(Elbistan,1930 – Maraş, 17 Ekim, 2018)
1971 yılı Temmuz ayında, Atatürk Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nden mezun olunca şahsi eşyalarımı bir bavula doldurarak kargo ile memleketim olan Urfa’ya gönderdim.
Henüz 22 yaşındayım. Yazı ailesi içinde yer aldığım Hareket Dergisi’ne uğramak ve yazar arkadaşlarımla buluşmak, görüşmek için kalkıp İstanbul’a gittim. Birkaç günden fazla İstanbul’da kaldım.
Dergimizin kurucusu, büyük düşünce adamı, Doç.Dr. Nurettin Topçu hocayla da bu vesile yüz yüze görüşmüş ve tanışmış oldum. Bir pazar günü hocayla birlikte bütün bir hareket camiası, onun çok sevdiği bir subaşı olan Beykoz taraflarındaki ‘Karakulak Subaşı’na pikniğe gittik. Burada bütün bir gün boyu hocamızın yanında olduk, sohbetini dinledik.
Ben İstanbul’dayken, Hareket Dergisi’nin sahibi Ezel Erverdi ve hikâyeci Mustafa Kutlu ile birlikte, Eskişehir’de ‘Deneme’ adlı bir edebiyat dergisi çıkaran yazar Atasoy Müftüoğlu’nu ziyaret etmeye karar verdik. Hep birlikte üçümüz bir akşam, gece otobüs yolculuğu yaparak Eskişehir’e hareket ettik. Sabah şehre vardık. Bu şehirdeki görüşmelerimizi bir güne sığdırdık ve gece trene binerek başkent Ankara’ya geldik.
Ankara’da birkaç gün kalan Ezel Bey ve Mustafa Kutlu, İstanbul’a döndüler. Ben bir haftadan fazla, Ankara’da, avukatlık stajını yapan arkadaşımız Tevfik Fikret Göncüler’in bekâr evinde kaldım.
Hareket Dergisi’nde yazan ve Maraş’ta yaşayan hikâyeci Şevket Bulut ile şair Bahattin Karakoç’u, Hareket Dergisi adına ziyaret etmek ve tanışmak istiyordum. Bu vesile ile Urfa’ya gitmeden önce Ankara’dan Maraş’a hareket ettim.
Bana verilen adrese göre önce hikâyeci Şevket Bulut’a uğradım. Bulut’un işyeri, Valilik binası içindeydi. Yol Su Elektrik (YSE) Müdürlüğü’nde inşaat teknikeri olarak görev yapıyordu. Aynı yerde, anne tarafından akrabam olan tekniker Hacı Ertürk de çalışıyordu. Maraş’ta, önce Şevket Bulut’la tanıştım. Beni bir gece kendi evinde misafir etti. Şevket Abi’n iki kızı ve bir oğlu vardı. Ertesi gün mesai çıkışı şair Bahattin Karakoç’la vilayet binasının önündeki meydanda Şevket Bulut vasıtasıyla tanıştım. O tarihte Bahattin Bey 41, Şevket Bey 35 yaşlarındaydı. Genç ve dinamik insanlardı.
Bir diğer gün, sabah erkenden Şevket Bulut’la Maraş’ın merkez köylerinden birine gittik. Şevket Abi’nin “Sarı Arabalar” kitabı yeni yayınlanmıştı. Bu kitaptaki hikâyelerin geçtiği yerleri merak ediyordum. Köy kahvesine oturduk. Çaylar geldi. Şevket abi, kahvede köylülerden gözüne kestirdiği birini bulunduğumuz masaya davet ederek konuşturmaya başladı. Onlarla yakınlık kurup sohbet ediyor ve hikâyelerine konu olan olayları bizzat bu insanlardan dinleyerek hikâyeler yazıyordu.
Ertesi gün şiirimizin aksakalı, Dede Korkut’u olan Bahattin Karakoç’la bütün gün beraber olduk. Akşam beni evine yatılı misafir olarak davet etti.
Bahattin Karakoç’un Seyran adlı şiir kitabı, Hareket Yayınları arasında yeni çıkmıştı. Kitaptaki bir şiirinde şöyle diyordu:
Maraş’ın ortasında
Ufak ufak çarşılar
Bir dost misafir gelse
Kim kal der kim karşılar
“diyorsun da Bahattin abi, şimdi ne olacak” dedim. O hiç tereddüt etmeden “Tabiki ben kal derim, ben karşılarım” dedi ve birlikte evlerine gittik.
Maraş Sağlık Müdürlüğü’ndeki, sağlık teknisyenliği görevinden yeni emekli olmuştu. Evi kiralıktı. Bahattin Karakoç’un biri kız olmak üzere dokuz çocuğu vardı ve hiç birisi o akşam evde yoktu. Akşam yemeğinden sonra sohbeti koyulaştırdık. Sanat, edebiyat ve memleket meseleleri üzerine sohbetimiz gece yarısına kadar devam etti. Ertesi gün kahvaltıdan sonra evden çıktık. Beni garajlara kadar geçirdi. Vedalaştık. Otobüse binip Urfa’ya doğru hareket ettim.
Seyran adlı şiir kitabında çok güzel şiirleri vardır Bahattin Karakoç’un. Özellikle bu kitaba adını veren şiirde şöyle bir dörtlük var:
Renk renk ufuk bahçesine
Çıkar bir dağdan bakarım
Muhammedidir kökenim
Latinsiz sağdan bakarım.
Buradaki “latinsiz sağdan bakmak” tabiri, şairin yerli bir ses ve yerli bir düşünce taşıdığını bize açık bir şekilde ilan ediyordu.
1989 Ağustos ayında Makedonya’nın başkenti Üsküp’e bağlı Struga şehrinde yapılan Struga Şiir Akşamlarına birlikte katılmıştık. O zamanki Kültür Bakanı Namık Kemal Zeybek’ti. Biz ikimiz resmen Bakanlık adına Türkiye’yi temsilen bu her yıl uluslararası çapta yapılan şiir şölenine gidiyorduk.
Türkiye’den uçakla önce Belgrad’a geldik. Belgrat’ta Türkiye Büyükelçiliği’ne uğradık. Burada bize bir polis arkadaşı Belgrad’ı gezmemiz için rehber verdiler. Bahattin Ağabey’in ayağına giydiği kundura, ayağını döğüp yaraladığı için mecburen terlikle dolaşıyordu. Mevsim yazdı ve aylardan Ağustos idi. Belgrad kalesini bu halde gezdik.
Aşağıda Mavi Tuna nazlı nazlı akıp gidiyordu. Bahattin abi hemen bir espri patlattı. “Herhalde Belgrad kalesini terlikle gezen ilk Türk şairi ben olmuş olacağım” dedi. Hayli gülmüştük. Belgrad’tan bir uçakla Akşam Üsküp’e gittik. Üsküp’te bizi yine Türk Büyükelçiliği yetkilileri karşıladı. Ertesi gün Struga’ya hareket ettik.
Bir gün yine bir şiir şöleni sonrası baş başa kaldığımız bir demde ona sordum. Seyran’da bir şiirin var, orda diyorsun ki,
Çiçekli Balkonlarda
Hançer edalı yârim
Beni sana kanattı
Kan uykuda avcılar
Gel bu akşam gezelim
Dışarda dolunay var
Bu şiirdeki öyküyü bana anlatır mısın? Bu bir aşk şiiridir şüphesiz. Çiçekli balkondaki hançer edalı yar kim? Dedi ki, “ilk defa sana söyleyeceğim Atilla!. Haruniye Köy Enstitüsü, sağlık bölümünden yeni mezun olmuştum. Tayinim Edirne’ye çıktı. Bir ev kiraladım. Kiralık evimin karşısındaki evin balkonuna her gün ikindiden sonraki vakitlerde bir güzel kız çıkar ve balkondaki çiçeklere su verirdi. Ben onu her defasında, karşıdan karşıya görür, çoğu zaman da göz göze gelirdik. Çok güzel bir kızdı. Galiba âşık olmuştum ona ama o benden habersizdi. Bu güzel yaz akşamında bu güzel kız, inse balkondan aşağı, yanıma gelse, birlikte gezsek bu mehtaplı gecede diye içimden geçirmişim. Tabi bu bir ham hayaldi benim için. Böyle bir duygu ve düşüncenin ürünüdür o şiir” dedi.
‘Dolunay’ sözcüğünü bu yüzden olsa gerek çok severdi. Nitekim daha sonraki yıllarda, uzun bir süre hiç aksatmadan Maraş’ta çıkardığı Sanat-Edebiyat dergisinin adı Dolunay’dı. Ve Maraş’ta uzun bir süre Dolunay Şiir Akşamlarını tek başına organize etti. Bu şiir şölenini, daha çok Maraş’ın kurtuluş günü olan 12 Şubat’ a rast getiriyordu.
Dolunay dergisini tek başına çıkardı. Bu dergiden onlarca genç şair, yazar, hikâyeci ve akademisyen yetişti. Onlardan birçoğunu tanırım. Bahattin ağabey, kabiliyetli olan bu gençlerle tek tek ilgilenmiş, mektuplar yazmıştı onlara, onları yüreklendirmişti. Bunlardan bir tanesi de şair Fatma Şengül Sezer’dir.
Fatma Şengül, o tarihlerde Eskişehir ‘de Lise öğrencisidir. Ben de Eskişehir Türkiye Zirai Donatım Kurumu Bölge müdürüyüm. Sene 1986. Lisede Edebiyat derslerine şair Mustafa Özçelik giriyor. Fatma bir gün çıkıp bana geldi. Ufak tefek, saçları örülü, zayıf, sıska ve gözlerinde gözlük olan bir kız. Ben dedi Dolunay’da yazıyorum. Mustafa hocam sizinle tanışmamı söylediği için buradayım. İyi dedim, Hoş geldin Fatma.
Yeni yazdığı bir şiiri cebinden çıkardı. Şiirin adı Parlament idi. Hocam benim için bu şiirimi okur musunuz? Dedi. Onu kırmadım, okudum. Ama benim yorumumu ve okuyuşumu beğenmedi. Bu kez kendisi, kendi şiirini seslendirdi. Nasıl buldunuz efendim? Dedi. Çok güzel efendim, dedim. Büyümüşte sanki küçülmüştü Fatma. Çok ağırbaşlı, orta yaşlı bir hanımefendi gibiydi. Oysa daha Lise ikinci sınıf öğrencisiydi.
Bir gün Bahattin Karakoç bana telefon açtı. “Benim dergide şiirlerini yayınladığım bir kız var. Şiirlerini bana Eskişehir’den gönderiyor. Lise öğrencisi olduğunu söylüyor. Ama ben pek inanamadım. Çok olgun cümleler kullanıyor mektuplarında. Lisede öğrenci olması mümkün değil, bir araştırır mısın Atilla, dedi. Araştırdım. Atatürk Lisesi’nde okuyordu ve şair Mustafa Özçelik’in de talebesiydi. Bahattin ağabeye durumu bildirince, “Ben kalkıp Eskişehir’e geleceğim ve bu Fatma kızımla tanışacağım” dedi.
Bir kış günü akşamı idi. Mustafa Özçelik beni aradı. “Abi, Bahattin abi bu akşam Eskişehir’de olacak. Kendisini Otogar ’da karşılamamızı istiyor” dedi. Tamam, Mustafacım, dedim. Saat 23.00 da geldi. Karşıladık. Benim kurumun misafirhanesinde yatacak yerini ayarladım. “Hadi hemen beni Fatma kızıma götürün” dedi. Mustafa, daha önce Bahattin ağabeyin geleceğini Fatma’ya bildirmişti. Fatma’nın evini Mustafa hoca biliyordu.
Saat tam 24.00. Gecenin yarısı. Kapıyı çaldık. Birazdan başı örtülü bir genç kız kapıyı açtı. “Hoş geldiniz efendim, Yukarıya buyurun” dedi. Dik merdivenlerden yukarıya ikinci kata çıktık. Fatma bizi misafir odasına aldı. Yoldan geliyorsunuz, Yorgunsunuz, dinlenin. Ben birazdan gelirim, dedi. Bahattin ağabey dayanamadı. “Kızım annen, baban yok mu, neredeler?” dedi, Fatma, ”Onlar biraz yaşladırlar, Yatsıdan sonra hemen uyurlar efendim. Siz hiç rahatsız olmayın. Evinizdeymişsiniz gibi davranın. Ben birazdan hemen gelirim. Dedi ve çıktı. Biz hayretler içinde kaldık. Tabi daha çok Bahattin Karakoç. Karşısında bir lise öğrencisi yok sanki evin sahibi ve ya sahibesi olgun tecrübeli bir hanımefendi varmış gibi buldu onu. Fatma’nın Eskişehir’den kendisine gönderdiği mektuplardaki o oturmuş, o görmüş, geçirmiş bir üslubu, bu davranışlarla birleştirince, her şey yerli yerine oturuyordu.
Az sonra kapıda Fatma göründü. İki eliyle tuttuğu bir büyük sini, içindeki yiyeceklerle içeriye girdi. Siniyi bir kenara bıraktı. Önce, getirdiği yaygıyı serdi yere, yaygının üstüne tepsinin oturacağı, ahşaptan tepsi oturacağını açarak yaygının üstüne yerleştirdi. Sonra içinde domates, salatalık, peynir, zeytin ve ekmeklerle dolu olan siniyi yerine yerleştirdi ve çıktı. İkinci gelişinde Fatma, bir çay tepsisi ile göründü bize. Mis gibi taze demlenmiş çayı, sinin içindeki çay bardaklarına doldurdu. “Buyurun efendim, sofraya buyurunuz” dedi. Rahat olun, benim mutfakta biraz işim var. Birazdan çaylarınızı tazelemek için tekrar geleceğim, dedi. Bahattin Karakoç, Fatma’nın bu davranışları karşısında adeta şok olmuştu. Gece yarısı yaptığımız bu kahvaltıdan sonra, saat sıfır bire kadar sohbet ettik.
Fatma’dan gitmek için izin isterken, anne ve babasına selamlarımızı bıraktık. Bizi dış kapıya kadar geçirdi. “Sizden sonra ben artık uyumam. Sabah namazına kadar, yarım bıraktığım bir kitabımı okumayı sürdürürüm” dedi. Çıktık. Benim aracımla, bizim dairenin misafirhanesine doğru yola koyulduk.
Bahattin Karakoç, ben Eskişehir’de olduğum süre içinde birkaç defa daha geldi Eskişehir’e. Her yıl Mayıs ayının ilk haftası, Eskişehir’de “Yunus Emre Haftası” olarak kutlanırdı. Bu hafta içinde bir geceyi de şiir şölenine ayırırlardı. Bu vesile ile Karakoç da bu şölene davet edilirdi ve o da gelirdi. Bu şölene tanınmış, tanınmamış şairler davet edilirdi. Bahattin ağabey, Bu şölene katılan şairlerin hiç birini beğenmezdi. Onlar için “Omuzu Heybeli, Gezginci Şairler” tabirini kullanırdı. ‘Nerde tumbultu, orda buluntu’ derdi. Oraya davet edilen bir kısım üçüncü sınıf şair de ; ”Biz buraya beslenme eğitimine geliyoruz. Bir şiir okuyoruz. Bizi bir hafta besliyorlar ”dediklerine şahit oluyorduk.
Bahattin Karakoç çok şiir üreten velut bir şairdir. Kitaplarının tamamını da kendi kısıtlı imkânlarıyla kitaplaştırıp yayınlamıştır. Kendisiyle çok mektuplaşmalarımız oldu. El yazısı çok güzeldir Bahattin Bey’in. İmzası da öyledir. İnci gibi yazı yazardı. Güzel şiirler yazardı ama güzel şiir okuyamazdı. Bu konuda şiirlerini daha çok şölene katılan şairlerden mesela Nurullah Genç veya Metin Önal Mengüşoğlu’na okuturdu.
Bahattin Karakoç, şiir okumak için kürsüye çıktığında çok heyecanlanırdı. Bir çocuk gibi heyecanlanırdı. Belki o kürsülere bilmem kaçıncı kez çıktığı halde sanki ilk defa kürsüye çıkıyor ve şiir okuyor gibi dili damağına dolaşır, aşırı heyecanlanırdı. Şiir okurken veya kürsüde konuşurken muhakkak duyulacak bir tonda besmeleyle başlar ve elini diğer elinin üstüne bağlayarak bir ihtiram duruşu sergilerdi. Bu benim oldukça dikkatimi celp etmiştir.
Sevdiği şairlere, beylik bahşederdi. Arkadaşlarımız, kendisine şiir ülkesinin sultanı derledi. O da bu payeyi seve seve kabul ederdi. Bu kez bu padişahlığın, bu sultanlığın bir nişanesi olarak bazı şairlere, şiir ülkesinin uç beyliğini tevdi ederdi. Mesela Doğu’nun uç beyi Şair Nurullah Genç olurdu ve Batı’nın uç beyi ise şair Abdulvahap Akbaş olurdu.
Yurt dışında ve yurt içinde birçok şiir şöleninde birlikte olduk. Biz genç şairlere yürüyüşte taş çıkartırdı. Bir gün Trabzon’a şiir şöleni için gitmiştik. Bizi Maçka’da bulunan “Sümela Manastırı’na götürmüşlerdi. Manastır, dik ve sarp bir kayalığın üzerine inşa edilmiş olup yolu, yaya yarım saat çekiyordu. Ben cesaret edip çıkamadım mesela. Ama Bahattin Karakoç, o yaşına rağmen çıktı, ziyaretini tamamladı ve inip geldi.
Dağlarda, kırlarda gezmeyi, tabiatın içinde olmayı çok severdi. Atlara karşı ayrı bir sevgisi vardı.
1991 de TYB şiir ödülünü, “Bir Çift Beyaz Kartal” adlı kitabıyla aldı.1993’te Kazakistan’ın o zamanki başkenti Almatı’da yapılan Türkçenin Uluslararası Şiir Şöleni’nde Kazakların büyük şairi adına düzenlenmiş olan “Abay Şiir Ödülü’nü aldı. 2014’te Kahramanmaraş Üniversitesi’nde kendisine “Fahri Edebiyat Doktoru” payesi verildi.
Beyaza tutkun bir şairdi. Beyaz Dilekçe, Bir Çift Beyaz Kartal, Kar Sesi, Zaman Beyaz Bir Türkü’dür adlı şiir kitapları bu tespitimizi güçlendiriyor.
17 Ekim 2018 de 88 yaşında iken aramızdan ayrıldı ve ebedi kalacağı gerçek ahiret yurduna gitti.
Kendisinin güzel bir insan, güzel bir Müslüman olduğuna şahadet ederiz.
12 Şubat 2019
Not: Bu yazı da bugün 12 Şubat Maraş’ın kurtuluş gününe denk gelmiştir.