Kendi deyimiyle “zor anlaşılan”ı yazan, Prof. Dr. Nazan Bekiroğlu ile son eseri Cam Irmağı Taş Gemi etrafında bir sohbet ettik. Aklımıza geleni sorup aklınıza gelmeyenleri getirmeye çalıştık. Yusuf’un, Züleyha’nın, Kurdun ve Nihade’nin kulaklarını çınlatıp gecenin tam ortasında bir taşın önünde durduk.
Taşçı: Ben daha çok son eseriniz hakkında konuşmak istiyorum, zira öncekilerle ilgili onlarca söyleşi yapılmış zaten. Ama son esere geçmeden bir soru sormama izin verin lütfen. Yazma serüveniniz “kaç zamandır yazmak istiyordu” cümlesiyle başlıyor. Ve kitabın adı Nun Masalları. İslâm felsefesinde “kaf” Kur’an’a “nun” ise yazıya atıftır. Öyle ki “kaf ve nun’a and olsun” denir birçok yerde. Ve sizin tabirinizle esame defterine düşülen isim kaderdir. Latinlerin deyimiyle ise “nomen est omen”. Nun Bekiroğlu yazmak sizin için kaçamadığınız bir kader mi?
Bekiroğlu: Nun ile kalem, hokka, mürekkep, tümüyle yazı arasındaki bağlantıları fark ettiğimde nun adını çoktan benimsemiş, nun’luğumu fark etmiştim. Öyle ise evet, nomen est omen, isim kaderdir. Kaderimde isimden ve yazıdan bir işaret olması bana emniyet hissi verir. Değil mi ki yazı bir mecburiyet hâli, öyleyse kaderle yorumlanmasına amenna.
Taşçı: Kaderinizde bir ayrıcalık olduğu hissi mi bu?
Bekiroğlu: Hayır. Her kader biriciktir zannımca. Benimkisi sadece eylemimle kaderim arasındaki uyumun, isim sahifesinde yazılı olduğunu görmekten doğan bir hoşnutluk hâli. Belki bir vehim. Ama avuntu.
Taşçı: Şimdi de son eserin adıyla başlayalım. Nedir bu hikâyenin adının hikayesi?
Bekiroğlu: Cam Irmağı Taş Gemi. Uzun zaman cam ve taş arasındaki tenakuz hâli üzerinde duygulanmış ve düşünmüş biri olarak cevaplamalı bu soruyu. Taşın sertliğinden camın kırılganlığına, şeffaflığına düşmüş biri olarak. Ama hemen ardından da camın kırılganlığından taşın sağlamlığına sığınmış biri olarak. Taş sağlam, kalıcı, dayanıklı. Camın bütün saydamlığına rağmen, taşın da içi dışı bir. Büyüleyici bir nesne. Ama cam da göz ardı edilir gibi değil. Kırılgan, şeffaf, ışıltılı. O zaman cam ve taşın birlikteliğindeki tenakuzdan bir gerçek vasatına ulaşmak fikri kalıyordu geriye. Cam ırmağın üzerine taş gemiyi böyle saldım. Galib’in meşhur imgesinin muhayyileme eklediği kıvılcım hakkı saklı kalmak kaydıyla, beklenesi durum elbet cam ırmağın üzerinde taş gemi yüzdürürken cam ırmağın kırılmasıydı. Ama değil işte, öyle olmuyor. Ve taş geminin o sağlamlığı da için için görünmeyen bir yarayla kanıyor. Ne cam ne taş bu serüvenden kazasız belasız çıkabiliyor. Hasılı cam ırmağın üzerinde taş gemi yüzdürülmüyor. Yüzdüren varsa selam olsun.
Taşçı: Camla taşın tenakuzundan ulaştığınız sonuç bu mu? Bu tenakuzdan bir birlik çıkmadığını mı anlamalıyız?
Bekiroğlu: Nihai olarak, cam ırmakta taş gemi bir imkânsızlığı imler. Ama yine de mucize, imkânsızlığın aşımı anıdır. Ve ancak bu dünyayı aşan bir kusursuzlukta mümkündür. Bir bakalım, yontucunun taş gemisi ne zaman yüzmüştü cam ırmağında usul usul?
Taşçı: İsimle Ateş Arasında’da hikâye baştan sona bir dar geçitte geçiyor. Bir tünelin girişinde başlıyor, Nihade gittiğinde ise tünelin sonundaki ışık dahi görünmüyordu. Bunda ise alabildiğinde özgür mekânlarda yaşanan ve yaşandığı mekânlara ait hissi en derinde hissettiren bir hikâye, ya da hikâyeler var. Bu yazıcı açısından bir zorluk değil mi? Ya da şöyle sorayım; iki farklı iç dünyasının yansıması olduğunu düşündüğüm bu durum sizi yormuyor mu?
Bekiroğlu: Eğer söylemek istediğiniz bir hikâyeci/romancı ve hatta yine hikâyeye yaslanan denemelerin sahibi olarak bunca farklı dünyayı içimizde taşımanın ne anlama geldiği ise, evet içinde çok deniz sırtında çok dağ taşıyarak yaşamak hiç kolay değil. Ama bunca dünyayı, bunca denizi ve dağı taşırken, bunca kahramanın kimliğine bürünüp taşarken hem de, benim kimliğim örselenmez. Çünkü bu özde bir kaosun değil kozmosun yansımasıdır. Şikayetlerimize aldırmamalı, onlar araz. Şikayetimiz hem de hikâyetimizdir. Öyleyse taşa, ya da cama dönüşürken ben, hattat, Nihade ya da Züleyha veya yontucu olurken, bir parçalanma zorluğu çıkmaz ortaya. Çünkü her defasında farklı dünyalar, olaylar ve kelimeler arkasında hep o aynı mana vardır ve o da değerler sıralamasında en yukarıdadır. Kelimeler çoksa da mana bir. Gerisi laf ü güzaf.
Taşçı: Madem ki mutlak gerçek üzerinde bir oynama değil bu, o hâlde sanatçının kendine özgü bir gerçek oluşturma hakkı mı var?
Bekiroğlu: Elbette var, sanatın temel teorisi bu zaten. Sanat bir yalandır, sun’ kökünden gelir, uydurmayı, kurmayı doğasında taşır. Ama daha yüksekte duran, mutlak olan gerçekleri kavratmak için söylenen bir yalan bu, deforme etmek için değil.
Taşçı: Hikâyede Kuzey Ülkesi’nden bahsederken; “tarihe bir zulüm söylemi sığdırmayan Kuzey savaşa alışkın değildi” diyorsunuz. Oysa İbn-i Haldun yedi iklimi tarif ederken Kuzey’e doğru gidildikçe barbarlaşıldığını ve medeniyetten uzaklaşıldığını vurguluyor. Sizin Kuzeyinizin sırrı nedir? Bu sadece bir yön mü? Yoksa şehirlerin Simurg’u Kuzey’de bir yerlerde mi?
Bekiroğlu: Bu, benim Kuzeyim, benim içimdeki o soğuk, buz rengi, kırılgan ülke. Güneşten, sıcaktan, yaz mevsiminden hazzetmeyen; yağmura, buluta, sise, kar’a sığınmak isteyen yanımla, benim şehirlerimin Simurg’u Kuzey’dir. Ama Kuzey-Güney tarihsel okumalarından kalkarak, yazıcının, kurgusal düzlemdeki yaratı özgürlüğü ile tarihî gerçekler karşısındaki sorumluluğuna gelip dayanırsak. Yani inkâr etmediğim bir gerçekler manzumesine karşı yazıcı olarak ne kadar sorumluluk duyduğum ya da duymadığım sorgulanırsa. Kurgusal metinlerimde dahi tarihe karşı sorumluluğumu asgariye indirmek için özel isim kullanmazken mutlak gerçeğe olan sorumluluğumu alabildiğine büyüttüm, demekle iktifa edebilirim ve bu yeterli bir cevap olmalı. Tarih tarihe kalsın bana onun verdiği ilhamla okşadığım alanlar gerekli.
Taşçı: Ve sonra estetik kaygı sanıyorum. Bir normlar hiyerarşisi var gibi.
Bekiroğlu: Evet bu bir hiyerarşi. Mutlak değerlerin estetik bir disiplin içinde inşası. İç ve dış uyum. Üslup ve muhteva.
Taşçı: Hep hikâyeden yola çıkarak devam etmek istiyorum söyleşiye. Bir yerde aşk ve evlilik, su ve hava, buğday ve başak gibi ikilemlerde bulunurken “güneş ve kadın” ve “rüzgâr ve erkek” demişsiniz. Kadın yakıcı mıdır, aydınlatıcı mı? Nedir kadın? Ve erkek neden rüzgâr? Yok edici mi?
Bekiroğlu: Kadın ve erkek üzerinde yapılacak genellemeler yaradılış kadar dönem kodlarını da içermek mecburiyetinde. Evvel emirde Cam Irmağı Taş Gemi’de kadını güneş, erkeği rüzgâr olarak tanımlayan cümleler politeist ve ataerkil bir dünyanın işaretleri. Bunlar tek yanlı vurgular. Ve tek yanlı her genelleme gibi eksik. Kadın ne, diye bana sorarsanız; ben kadını her zaman için var oluşun en önemli öğesi olarak görüyorum ve bu önem de içerdiği çift kutupluluktan kaynaklanıyor. O aynı zamanda hem hayrın hem şerrin, hem iyiliğin hem kötülüğün, hem felahın hem helakin anahtarı, sevk edicisi, “mürşidi”, bunu kimse inkâr edemez. Aynı anda iki şey olma gücüne sahip. Tercihi, kendisinin ve çevresindeki sevkıyatın eseri. O zaman kadın denen o harikulade varlık bir atom bombası gibi yok edicilik gücüne de sahip rahmet yağmuru gibi inebilir de. Bu çift kutupluluk erkeğin de özelliği elbet, insanın ortak özelliği. Ama kadının taşıdığı cazibenin muhteşemliği onu daha dikkate değer kılıyor. Yer yüzündeki hiçbir “tür” yaradılışındaki çift kutupluluk potansiyelinden dolayı bu kadar hırpalanmış değildir. Sadece Orta Çağ Hristiyan dünyasındaki kadın imgesine bakmak yeterli. Ve günümüzde kadın cinsinin “indirildiği” yer de cabası: Lüks otomobil teşhirine refakat nesnesi.
Taşçı: Onları kurtarma projeniz var mı?
Bekiroğlu: Topyekûn bir kültür seferberliği meselesi bu. Erkek kurtulursa kadın da kurtulur. Birleşik kaplarda her şey birbirine bağlı. Tek başına olmaz. Karşılıklı bir etkileşim. Kadın erkek, birlikte bir bilinç hâli gerektiriyor. Siyasete, ekonomiye, sosyal hayatın tümüne bağlı bir oluşum.
Taşçı: Buna bağlı bir soru da şu: Kadın fethedilmeyi bekleyen bir ülke mi? Züleyha’dan başka fethe çıkan bir kadın var mı? Galiba fethetmek erkeklere, erkekliğe özgü bir şey. Kadınlara düşen ise fetihten dönenleri alkışlamak, değil mi?
Bekiroğlu: Yok hayır. İlla ki savaşın terminolojisiyle konuşacaksak, onları, bir savaş alanında karşı karşıya duran iki savaşçı gibi düşünmek bana daha uygun geliyor.
Taşçı: Galip olan genelde hangi taraf?
Bekiroğlu: Galip olan yok. Ortalık kan revan, göz gözü görmüyor, toz duman. Aşkın doğası kan dökücü. Tabii yine savaşın terminolojisiyle konuşursak böyle bu.
Taşçı: Biraz put kıralım şimdi de. “Tanrı yağması” bugün de çok yoğun olarak yaşanıyor değil mi?
Bekiroğlu: Çok haklısınız. Kırılması gereken putlar varken tanrı yağması.
Taşçı: “Emrin kalbe dokunuşu” nasıl bir andır? Eğer anlatabilirseniz tabii ki. Böyle bir anda mı yazıyor insan?
Bekiroğlu: Kalemi tutan el, emre tabi. Sanat da kün emriyle. Ve bu, hem ezelden hem kıyametten nişane bir an. Bu yüzden sanat bir alâmet. Sanatkârın, hadi bizim alanımızla konuşursak şairlerin, pre-modern toplumlarda sıra dışı, neredeyse gaipten haber getirir, biraz ürkütücü insanlar olarak algılanması bu hakikatten. Haşim, şair sözünü resullerin sözlerine benzetiyor. Hz. Peygamber şiir söylemekle itham ediliyor. Çünkü cahiliye inancına göre, şairlerin gaipten haber veren cinleri vardır ve bu itibarla ilham, vahiy ve keşif basamaklarının hemen altında durur. Sanatçıların, kimlikleriyle de ilgi çekici figürler olması bu yüzdendir. Onların şahsına bu yüzden ilgi duyarız. Mazur ve masum bir meraktır bu aslında. Onlar sıra dışıdırlar çünkü. “Bütün bunları yazıyor. Kün emrine muhatap bir kalbin sahibi. Acaba nasıl biri? Nasıldır, kimdir ki sıradan insanlara nasip olmayan bir emre muhatap oluyor? Dilinden ilham dökülüyor?” Yazarın değil de eserin üzerinde ısrar edilmesini öneren akademik yanımın bütün baskınlığına rağmen, bu meyli anlamakta güçlük çekmiyorum. Hatta yazarın, kimliğinin magazin malzemesi, yazdığının ise göz ardı edildiği günümüzde dahi, benim anlayışla karşıladığım bu soylu merakın alabildiğine soysuzlaştırılmış izdüşümleri vardır. Bu ilham anının anlatılması ise pek mümkün değil. Çünkü o anın içinde özne, kendisine bile yabancıdır. Hatırladığı sadece; harikulâde! O kadar harikulâde ki, karşılaştığı şeyi yazmayı başardığını hisseden her yazar, yazdığı yayımlandığı andan itibaren nasıl olup da yer yerinden oynamadığına şaşar. Ama oynamaz yer yerinden işte. Ama ona yine de bir çift melek kanadıyla kanatlanmak kalır, hemen arkasından düşüş gelecek olsa da. Diyor ya Mevlana, “sözün hâlin olmuşsa kanatlanırsın artık” Ve hepsinden önemlisi ortalığa çıkıp işte böyle büyük büyük laflar edebilmemiz, ben diyebilmemiz, hep bu dokunma anının esrikliğindendir. Affola diyesim geliyor her ben dediğimde. Ve üstelik düşünün ki bir anlık ziyaretiyle bizleri mest eden o oluş, Mevlana gibi büyük zatlarda sürekli bir kanatlanma hâlidir. İlham kısadır keşif uzun süreli. Gerisini düşünün.
Taşçı: Peki bilinçli bir emek anlam ifade etmez mi? İlham perdesinin önüne kadar gelmek için çaba gerekmez mi? Bildiklerimizle ettiğimiz amelin neticesinde bilmediklerimizin bilgisine kavuşmak gibi.
Bekiroğlu: Elbette. İlhamın bütün çekiciliğine rağmen sanat, bilinçli emek harcamaya yaslanır. “Aramakla bulunmaz/Bulmuşsan aramışsındır” fehvası sanat için de geçerli. Belki en fazla sanat için. Tesadüfi sanat olmaz, ilhamın işlenmesi gerekir.
Taşçı: Bir söz duymuştum önceden. “Bütün kuşların ve bütün yıldızların adını bilmeden şiir yazılmaz” diye. Sizi okuyunca anladım ki; bütün bitkilerin, bütün taşların ve hatta bütün renklerin adını bilmeden öykü yazılamaz.
Bekiroğlu: Haklısınız. Hem de, soyutlayıcı bir öykü anlayışının sahibi olarak harici dünyayı ziyadesiyle ihmal eden bir öykünün sahibi olmama rağmen bu böyle. Bütünün değilse de epeycesinin ismini bilmek mecburiyetindeyim, yoksa onlara yeni isimler vermeliyim.
Taşçı: Taşa yüklediğiniz anlam nedir?
Bekiroğlu: Taşa yüklediğim anlam soylu ve güvenilir olmasından hareketli. Kalıcı, ihtişamlı, sakin ve sade. Çilekeş ama resim değişecek kitap resmi gelecek vakur. Kim bilir belki de en fazla güven ve emniyet sorunu yaşadığım sıralarda taşın güvenirliği beni böylesine etkiledi. O kadar güven ki sertliğine bile razıydım. Örselenmiş yanlarımın bütün emniyet arayışı hissiyle, taşa bakan ona sığınan yanım ağır bastı. Kendimi en fazla taşa güvenir buldum. Gerçi Siyasiyabend’in aklımdan o hiç çıkmayan cümlesiyle, “taşın edebiyatı şiiri olmaz. Taş taştır, başını yasladığında anlarsın taşın sert olduğunu”. Bu müthiş bir şey. Ama olsun, hiç olmazsa taş samimidir. Dürüsttür. Değişmez. Bilirsiniz ki serttir, acıtır, çarptığında bir yerlerinizi kanatır. Ama bunu baştan bilirsiniz. Tek rengi vardır onun. Samimi. Diğer yandan taşın kalıcılığı, tarihe tanıklığı, sonsuzluğa uzanışı da çok ibret verici. Neticede bu hikâyelerin pek çok bölümleri çölün ortasında ya da büyük, mavi, güzel ve derin ırmağın kıyısında binlerce yıldır öylece duran taş anıtların söylediklerini duymaya çalışırken yazıldı. Orada bir zamanlar bizim gibi insanların yaşadığına tanık bu taşlar. Ve ben öyle kendimi kaybederek, öyle kontrolsüz düşüyorum ki bu bilgiye. Sonsuzluğa en çok yaklaşan nesnenin tanıklığında çok ezici bir kamaşma hâli bu. Taşçı: Tarihe en çok taşlar mı tanıklık ediyor?
Bekiroğlu: Sanırım yazı ve taş en ciddi tanıklar. Meğer ki taşa kazınmış yazı. Bundan daha kalıcısı ve soylusu yok. Ama bu kalıcı tanıklığın çok önemli bir okuması daha var. Sonsuzluğa en çok yaklaşan taşlar bile sonlu. Bu yüzden antik bir kent kalıntısının kapısından içeri girdiğiniz anda en çok da dört bir yana dağılmış sütun parçaları vuruyor sizi. Bir zamanlar göklere uzanırdılar ama şimdi gerçekten taş taş üstünde kalmamış. Bu, o kadar ürpertici bir durum ve ona bağlı ürperticilikte bir deyim ki, taş taş üstünde kalmamak. Belki taş asıl söylenmesi gerekeni bu deyimle söylüyor. Yerin yüzünde her şey geçici ve sonludur, taş bile.
Taşçı: Cam kırılıyor. Kalp. O da kırılıyor. Ve ikisi de tamir edilemiyor. Edilse bile iz kalıyor. Sizin tabirinizle camın özü taş. Oysa “taş kalp” kırılmayandır. Kırılgan olan kalp de, taşın kuma, kumun cama dönüşmesi gibi bir dizi işlemden geçtikten sonra mı kırılgan hâle geliyor? Öyleyse eğer bunun bir ustası var mı? Ya da doğuştan kırılgan olan kalp, tersine bir işlemle mi taşlaşıyor?
Bekiroğlu: Taşı olumsuzlanan bir imge olarak ele almadım bu hikâyelerin seyrüseferinde, “taş kalp” kavramına müstağni kaldım bu nedenle. Ama genelde kalp, cam ile taşın arasında bir yerde her hâlde. Taşlaşabilir de camlaşabilir de. Her ikisine dair istidadı kendi içinde barındırıyor olmalı. Öyleyse ustası yine kendisi. Neticede yine şu çift kutupluluk meselesi. Kalbin parlatılması. Parlatılırsa parlar. Yoksa pas içinde kalır.
Taşçı: Aşk nedir? Buldum zannedip bulamamak (Züleyha gibi) mı? Ya da bulduğu hâlde bilememek mi? Bu mekâna ve bu zaman ait değil mi aşk? Aşkın rengi karanlık mıdır?
Bekiroğlu: Aşkın ezelden bir hatırlama, ezel tanışıyla bu dünyada karşılaşma olduğuna iman edeli ben, çok oluyor. Ama aradan geçen süre içinde hatırlamaların da yanıltıcı olabileceğini öğrendim. Çünkü buldum zannedip yanılmak var. Bulup da tanımamak var. Bulup da hatırlanmamak var. En acısı da ezel tanışıyla karşılaşıp onun tarafından hatırlanıp ama onu hatırlayamamak olmalı. Ve evet, aşkın rengi karanlığa benziyor. En azından bu dünya yüzünde böyle. Bir bedene ve birçok hayata hapsedilmiş aşk, özünden uzaklaşmak mecburiyetinde. O yüzden biraz evvel bahsettiğim savaş hâli doğuyor. Arazların bulanıklığı. Neticede ortaya kusurlu bir aşk çıkıyor, elde kalan bu. Cam ırmakta taş gemi ancak kusursuz bir aşkın zuhuru anında kazasız belasız yüzebilir ki o da bu dünyada imkânsız. Söylemiştim yontucunun taş gemisi de ancak kusursuz aşkı, yani tek Tanrı aşkını bulduğu anda usul usul cam ırmağın üzerinde yüzmeye başladı. Ne ırmak ne taş incinir böyle bir seyirde artık.
Taşçı: Sizce cam ırmakta batan gemiler mi daha makbuldur, yoksa sağ salimen yoluna devam edenler mi?
Bekiroğlu: Sıradan bir insan, dahası kadın olan yanımla sağ salim yoluna devam edenler, diyebilirdim. Ama yazmaya talip öyleyse aykırılıkların, tezatların ve trajedilerin cazibesine kendisini kapıp koyuveren yanımla aklım batıp gidenin arkasında kalırdı.
Taşçı: Camcıya ne oldu? O da Nihade gibi. Kadınların hikâyeleri neden sona ermiyor sizin kalemizden? Bu onlara sağlanan bir ayrıcalık mı? Yoksa kadın bitmeyen hikâye midir? Ya da insanın kendi defterini kapatamaması mı?
Bekiroğlu: Kimliklerin birbirine karıştığı gerçek üstü bir vasatta, her ikisi de kalplerinde kraliçenin aslını taşırken, camcı ve taşçıya korkarım aşkı birbirlerinin kimliklerinde yaşamak kaldı. Bu, kimliklerin aşıldığı, aşkın özüne kavuşulan, arazlarından arınmış bir aşk noktası olmalı.
Taşçı: Hayranlık hep kör edici midir? Aşkın ise kendisinin mi gözü kördür?
Bekiroğlu: Hayranlıktan aşka uzanan geniş bir terminolojide en fazla kullanılan sözcüktür her hâlde körelme ve köreltme. Alışılmadık derecede fazla ışık daima körlük etkisi yaratır çünkü. Bu anda bütün renkler kararır ve bir kör düğüşüdür başlar.
Taşçı: Kurda “Yusuf’u ben yemedim” diye isyan ettiren yazıcı “tanrılar yağması”nda neden Allah’ın korkusundan yuvarlanmakta olan taşa kayıtsız şartsız boyun eğdirdi acaba?
Bekiroğlu: Kim bilir, Allah’ın korkusundan yuvarlanmakta olan taşın, bir put suretinde yontulurken çektiği acıyı bir anlatan da bulunur mutlaka. Ben en fazla yontucunun sol elinden vaz geçebildim.
Taşçı: Belki bir sonraki eserinizde taşın iniltilerinden bahsedersiniz? Ne dersiniz? Bana sorarsanız taş bunu bekliyor sizden.
Bekiroğlu: Ya kısmet.
Taşçı: Yok ettiğiniz Nihade aynanın karşısındaki miydi yoksa içine düşen mi?
Bekiroğlu: Aynanın içine düşen. O uzak ülkeye giden. Geri döndü ve hikâye bitti. Aslında yok olan yok. Sadece iki resim birleşti. Bunu ben de ancak geçen süreç içinde görebildim. Daha evvel görebilsem bu bölüm belki romanın içinde yer alırdı.
Taşçı: Buna bağlı olarak bir de şunu sorayım. Nazan Bekiroğlu adı yeterince referans bir kitabın satış yapması için ama piyasa kaygısıyla eserinize başka bir isim neden düşünmediniz? Piyasa kaygınız yok mu?
Bekiroğlu: Hayır piyasa kaygım yok. Piyasanın kara göklerini, daha iki ay evvel, bir kuyruklu yıldız kadiriyle aydınlatıp da sonsuza değin görünmez olan parıltıları hatırlayınca, sabit bir yıldız ışığı olmayı yeğliyor insan. Bu bir tercih meselesi tabii ki, ben kendi tercihimden bahsediyorum. Bulduğum ve beni bu hâlimle bulan yetiyor bana. Aslında açık konuşmak gerekirse bu kadarı bile bana şaşırtıcı geliyor. Zor yazdığından, anlaşılmaz olduğundan şikayet edilen bir yazıcı, nasıl olup da bu kadar okunur? Çoktandır üzerimde asılı duran bu “zor” yaftasıyla bu okunurluğun nasıl bağdaştığını hala anlayabilmiş değilim.
Taşçı: Belki de adım adım bir okur kitlesi oluşturdunuz. Zira ben son kitabınızı “geldi mi” diye kitapçılardan sorarken aldığım tepki, “başkaları da soruyor ama henüz gelmedi” şeklinde oluyordu. Demek ki bir kitapçı dükkanının rafındaki “son çıkanlar” bölümünde görülüp alınandan ziyade beklenmekte eserleriniz. Bu hem güzel, hem de oluşmuş bu okur kitlesinin beklentisi karşılamak açısından yorucu bir durum olsa gerek. Ne dersiniz?
Bekiroğlu: Evet adım adım oluşan bir şey bu. Ama oluşması için herhangi bir çaba sarf edilmiş değil. Söylerim ya, yazarken en az hesaba kattığım şeydir okuyucu. Bu yüzden benim okuyucum benim için çok kıymetlidir. Katıksız bir anlaşma hâlidir bizimkisi, katışıksız bir birbirini bulma hâli. Ama müdahalesiz, hesapsız. Oluşmuş bir okur kitlesinin beklentisini karşılamak gibi bir endişeye hiç düşmedim. Benim asıl endişem kendi beklentilerimi karşılamakta. Çünkü bilirim ki ben içimdeki kamaşmayı, kaynamayı yansıtabilirsem o varacağı yere zaten varır. Okuyucunun nabzını tutmak için içime sinmeyen bir şeyler yapmaya kalkıştığımda bu, samimiyetsizlik olur ve böyle bir yapaylıkta en fazla da bunu hisseden okuyucunun tahammülsüzlüğü acı olur.
Taşçı: Hayatın size sunduğu en büyük armağan nedir?
Bekiroğlu: Hiçbir sıralama kabul etmeyecek değerleri bu kapsamın dışında bırakarak başlayayım. Öğrenciden ve okuyucudan yana bahtlı olduğumu düşünürüm hep. Bu büyük bir armağan. Ama galiba bana verilen en büyük armağan aynı zamanda en büyük de ceza olan şey: Empati. Özgenin ne hissettiğini, hangi acıyı çektiğini, hangi sevinci yaşadığını kendi nefsinde tecrübe yeteneği. Sadece insanın değil, bütün hayvanların, börtü-böceğin ve hatta taşın, suyun hissettiğini hissedebilme. İnsan olmanın ilk şartı olarak görüyorum empatiyi. Bu yüzden çok büyük bir hediye olarak kabul ediyorum. Ama empati bir ceza aynı zamanda çünkü bende çok ciddi travmalara neden olabiliyor. İçinde yaşadığım dünyanın ve acı çeken insanların, hayvanların öyle yaşantılarını kendi nefsimde tekrarlıyor ve taşıyorum ki böyle bir dünyada yaşamak bile ağır geliyor. Ve “Neler var şu dünyada”, dediğiniz anda tel kopuyor.
Taşçı: Bu Hızır’la yolculuk kadar zor bir durum. Soru sormadan sabretmeyi deniyorsunuz herhâlde.
Bekiroğlu: Çok zor olduğu muhakkak. Sınırları zorlayacak kadar. Ama ben de çok soru soruyorum. Çünkü soru sormak iyidir. İnsanı kendisine getirir. Yazdığım her şey bir soru değil mi?
Taşçı: Ya kovulursanız?
Bekiroğlu: Hiç kovulmamış değilim ki. Razıyım.
Taşçı: Biliyorsunuz iki sene önce bir anket yayınlandı. 30 sene önce yapılan bir anketin tekrarıydı bu. Gençler üzerinde yapılan bir anket. 30 sene öncenin gençliği için birinci öncelik özgürlük ve insan hakları iken, günümüz gençliğinin birinci önceliğinin para ve şöhret olduğu anlaşıldı bu anketle. Hoca yanınızla gençliğe baktığınızda, gelecekten ümitli misiniz?
Bekiroğlu: Ümitliyim diyebilmeyi çok isterdim. Ama sadece para ve şöhret arzusu bile değil. Asıl, idealsizleştirilmişliğin acı meyvelerini almaya başladık: Şer ve şiddet. Bütün dünyanın bu yönde değişen bir çehresi var. Yanlış anlaşılmasın aptal bir iyimserlik ya da kör bir mazi-perestlikle, kötülük bizde yoktur, eskiden hiç yoktu demeyeceğim. Hayır kötülük her zaman vardır. Fazlasıyla vardır hem de. Ama bireysel ve dışlanır davranışların bugünkü kabul edilirliği hatta özendirilirliği, bir cinnet hâlinin tedavülde kendisine iyice pazar bulması anlamına geliyor. Anlatabiliyor muyum, toplumsal kodlarımız, bilinç genlerimiz değişiyor. İnsanın fıtratı bozuluyor. Yepyeni bir toplumsal davranış ve kabul ediş biçimi kök salıyor. Çünkü şer ve şiddet estetize ediliyor, meşrulaştırılıyor, hayata kelimesi giriyor, kavramı giriyor. Tartışılıyor. Tartışılması hâlinde bir muafiyet alanı açıyor kendisine böylece. Ve biz hiç düşünmeden değişiyoruz. Fazla değil iki yıl evvel ortasında bırakıp çıkabileceğimiz kaç filmi çoluk çocuk tamamlar olduk? Ne kadar genişledi hazım kabiliyetimiz? Benim (varsa) ümitsizliğime asıl neden olan şey ise, yüksek enerjisi ve kaçınılmaz cazibesi ile kötülüğün karşısında iyi olarak kalmanın zorluğu. İyi kalmayı, enerjisi yoğun şeytanın karşısında pembe yanaklı, güzel ama aptal çehreli, şişko bir bebek resmi kadar anlamsızlaştıran bir şiddet algısı; meşrulaştırılmış ve estetize edilmiş. Evet, insanlık hâllerinin gösterilmesi, kişisel özgürlükler, demokratik duruşlar ve hepsinden can alıcı olan: Sanatçı özgürlüğü. İyi de seyrettiğimiz onca kanın neticesinde atılan taş ürkütülen kurbağaya değiyor mu acaba? Yani seyrettiğimiz onca vahşet iyiyi özendirmek adına mı? Bediüzzaman diyor ya “batılı tasvir safi zihinleri idlâl eder”. Dünyanın bu anlamda çivisinin oynadığını ciddi ciddi düşünebilirim. Ve bu mevzu kıyamete değin bitmez.
Taşçı: Karadeniz’le aranızda duygusal bir bağ mı var?
Bekiroğlu: Bu, çok güzel bir soru. Evet Karadeniz’le aramızda duygusal bir bağ var.
Taşçı: Şiir yazıyor musunuz ara sıra?
Bekiroğlu: Hayır, hem de hiç. Nesrin dili, biraz mücadeleyle, hissettiğim ve düşündüğüm çok şeyi istediğim biçimde ifade etmeme yetkin. Üstelik bu nesir, şiirselliği de taşıyabiliyor. Sanatların sultanı olan şiir, şairlere kalsın.
Taşçı: Daha çok hangi zamanlarda yazıyorsunuz? Gece mi, gündüz mü? Sabah mı akşam mı? Ve nasıl mekânlarda?
Bekiroğlu: Hiç belli olmuyor. Hâlâ ne zaman ve nerede geleceği belli olmayan cümlelerin içindeyim. Konuşurken, otomobil sürerken, yolculukta, yeni bir yer gördüğümde, hastahane koridorunda, bir toplantıda, hatta ders anlatırken. Bunlar ilk devinim cümleleri. Sonrası, yani o emek dönemi ise genellikle günün ikinci yarısında. Çok erken uyanmayı sevmiyorum.
Taşçı: Gece ile dostsunuz demek. Bu dostluğa ne eşlik ediyor genelde?
Bekiroğlu: … (suskunluk)
Taşçı: Efendim söyleşi teklifimizi kabul edip vakit ayırdığınız için çok teşekkür ediyorum.
Bekiroğlu: Benim teşekkür etmem gerekiyor güzel bu sorular için. Çünkü iyi sorulmuş sorular insana ne yaptığını, nerede durduğunu gösteriyor.