olduğu bir toplum düşler.” tespiti bir anahtar işlevi görür. Evin haşarı çocuğu olan bu muhalif formasyon da sisteme aittir, sistemin bünyesinden çıkmıştır. Belki de bu “eski ve yeni sistemler” arasındaki kan bağı, bir süre sonra kendisini daha baskın bir biçimde hissettirir, haşarı çocuk, büyüdükçe babasına benzer. Hayvan Çiftliği’nin son bölümünü aktararak, bu devrimin öncesi ve sonrasındaki dönüşümsüzlüğü örneklendirmek isterim. “Bay Pilkington, kadehini kaldırırken Napoléon’a: “Sizler aşağı kesimlerden hayvanlarınızla uğraşmak zorundasınız, bizler de bizim aşağı sınıflarımızla uğraşmak zorundayız!” dedi. Dışarıdaki hayvanlar, domuzdan insana, insandan domuza tekrar tekrar bakıyordu. Ama hangisinin domuz, hangisinin insan olduğunu söylemek artık mümkün değildi.” İnsanlar domuza, domuzlar insanlara dönüşmüşlerdir.
Hayat, bütün üniteleriyle siyasallaştırıldığı için siyaset, bir çözüm aracı değil bir iman etme olgusuna dönüşmüştür. Bu siyasette bütün sinirleri alınmış, tepkisiz bir kişiliksizliktir yandaşlık, hâliyle de bir bilinç ve iman eksikliğini ima etmektedir; muhalefet ise hayatın tıkanan yerlerini açamaz, bastırılması, yok edilmesi gereken ufunet yüklü bir zihniyet sapıklığı olarak değerlendirilir. Babasına çektirdiğini oğlundan çekebileceği korkusu muhalefete bakışı belirler. Devrimin siyasal refleksleri, en masum/iyi niyetli muhalifleri dahi devrim öncesini arzulayan kişiler olarak gösterir. Yasalar, devrimin savunma mekanizmasıdır ve tarafsız, dürüst olma değerlerini daha başta kaybetmiştir. Yasaların suçsuzluk karşısında işlevsiz kaldığı yerde rezalet çıkartılır ve Michel Foucault’un deyimi ile “rezalet, önemli bir cezalandırma aracı”na dönüşür. Yasanın sessiz kaldığı yerlerde, cezasız kalma umudunun yeşermemesi gerekir.” Teşhirin acımasızlığı ile rezaletin birlikteliği hukuktan daha caydırıcı bir yaptırım gücü bulur, “spekülatif bir ciddiyete” bürünür.
Doğaları gereği, bütün devrimler fazlası ile vaatkârdır, kendilerini ait olmayan bir cepten sürekli harcarken muhalifi, hasmı olduğu eski sistemi maddi/manevi cimrilikle suçlar. Hasımlık üzerine gelişen bir bilinç olduğundan dolayı devrimler, paranoyak karakter taşır. Devrimlerin ilk yıllarında, eski sistem üzerinden inşa edilen korku retoriği, bir süre sonra kullanım değerini yitirir, anlamsızlaşır. Kitapta, çiftliğin hayvanların eline geçtikten sonraki hâli, önceki hâlinden daha elverişsiz bir biçimde tasvir edilir; ama Napoléon, devrime gerekli bir değer yükleme, onu anlamlandırma uğraşısındadır ve diğer hayvanlara sürekli “İnsanlar tekrar gelip, bizi mi yönetsinler.” şeklinde kof tehditler savurur. Korku retoriği, anlamını ve gücünü yitirince de devrimler, korkunun yerine yeni duygular inşa etmekte zorlanırlar ve olgunluk dönemlerini imar edemezler. Zamanın doğrusal akışına aykırı, prematüre bir geçmişe dayanan devrimler, yine hayatın içinde bedel ödemek zorunda kalır ve erkenden bu dünyadan göçerler. Ya da hep ölme korkusu taşıyarak hayatı da bir ölüm sahnesine dönüştürürler. Sanki devrim bilincinin diplerinde zamanın gazabına uğrama korkusu vardır ve bu yüzden geçmiş zaman ikiye ayrılır: Devrimden önceki sevimli, şirin, küçük geçmiş zaman ve devrimin elzem gazabını hak eden devrim karşısında sarp bir yokuş olan geçmiş zamanı. Devrim zamanı bir türlü geçmiş zamana dönüşme saygınlığı kazanmadığından dolayı şimdiki zaman hep unutulur. Devrim öncesi zaman, ilenç* bir dille anılırken yeni kuşak devrim çocuklarının eski heyecanları taşımamalarından dolayı devrimin ilk yılları özlem dolu bir dille anılır, yine şimdiki zamana karşı anlam yükleme çabası yetersiz kalır. Şimdiki zamanın işlevsizleşmesi, şimdiki zamanın öznelerini geçiş öznesi kılar, onlar her zaman bir sonraki “kusursuz kuşağın” geçiş hattında yer alan önemsiz kişilerdir. Gelecek zaman da geçmişin bu iki ayrı yorumundan payını almıştır: ütopya çaplı bir algı. Bu ütopya olumlu ve olumsuz ütopyalardır. Şimdiki zaman, kendi anını bir türlü doldurmaz, geçmiş ve gelecek zamanlar içinde erir, enerjisini, yeniyi inşa etme gücünü kaybeder. Gerçeğin tekâmülüne aykırı bir zaman anlayışı vardır.
İktidar, kutsal manifestonun uygulayıcısı ve takipçisidir, sistemin insan karşısında tıkandığı yerlerde hırçınlaşan iktidar, bir erk sapkınlığı yaşar ve şiddet kullanarak bu sapkınlığı görünür kılar ve bu biçimiyle de örtük bir iktidarsızlık kabulünü ima eder. Sınıfsızlaşma iddiası, insanı eşitleyen bir formülden çok hayatı değersizleştiren, insanı sınırlayan ve hayatı çitle ören bir engeldir. Orwell’in cümleleriyle konuşursak: “Bütün hayvanlar eşittir fakat bazı hayvanlar ötekilerden daha fazla eşittir.” “Sınıfsız hiyerarşi”, tartışılamayacak kadar kutsal ve kendiliğindenlik içindedir. Alttan üste doğru kurulan ilişki biçimlerinde hiyerarşik işleyiş çok katıyken üstten alta doğru kurulan ilişkilerde, ölçüsüz bir keyfilik vardır. Her türlü farklılık unutturulamaya/uyutulmaya çalışılır. Bu farklılıklar uykudan uyanınca bir mızmızlanma, çekilmezlik hâli gösterirler. Çünkü insanlar kişisel nitelikleriyle “biricik bir varlık” değildirler; onlar sayılarıyla, kalabalıklarıyla ideolojinin neferledirler. “Kendini öne çıkaran iktidar, bireyin oluşmasını engellemiştir.”
Tarih, düşmanlar ve devrimin başarısı üzerine kurulan sahte ve masalsı bir anlatıdır. En büyük işlevi hakikatin içini boşaltmaktır. Devrim tarihinin ontolojik düşmanları, her suçun işlevsel sanıklarıdır. Romandaki Yoldaş Snowball, Troçki midir bilinmez; ama her kötülüğü üstlenecek kadar kara çalınmış bir adamdır.
Greoge Orwell’in Hayvan Çiftliği kadim zamanların anlatı* dili olan simgecik üzerinden katmanlanan bir niteliktedir. “Bütün kitaplar eşittir, ama bazı kitaplar öbürlerinden daha eşittir” Celal Üster’in bu benzersiz ifadesi, kitaba ilişkin yapılabilecek en güzel yorumdur. Orwell, alegorinin çağrışım bereketini hacmi küçük; fakat içeriği derin kitabında ustalıkla gösterir. Evcilleşme, aslında yabana ait bir doğanın yozlaşarak insana yaklaşmasıdır. İnsan, yabanın doğasını kendisine benzeterek evcileştirir. Hayvan Çiftliği’ndeki hayvanlar, evcilleşmiş yani yoz bir doğanın hayvanlarıdır. Kendi doğalarına dönme çabaları yoktur, onlar içlerinde geliştirdikleri “izm’le” zalim efendilerinin (insanların) doğalarına talip olmuşlardır. Bu benzeme çabasının huzursuzluğu ancak Napoléon ve diğer domuzların insanlara ait çiftlik evinde insanlarla eğlenirken onları dışarıdan seyreden diğer hayvanların domuzlar ve insanlar arasında bir fark görmedikleri ana kadar sürer. İnsan, evcilleşmiş bir doğanın içinde kendisini keşfeder.
1917’de kabul edilen Enternasyonal’in yerine S.S.C.B Millî Marşı konduğunu biliyoruz ve Orwell, çiftlikte devrimin başında kabul okunan “İngiltere Hayvanları Marşı” yerine sonra Yoldaş Napoléon Marşı” koyarak bu değişikliğe de yergisel bir temasta bulunmuştur. S. Zizek :“Traktör tamirinden bahçıvanlığa kadar her konuda tavsiyelerde bulunan Stanilinst Lider, kutsallaştırılarak üstün deha yapılır ve onun bu her alana müdahalesi gündelik yaşamda işlerin olabilecek en alt düzeyde dahi yürümediğini gösterir.” der. Bu nasıl katı bir öznellik mutlak reddi üzerine kurulmuş bir disiplindir ki kendisini bu kadar dayatmasına rağmen kullanımsız kalabiliyor!
Celal Üster’le devam edelim: “Hayvan Çiftliği’nin iki uçlu bir yergi mızrağı taşıdığını düşünüyorum. George Orwell’in, 1930’lar ve 1940’ların Sovyetler Birliği’ne yönelttiği taşlamanın özünde, yaklaşık yarım yüzyıl sonra çöküntüye uğrayacak olan sosyalist uygulamanın bağrında yatan düşkünlüklerin bulunduğu kanısındayım. Ama Orwell’in, hayvanlar tarafından yönetilen çiftliği yıkmaya çalışan ‘dış dünya’ya, daha somut bir deyişle öteki çiftliklerin sahibi olan insanlara yönelttiği eleştirileri de göz ardı etmemek gerekir.” Hayvan Çiftliği, yazıldığı dönem içinde bir devleti ve yozlaşmış bir ideolojiyi odak edinen, hedefe atılmış bir yergi olabilir; ama günümüz için bütün baskıcı sistemlere yapılmış, zamanlar ötesi bir klasik yapıttır. Bir süre sonra fark edilir ki, devrim insana hizmet etmeyi unutmuş; insan, devrimin kölesi olmuştur. “Evet, bütün Hayvan Çiftlikleri, korkunç sonla biten/ bitecek birer ‘peri masalları’dır.”