Kuş Cıvıltısı İnsan Hıçkırığı

Yalıda doğmuştu. Çünkü yalıda doğmayı hak edecek kadar iyi ve temizdi. Dünyaya insanı sevmeye, ne olursa olsun sevmeye gelmişti. Ertelenemez bu duygunun, ömrü boyunca tiryakisi olarak yaşayacaktı. Kavli böyleydi. Yaradan’ın dudaklarına eklediği tebessüm, bir iyilik ve sadelik nişanesi gibi yayılacaktı yüzünde. Baktığı, gördüğü her nesne, merhametin o yumuşak dokunuşu ile gark olacaktı. Hamuru, sevmeyi ödev bilmenin hazzıyla karılmıştı bir kez.

Zaman haritasına koyulmuş sedef bir nişaneydi gülüşü. Farkında değildi belki de. Herkesin, her doğanın, aynı tebessümü taşıdığını sanarak büyüyecekti. Büyüyecek ve “dünyaya bir resimden, ne de güzel bakmış” olacaktı.

Asude bir hayatı yeğleyecekti. Başka türlüsü beklenemezdi ondan. Yazgısı beyaza alışarak yaşamak, beyaza kavuşmak olacaktı belki de. Söze, şiire koşacaktı çelimsiz bacaklarına inat. Önüne çıkan her yokuşu, yaşamak türküsünü mırıldanarak tırmanacaktı. Sarmaşıklarla bezeli sokaklardan geçerek bulacaktı kaybettiklerini.

Usul usul nefes alacak, sade ve derinden yaşayacaktı. Kimseyi, hiç kimseyi, kuşları bile incitmekten imtina ederek tamamlayacaktı günlerini. Kalbi, iyiliğe kurulu bir saat gibi aynı ayarda çalışacak, yüzü tebessümle dolu çıkacaktı insan içine.

İnsan olmanın burukluğunu ilk o hatırlatacaktı bize. Üstelik acelesiz, iyimser ve saftı. Dünyaya bağlı kalmak korkusunu silip atmıştı içinden. Çaya karışan şeker kıvamında karışacaktı, hayata, aşka… İçine döndükçe beyazlayacaktı. Ağzından dökülen her sözcük, bir tülbentle bohçalayıp öyle dizilecekti mısralara. Rüzgâr, hışırtısına sinen o ahengi, yine dönüp onun kucağına bırakacaktı.

Bakışları, eşyaya değen bir dua gibi uzayıp gidecek, mahallenin en uzak balkonunda açan karanfil yapraklarının ucuna konacaktı. Gülen her çehrenin, sevgiyle dolu her yüreğin, şükran hissiyle kabaran her göğsün aşinası olacaktı. Yaradan’a şu sözlerle sığınacaktı: “Rabbim, ben yalnızca zeytin ve ekmek istiyorum.”

Zamanın pörsüttüğü insan olma hâllerimizin tamiratıyla geçecekti günleri. Ona rastlayana kadar sıcacık bir gülümsemeden mahrum kalmış bünyelere, bir sevinç, tevekkülle sarmalanmış bir nefes üfleyecekti, hem de karşılıksız. Sözcükleri onaran, sağaltan ve dirilten bir nidayla usulca karışacaktı aramıza.

İstisnasız hepimizi, istemeden ve talep etmeden de yaşayabileceğimize inandırmaya gelmişti. Bakmanın, ilişmenin, bir kedi gibi yumuşacık bir mindere serilmenin huzurlu vakitlerine hazırlamıştı bedenini. Bıktırmadan, usandırmadan serin bir rüzgâr gibi geçip gitmeyi örgütleyecekti. Yeryüzüne yüz vermeyecekti.

Sözü, evrene vicdan yurdundan düşen bir fısıltıyla eklenecek, şiire, insana sığınmayı huy edinecek; kaderi gitmek olan her nesneyi berrak bir dokunuşla uğurlayacaktı.

Misak-ı Milli Sokağı No:37’de oturacak, uzun yıllar Neveser vapurunun en vefalı yolcusu olacak, İstanbul’da açtığı gözlerini, kırk yedi yıl sonra yine İstanbul’da kapatacaktı. Şiire, İstanbul’a, aşka, yolu düşen herkes, bir parça da onun gözyaşları ile ağlayacaklardı. Handiyse her iyi şairin kaderi, yolu, ona uğramaktan geçecekti.

Bütün saadetlerin mümkün olacağına inanacak, öyle yaşayacaktı. Geçen zamana inat, mısraları hiç eskimeyecek, gülüşü fotoğraf karelerinde de kalsa asla solmayacaktı. Burada, daima aramızda olmaya söz vermişti bir kere.

Şefkat burcunun Ziya’sıydı* o.


*Ziya Osman Saba (30 Mart 1910-29 Ocak 1957)

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Dallar Hû / Yavuz Selim Yaylacı
Ahraz / Talat Ülker
Varoluşa Hayranlık Ve… / Semra Saraç
Ene’l-Hû / Selami Şimşek
Baykara / Nurullah Genç
Tümünü Göster