Gözümün ucunda bir sonbahar yaprağı, aklaşmış saçlarımda duydum o hışırtıyı. Bir çiçek, bir kelebek, bir de çiğ damlası duydu benimle beraber. Hayat dediğin avuçlarının arasına konmuş bir asma yaprağı, üfleyince gidiveren. Dalından kopup kuru toprağın üzerine usulca düşmeye yazgılı…
Her şey birden bire oldu. Hava birden birden bire soğudu. Gökyüzü, birden bire karardı. Yağmur birden bire yağdı. Rüzgâr birden bire esti. Hırçın bir sel gibi alıp götürdü önüne çıkan ne var ne yoksa. Elimde sardunyalarım kaldı bir tek. Kırmızı, pembe, beyaz…Sulamayı, dokunmayı sevmeyi unutsam da beni hiç unutmayan sardunyalar. Kapımı açar açmaz mutlulukla gülümsediler. Islak kokuları kaldı ellerimde. Yeşil ve sessiz… İçimde bir çiçek açtı. Bir umut, bir kelebek, bir niyet… Her kuru yaprak yeşerecek bir gün elbet.
Sen ey güz! Yağmur ve yaprak gibi bulduk birbirimizi. Usulca dokunduk. İncitmeden, kırmadan, üzmeden… Üzerimize yapışmış bütün fazlalıklarımızdan kurtularak… Sarıya, kızıla ve dahi kırmızıya çalan yaprakları avucumun içine alıp kapattım gözlerimi. Avuçlarımdan mı yoksa ruhumdan mı bu ses? Söylesene ey yaprak yoksa yalan mı oldu sonumuz?
Nereye kayboldunuz ey siz!
Dumanı üzerinde tüterken bardağınızın, nereye kayboldunuz? Çayın altını kapatmadan nereye savruldunuz?
Elleriniz nerede? Seviyor ve seviliyorduk ya hani?
Film mi koptu bir yerlerde?Siz perdeyi mi kapattınız, yoksa ben derin bir uykuya mı daldım?
Ne zaman kaybettik birbirimizi? Yarım kalmış bir resim gibi yarım kaldık. Bir kayık ki altına denizi çizilmemiş.Bir kuş,gökyüzünden mahrum. Bir çiçek, henüz toprağa kondurulmamış. Üflenmemiş bir hava,dudakta kalmış. Her şey öylece yarım kaldı. Yarım kalmış hayatlara düçar olduk. Ciğerlerimiz havaya, ruhumuz toprağa hasret.
Hani nerede o cıvıl cıvıl gülüşleriyle üniversiteli yıllar? Güneşler batıp güneşler doğardı sohbetlerimizin üzerine. Arkadaş değil kardeş bilinen canlar değil miydiniz siz? Elimizde telefonlarımız, cebimizde paramız yoktu belki ama her an çevrimiçi yüreklerimiz vardı koşulsuzca açılıveren. Kapıyı çalan dosta kocaman sarılan kollarımız vardı, soframızda sıcacık bir tas çorba… Bizler o sofranın görüntüsünü değil, aslını paylaşırdık.Hani nerede o soğuk kış sabahlarında ekmeğimizi bölüştüğümüz soframız? Fedakârlık, sözü edilmeyen bir şeydi. Ruhtan ruha giderdi de kimsecikler duymazdı. Dostluklar zamanla göğe karıştı beyaz kanatlı bir güvercin gibi. Ah geçmiş zaman kutusundaki dostlarım! Veda etmeden gittiniz. Resimler yarım kaldı. Şarkılar, şiirler, kelimeler yarım… Neredesiniz ey siz? Beraber gülüyor ve ağlıyorduk ya hani? Yoksa masal mı oldu sonumuz?
Kınalı ellerim vardı benim. Kına çiçekleri tutardım ellerimde. Kınalı türküler söylerdim dilimde.Bilirdim kına kokusu sardı mı bir evi artık iflah olmazdı. O koku sinsi sinsi elleri sarardı önce, sonra bütün evi kaplardı.
“Kınayı getir annem/ parmağın batır annem/ bu gece misafirim/ koynunda yatır annem.”
Kına,ayrılık demekti anneden, yuvadan, arkadaştan. Beyaz bir kuş gibi uçup giderken annesiz bir çocuk gibi kaldı yüreğim. Kırılgan ve titrek. Evden ilk ayrılış nasıl da yakıyor insanın canını. Sonraları ayrılığa da alışıyorsunuz, gitmelere de. Yalnız, her çıkıp gidişinizde soluyor renkleri dünyanın. Yoksa kar mı yağdı renklerin üzerine? Usulca silindi her şey ve her şeyden geriye kırık bir beyaz kaldı.
Bir istiridye kabuğunun içinde inciydim gizli saklı, alıp dalgalara attınız, soğuk ve uzak… Her şeye ve herkese o kadar uzakken ısıtamadım güneşimi, ruhum üşüdü. Sahi siz de benim kadar yalnız mıydınız?
Çocuklarım vardı benim, kimi zaman ağlayan, kimi zaman gülen… Hayatımın çatlaklarından süzülüp içimi ısıtan güneşimdi onlar benim. Ben onlara âşık bir pervane.En güzel şarkıları söylerdik birlikte. En güzel şarkılarımdı onlar benim, şarkılarımın en güzel notalarıydı. Söyledikçe içimi ısıtan, güzelleştiren, büyüten…Sonra içimi bir nehir yatağına çeviren…Kimi zaman delişmen, kimi zaman sessiz sakin, yatağında usul usul akan bir nehir. Ruhumun derinliklerinde. Yolundan hiç şaşmayan, mecrasında akıp giden.Ey sevgili çocuklarım, sizler hangi ara büyüdünüz, hangi ara evlendiniz ve hangi ara yaşamak için uzak diyarları seçtiniz? Hangi ara beni “alo anne!” sesine hasret beklettiniz?Yoksa siz de geçmiş zaman kutusunun içine mi gizlendiniz? Ne yaman kutudur o bilir misiniz? Açılmayan, koklanmayan, tutulmayan, alınmayan, satılmayan… Doymak bilmez bir iştahla ne varsa önüne geleni silip süpüren. Ah o geçmiş zaman kutusu.
Kendimi kurumuş bir yaprağa çevireli ne kadar oldu? Dalından kopup kuru toprağın üzerine düşmeye yazgılı.
İşte ondandır adıma güz dedim. Bütün yapraklarını kaybedip çıplak kalmış ağaçlar gibiyim. Toza dumana bulanmış bir yolun kıyısında sarıya ve dahi kızıla çalan yaprakların ortasında yalnız bir ağaç… Ne var, ne yoksa düşürüvermiş gövdesinden. Yağmurlarla sulanıp dal veren, boy veren bir ağacın körpecik yaprağıyken kuruyup toprağa karışan bir güz yaprağı.
Hayat kızıl bir gökyüzü, kararmaya meyyal. Geç kalan göçmen kuşlar gibi hızlı hızlı kanat çırpıyorum. Ha gayret, içimi ısıtacak bir yer bulmak için bunca çırpınış. Çırpındıkça kanatlarım acısa da daha da, daha da hızlı çırpmaya başlıyorum. Ufukta duvağı açılmamış acılar mı bekler, aldırmam, uslanmam. Çünkü kadınlar acıya daha yatkındır. Öyle olmasa bir anne yavrusunu kucağına almak için sabırsızlıkla bekler mi? Acı kuşatır bizi, yaşatır, yeniden insan kılar.
Hepimiz anlattığımız hikâyeler kadarız aslında. Ömür dediğin iki nefes arası küçücük bir nokta değil mi?Kadınlar nokta nokta tutunur hayata. Büyüdükçe, çoğaldıkça serpilir, güzelleşir. Ancak kadındır birhikâyelik ömre binlerce hikâye sığdıran. Can veren, can olan, canan olan kadındır. Bir ölüp, bin dirilen… Yılmayan, pes etmeyen, tutunup düştüğü yerden yeniden doğrulan kadındır. Kuruyan bir dal iken yeniden fışkı veren alı al, moru mor. İçi içine sığmayan kadındır.Tazecik papatyalar açıveren… Kol kanat geren, sevgiyle saran kadındır. O kadın ki merhametin, kıyılarından çekilmesine asla fırsat vermeyen bir deniz… Bazen çarşaf gibi, bazen dalgalı ama hep içinde sayısız balığa yataklık eden bir deniz gibi gönlü geniş.
Dalda duran yaprağın ucunda takılı kalmalı değil miydik? Sonra düşüp toprağa demlenmeli, gelecek baharı beklemeliydik. Alı ala, moru mora katmalı; daha güçlü fışkırmak için topraktan yağmurları çekip içimize gökkuşağına gebe kalmalı değil miydik? Hani benim kırkikindi yağmurlarım? Yağıp yağıp toprağa karışan… Her şey gibi…
Çalınmamış kapılarım kaldı benim, söylenmemiş türkülerim…
İğne, iplik ve düğme kutularında biriktirilmiş hayallerim, umutlarım kaldı.
Bu sabah bahçemdeki kurumuş yaprakları süpürdüm. Aldım, gönlüme koydum. Suladım, yeşerttim. İçimde tomurcuk verdi yeniden.Can buldu, patladı her biri rengârenk, meyveye durdu.
Ben, kendini güz sanan kadın…
Bir asma yaprağıyım kocaman, yüreğim kadar… Solgun bir gülün eteğinde dinlenen.
Razı gelmedim kendi payıma düşene. Tutunup yerden kalktım. Yeşerdi dallarım yeniden. Kuşlara bağrımı açtım.
Ben, kendini güz sanan kadın…Meğerse her dem baharmışım.
Ben, kendini güz sanan kadın…
Bu sabah kendimi yeniden yazdım.O benim yaz(g)ım oldu.