‘Şirâze’den Şirâze’ye/ Saklı Mektuplar’ ile kendine seslenen Şirâze’nin nasıl bir hikâyesi var? Biraz açalım, çok ülke gezdiniz, birkaç dil biliyorsunuz. Amerika’da doktora yaptınız. Çok okuyorsunuz, özgün metinler kaleme alıyorsunuz. Kendinizi anlatın. Şiraze’yi yazanın Naz olduğunu genel okur yeni yeni öğrendi. Bütün bunları sizden dinlesin okurlar.
Şirâze’nin çok karmaşık olmayan sade bir hikâyesi var. Herkes gibi hayatın üzerinde yürürken inişleri/çıkışları olan, sevinci/hüznü/pişmanlığı/özlemi/aşkı/sevgiyi abartısız kendince yaşayan, ama en çok da bu hayat yolculuğu boyunca hep kendisiyle söyleşen/dertleşen biri o. Şirâze’nin doğuşuna neden olan da tam olarak budur. Naz, Şirâze ile kendisini anlattı bunca yıl, ama görünmeden ve sessizce. Çok fazla biriktirdiğinizde onları aktarabileceğiniz bir yer bulamazsanız kendinizi bitirmeniz kaçınılmazdır. Akacak bir yatak bulmanız gerekir sancıları/ağrıları azaltmak için, yaraları tedavi etmek için, fırtınayı dindirebilmek için ve bazen kaybolduğunuz yerden çıkabilmek, düştüğünüz yerde yeniden doğrulabilmek için, bazen kim olduğunuzu görebilmek için, hatta bazen de nefes alıp verebilmek için. Bu kimileri için yazmaktır, kimileri için konuşmaktır, kimileri için çizmektir, kimileri için enstrüman çalmaktır, kimileri için şarkı söylemektir vesaire vesaire. Naz’ın bahtına da yazmak düştü diyebiliriz.
Ay Vakti’nde on beş yıldan fazladır hemen her sayı okurun beklediği mektuplar yazıyorsunuz. Şiirin ve denemenin harmanlandığı bir edebi tarz. Süreklilik açısından da, içerik açısından da benzeri yok. Bu hususta neler söylemek istersiniz?
Ben bir şair değilim, hiç olmadım, olmak için de bir çabam oldu diyemem. Ama ille de şair olmak gerekmiyor şiirsel bir anlatım yakalamak için. Kelimeleri sevdiğim kesin ve onlarla oluşturduğum bir ritim üzerine dans ediyorum yazarken. Her kelimenin kendisine ait bir tınısı var bende ve her kelime bende değişik hikâyeler etrafında somutlaşıyor. Yazarken kelimelerin verdiği bu tınıya odaklanıyorum. Okur kelimeler üzerinde buzda kayar gibi hiç takılmadan kaysın istiyorum ve yazdıklarımın herkesi gitmek istediği yere götürmesini… Şirâze uzun soluklu bir yolculuk benim için ve “Bitmeyecek Öykü” gibi yaşadığım sürece benimle devam edip ancak âlem-i fâniden uyandığım zaman sona erecek, belki de tam da o zaman gerçek manada başlayacak. Bir aşk hikâyesi gibi dursa da ilk bakışta, aslında tam olarak bütün bir hayatın hikâyesi Şirâze.
‘Şirâze’den Şirâze’ye Saklı Mektuplar’ ile okuyucu ile buluşuyorsunuz. Yazılarınızda Şirâze’ye seslenen Şirâze, bu uzun soluklu serüvende değişimler geçirdi mi? Seslenen Şirâze’nin hayata, insanlara ve aşka bakışı aynı mı kaldı?
Şirâze’nin aşkı Şirâze’yi olgunlaştıran bir faktör bence. Değişimler oldu tabiî. Olmaması garip olurdu zaten. Hayat boyu öğrendiklerimiz ve yaşadıklarımız bizi değiştiriyor sonuçta. Şirâze de değişti. Yaptığı hataları gördü, aldığı kararların hiç de kendisine ait olmadığını fark etti; bütün planı, programı yapanın sadece O olduğuna teslim oldu; aşkın ne büyük bir nimet olduğunu, herkesin sevmeyi bilmediğini ve sevebilmenin ne büyük bir lütûf olduğunu anladı. Şirâze hep okumaya çalıştı, hem hayatı hem tüm varlıkları… Bir göçebe gibi, hatta bir derviş edâsında gezindi; etrafında olup biteni tarihle harmanlayarak gözlemledi ve her hâlini O’na arz ederken kaleme almaktan da çekinmedi. Suyun kabın rengini alması gibi Şirâze de Şirâze’sinin rengine boyandı zaman içinde ve külliyen onunla bütünleşti. Hz. Ali’ye atfedilen mânidar bir söz vardır. “İnsanı tanıyan yalnızlaşır” diyor. Şirâze de bu süreçten geçti. Sonra da dönüp dolaşıp iki büklüm aşkın kapısına geldi, çünkü aşksız olunmuyordu, olunsa bile eksik/tamamlanmamış/yarım olunuyordu, ki olmak denemezdi buna. Kur’an’da varlıkların çift olarak yaratıldığı ifâde ediliyor (Zâriyât 49). İnsan her zaman eşini bulup ona kavuşma ihtiyacı duyar bu yüzden. Solid bir yalnızlıktan hiçbir zaman sağlıklı bir hayat ortaya çıkmamıştır, çünkü realiteye aykırı.
Saklı Mektuplar’da seslenen Şirâze ile seslenilen Şirâze’nin hayata, insanlara ve aşka bakışı konusunda fikir ayrılıkları var mı? Hangi konularda ayrılıyorlar?
Seslenen Şirâze ve seslenilen Şirâze her konuda tamamen örtüşüyorlar. Hatta bribirlerini bir puzzle’ın parçaları gibi tamamlıyorlar. Onların kelimelerinde muhabbet var, hoşgörü ve anlayış var, en önemlisi aşk var, iman var, teslimiyet var; tavırlarında tevâzu var, incelik ve sadelik var. Birinin diğerine üstünlüğü değil söz konusu olan. İsyan yok, yakınma/şikâyet yok, şiddet/sertlik yok da çokça sabır var. Ve her an duâ duâ O’na yönelmek var. Kul Nesîmî’nin çok sevdiğim şiirinde anlatmaya çalıştığı ölçüdür onlarınki: “Gülden terâzi tutarlar/Gülü gül ile tartarlar/Gül alırlar gül satarlar/Çarşı pazarı güldür gül”
Saklı Mektuplar’ın birincisi ile son yazdığınız eser arasında seslenilen Şirâze’ye neler anlattınız.
İlk mektuptan itibaren yaradana yönelmiş, aşk acısıyla harmanlanmış ve Şirâze’sine kavuşmak için duâ duâ yalvaran bir Şirâze var. Hayat üzerinde yürürken Şirâze’sini bir an olsun yüreğinden çıkarmayan Şirâze’nin inişleri/çıkışları, hüzünleri/sevinçleri, kayıpları, yürüdüğü yollar, vardığı şehirler var. Şirâze yaşadığı her şeyi Şirâze’sine mektuplarında anlatarak ağrısını, sancısını dindirmeye çalışıyor ve hep bir vuslat ümidi ile uyanıyor bir sonraki güne. Bütün bunlara ek, Şirâze, kaybettiği Şirâze’sinin, ümitsizliğe düşse de çok, birgün onu mutlaka bulacağı inancını hiç kaybetmediğini de vurguluyor.
Saklı Mektuplar’da, aşktan, hayattan ve insanlardan yola çıkarak oluşturulan yoğun imgeler var. Edebi eserlerde imge kavramına nasıl bakıyorsunuz? Sizce imge, edebi eserin mesajını keskinleştiren bir araç mı olmalı? Yoksa edebi eserin ana gövdesini oluşturan bir kavram mı olmalı?
İmgeler önemli, anlatılan resmi okuyucu zihninde somutlaştırabilmek için. Aynı zamanda yazar da o imgeler üzerinden bağlantı kuruyor soyutla somut arasında. Soyut olanı somut olanla tarif edebilir ya da tanımlayabilirsiniz çünkü. Veya bu imgeler yardımıyla zihinde kalıcı hâle getirirsiniz soyut kavramları ve güçlendirirsiniz onları. Bir hikâye anlattığınızda ana tema kadar mekânın tasviri de önemlidir.
Aynı şekilde, Şirâze de bir aşk hikâyesi anlatıyor mektuplarında ve bu aşkı mekânlarla bütünleştirerek sunuyor okura. Şirâze beraberinde nerelere taşımış aşkını, bir çeşit yol haritası çiziyor aslında.
İmge hem araç, hem de kavram olabilir. Bu, yazarın imgeye hangi görevi yükleyeceğiyle ilgili daha çok. İmge araç mı olmalı ya da kavram mı, yazar yazdığı türe göre karar verir. Şu yazar imgeyi araç olarak kullanıyor, ya da imgeye kavram görevi yüklüyor şeklinde bir genelleme yapmanın doğru olduğunu sanmıyorum. Aynı yazarın bazı eserlerinde araç olur imge, bazılarında da kavram.
Saklı Mektuplar Ankara ile başlayarak dünyanın tüm noktalarından Şirâze’ye seslenmiş. Şirâze’ye seslenmek edebi anlamda sizi nasıl besledi?
Uzun yıllarımı Ankara’da geçirmiş olmamdan dolayı, bu şehrin bendeki yeri ayrı. Benim için Ankara merkez nokta diyebilirim. Onun etrafında dönüyor bütün yaşanmışlar. Şu çizim daha kolay anlatabilir belki ne demek istediğimi:
Şirâze’ye seslenmek beni her anlamda besledi. Hem edebî, hem kişisel bakımdan. Her kelimenin kendisine ait bir tınısı ve onlara özel müzikal bir tarafları olduğunu Şirâze ile keşfettim. Kelimelerle oynamak bana onları edebî anlamda kullanabilme yeteneğini verdi. Bunun yanında, Şirâze benim yaşadıklarıma direnişimin bir simgesidir örneğin. O bir sığınak, dayanak oldu benim için. Güç verdi bana her an. Yıldığımda “vazgeçme” diye fısıldadı. En zor anımda “bu da geçecek merak etme” diye teselli etti beni. Yağmur altında dans etti benimle. Güldüğümde benimle mutlu oldu, ağladığımda üzüldü. Mektuplar yoluyla hep onunla söyleştim. Evet, hepsi adresi olmayan, rüzgârın önüne bırakılmış mektuplar, “belki sahibine varır” ümidi ile yazılan. Ancak her bir Şirâze ayrı bir duâ. Duâları duyan da Allah, duâlara mukâbele eden de Allah. Olmazları oldurabilecek de O. Dolayısıyla adresi yazılmamış mektupları, dilerse yerine ulaştıracak olan da O.
Saklı Mektuplar’da yoğun ve derin bir aşk vurgusu var. Şirâze aşkı nasıl tanımlıyor?
Aşkın tanımlanabileceğini sanmıyorum. Şirâze de aşkı tanımlamaya çalışanlardan değil o yüzden, aşkı yaşayanlardan. Eğer bir cümleye sığdırabilseydi, bu kadar çok mektup yazmasına gerek kalmazdı zaten. Cümleyi söyler ve sahneden çekilirdi.
Saklı Mektuplar kitap haline de getirildi. Şirâze’nin romanı da olacak mı?
Sorular içinde en sevdiğim ve beni şaşırtan bu oldu. Neden roman olmasın? Ancak Şirâze’nin bir romana sığdırılabileceğini de sanmıyorum. Onun her mektubunun ayrı bir romanı yazılabilir bence. Bu yüzden, Şirâze’nin arka arkaya devam eden bir nehir roman ortaya koyma potansiyeli var diyebilirim
Ay Vakti’nde kendinize ait, özgün bir tarzda öyküleriniz de yayınlanıyor. Masal da yazıyorsunuz. “ Üç Analık Kız” “Ceza’da Elif….” Orijinal metinler. Bulgucusunuz. Nereden besleniyorsunuz, nasıl kurguluyorsunuz bunları. Arkasından gelecek romanlar olabilir mi?
Okuyarak, yaşayarak, gezerek, gözlemleyerek ve çokça düşünerek/tefekkürle beslendiğimi söyleyebilirim. Daha çok istisnasız her şeyin bir veya birden çok hikâyesi olabileceğine inanıyorum ve bu yönde olabilecekleri mümkünler ve nâmümkünler şeklinde kurguluyorum. “Bu öykü nereye gider?” sorusuyla başlayıp düşüyorum peşine. Yazarken kendi yazdığım öykünün içine girip seyrediyorum öyküde anlatılanları. Öykünün bir parçası oluyorum, bazen bir karakterine bürünüyorum da anlatılan öykünün sokaklarında geziniyorum. Dolayısıyla öykü bana kendisini yazdırıyor ben içinde dolanırken. Romanlar da yakın zamanda okurla buluşacak inşallah. Üzerinde çalıştığım romanlar var. Ne zaman? Allahu a’lem!
Akademik çalışma yaptığınız alandan bahsedin, teziniz, araştırmalarınız neler?
Doktoramı Toplum Psikolojisi alanında yaptım. Tezimde ise insan hakları ihlâllerini kültürlerin ışığında incelemeye çalıştım. Biraz daha net belirtmek gerekirse, kültürlerin insan hakları ihlâllerini nasıl normalleştirdiğini ve teşvîk ettiğini ortaya koymaya çalıştım. Dünya üzerinde var olan kültürlerin istisnasız hepsinin, batı kültürü dâhil, bir ya da birden fazla normal karşıladığı insan hakları ihlâlleri var maalesef. Çocuk gelinler, baskı yoluyla yapılan evlilikler, kız çocuklarının okula gönderilmemesi, aile içi yargı ve infâz, çocuk işçiler bunlardan sadece birkaç tanesi. Kültürlerin insanlara verdiği zarar ve bu zararın nasıl giderilebileceği, çözümlerin neler olabileceği ve bu çözümlerin uygulamaları üzerine araştırmalar yaptım.
Okurlar sizi hem merak ediyor, hem de seviliyorsunuz. Bu meyanda köprü olan, ocak olan Ay Vakti’nden bahsedebilir misiniz?
2000 yılında tanıştım Ay Vakti ile. O gün bugündür ne Ay Vakti beni bıraktı, ne de ben Ay Vakti’ni bırakmayı aklımdan geçirdim. Kendimi edebî anlamda konumlandırdığım yer. Böyle kol kola yürümeye devam ediyoruz. Usta kalemlerin yanı sıra, genç yeteneklere de her zaman kapısını açık tutması ile de farklı bir yerde duruyor Ay Vakti. Bütün zorluklara rağmen ayakta durmaya çalışması ve yerini koruyor olması da dikkate değer bir özellik ki uzun soluklu olmanın kolay olmadığını bilen bilir zaten. Bu uzun ve zorlu yolculukta bana gösterdiği ihtimam için ayrıca müteşekkirim.
Var mı, Ay Vakti okurlarına bir mesajınız… Onunla hitama erdirelim.
Okumanın da ayrı bir yetenek olduğunu söyledim hep. Öğrenilebilen ve geliştirilebilen bir yetenek. Emek ve aynı zamanda ilgi isteyen bir özellik üstelik okuyabiliyor olmak. Herhangi bir sınırlandırma içine düşmeden özgürce okuyabilmenin ise büyük bir lütûf olduğu konusunda ısrarlıyım, ki Azer Nefisi’nin “Tahran’da Lolita Okumak” ya da Dai Sijie’nin “Balzac ve Çinli Terzi Kız” kitabı bunun önemini çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor. Ben okuma eylemini güçlü bir direniş olarak anlamada ısrarlıyım. Peki neye karşı bir direniş bu? Pek çok şeye… Herkese göre bu sorunun cevabı farklı olabilir. Kimine göre baskıya karşı bir direniştir okumak. Kimine göre cehalete karşı bir direniştir. Kimine göre kurulu sisteme karşı bir direniştir. Kimi bulunduğu sokaktan çıkmak için okur ve oturduğu yerden diyar diyar gezer. Kimi karanlığa ışık tutmak için okur. Kimi korktuğu için, kimi meraktan, kimi yalnızlıktan okur. Kimi de yapacak başka anlamlı bir işi olmadığı için okur. Herkesin nedenleri başka başkadır ve tümü ayrı ayrı birer direniştir bunların. Ama neden her ne olursa olsun okumak aynı zamanda başlı başına bir serüvendir her okuru başka yerlere götüren ve hava su gibi aslında olmazsa olmazı olmalıdır insanın, çünkü insan ancak okudukça gerçekte ne kadar az bildiğini anlar ve eğildikçe eğilir büyüklenmek yerine. O yüzden, “okuyabilenlerden olmanız dileğiyle” diyerek noktalamak istiyorum…
Teşekkür ederiz
Bilmukabele…