-Yağmur yağıyor, çok yağıyor, çok ıslandım evet.
Ama neden bana öyle bakıyorsunuz bayım, ben böyle bir adam değildim. Belki siz de şimdiki gibi değildiniz. Sizden biraz daha fazla gel git yaşamış olabilirim. Ama sanmam ki siz de şimdiki gibi hep durgun olasınız. Ben olgunlaşıp olgunlaşıp yetkinliğimi kaybettim. Çürüdüm, sonra başka bir meyve olmaya heveslendim. Hızla olgunlaşıp hızla çürüdüm. Koştum, koştum. Ondan ona koştum, ondan ona. Olgunlaşıp çürüdüm, tekrar olgunlaşıp çürüdüm ve tekrar. Olgunlaşmadan daldan düştüğüm de oldu, tadımı acı bulup kendimi daldan attığım da, yara bere başkasına geçtim. Çeşitlenen renk, çeşitlenen tat, çeşitlenen dünya. Bir de baktım ki hepsinin ortasında kalmışım, hepsinin tadına ve rengine aşinalığım olduğundan hepsini hoş görüyorum. Hiçbirinden geçemiyor, birinde de hep kalamıyorum. “Hepsi benim ağacım’’ diyorum, ama hiçbir ağaç “bendensin’’ demiyor. Ben böyle adam değildim, yani bu kadar yolunu şaşıran.
Koşmam için acelem yok muydu yoksa? Hızla yetkinliğe koşmak hızla çürümeye koşmaktı. Durmalıyım. Ya da uzaklaşmalıyım hepsinden. Hepsinden ki, gerçekten ne olduğumu, ne olmak istediğimi bulayım.
İzsiz, ıssız yollarda yürümek… başımı eğip yavaş yavaş, düşüne düşüne, hiç acelesi yokmuş gibi hayatın yürümek. Acelesi var mıydı yoksa hayatın ve hayatımın?
Her dediğimi, her kesin yargımı bozan bu tereddüt, ah bu tereddüt. Hem olur hem olmaz yüzüyle görünen, hem budur hem bu değildir diye aynı anda beliren ve beni böylece belirlenemeyene iten. Bakın mesela şimdi ne diyorum: Bu yol olabilir, evet şu da. Şaka mı ediyorum, hayır; biliyorum, bu yol diğerinin tam karşıtı. Karşıtlığını biliyorum, ama yine de olabilir diyor içimden bir ses. Belki aklım karışmıyordur bu sese, ama içim öyle diyor. Yoksa aklımda mı karışıyor, bunu da bilmiyorum. Her şey en uzak, en uç görünen karşıt yüzüne aslında öyle yakın ki. Beyazın kapısındayken ansızın siyahın kapısında bulabilir insan kendini. Öyle bir adam değildi. Nasıl bir adamdı? Ben böyle bir adam değildim. Bu yüzde, bu kapıda, bu görüşte, bu görünüşte, bu duruşta, bu durumda, bu olguda ne işim var? Önceden, çok çok önceden, bunlardan birinde kendimi görecek olsam kesinlikle inkâr ve reddedebileceğim, bu benden uzak hâllerin içinde ne işim var? Belki de şimdi bu hâllerimi seviyorum ve onlarsız olamayacağımı düşünüyorum. Belki de düşünmüyorum. Belki de ben böyle bir adam değilim. Belki de önceden de öyle değildim. Belki de hiç kimse öyle bir adam değildi. Ama nasıl siyah yüze geçti ve siyah adam oldu? Ya siyah nasıl beyaz adam oldu? Kendimden ve herkesten korkuyorum, herkes kendinin dahi tanımadığı başka biri olabilir. Olabilir değil mi? Yani belki, olmayabilir de. Nasıl yaşayacağımı şaşırıyorum artık, ne söyleyeceğimi, neyi, nasıl düşüneceğimi de.
Sahi ben düşünüyor muyum? Bir cambazın korku içindeki korkusuzluğuyla bu gergin ve boşluğa bakan ipin üstünde bir uçtan diğer uca yürüyor muyum? Bunun için zamanım var mı, bilmiyorum. Aldığım yol mu? Bir ipin üstünde. Bir ip boyu. Tehlikesinden dolayı birkaç metrelik mesafe ne uzun! Az iş yapmışım. Az mı, düşündüm ya, çok şey değil mi bu? İnsan bu kadarcık mesafeyi bir anda koşup bitirir. Yolum artık maraton koşucusunun yolu değil, boşluğa bakan ipin üstü. Ne işe yarar bu beceri, buna harcanan zaman ne kazandırır? Düşünceye beceri demek onu ele avuca düşürmek olur, oysa insan düşüncedir, düşündüklerinin ta kendisi.
-Af edersiniz bayım, size de pek söz hakkı veremiyorum, kendim sorup karşılığını kendim veriyorum hemen, kendimden başkasını duymuyorum çünkü. Ya da çok fazla duyuyorum, daha yanımdakinin sesini duymadan, o ağzını açmadan onu duyuyorum. Nerede kalmıştık, diyorsunuz şimdi, değil mi duyuyorum?
Evet, kendi…
Olabildiğim kendi, hani şu dağlar, denizler, çöller aşıp; ola, ola, olabildiğim: “ben böyle adam değildim’’ dediğim mi? İşe bakın, yapabildiğime bakın, diyebildiğime bakın bayım! Bakın, bakın, ama görülmeye değer ne var ki neye bakasınız? Şimdiki hâlimi retten başka, beğenmediğim ve yakışmayan bir elbise gibi onu soyunup bir kenarda bırakmak istememden başka ne var? Size sormama ne hacet, dediğime kendim bakınca: Olabilmiş misin peki diyorum, ne olmuşsun? Önceden neydin, şimdi nasılsın diyorum? Ve herkes ne oluyor, ne olmuş? Dedim ya, herkes gün gelip kendinin dahi tanımadığı adam olabilir.
-Siz hiç oldunuz mu bayım, yani kendinizi tanımadığınız, kabullenemediğiniz bir yabancı oldunuz mu kendinize?
…
-Ama bu kararlı duruşa sahip size, yerini ve yönünü belirlemiş, belki de bütün hayatını bile planlamış size (bu başarıya sahip olan var mı gerçekten!) bu soruya cevap vermek zor gelebilir. Sormadım sayın.
İşte bu tezatlara düşmemek, böyle sorular sormamak, böyle sorulara muhatap etmemek için, bir kalıp, herkes sayısınca bir kalıp arıyor gözlerim. Herkesi o kalıplara “işte ben böyle bir adamım’’ dedikleri anda, yani kendilerinden hoşnut ve kendilerini memnuniyetle kabul ettikleri anda döküp dondurayım, öylece kalsın. Hayır hayır, bu da çok sıkıcı olur. Yalnız gerilemekten alıkoymuş olmam, ilerlemekten de alıkoymuş olurum. Herhâlde insanın en hususi kalıbı, bedeni. (Yakışıyor da ona.) Yıllara yaya yaya değişiyor, dönüşüyor, gelişiyor, sanki ve sanki duruyor, geriliyor. Kalıptan bahsediyorum, kalıbımızdan, o bile hep aynı değil.
Ruhumuzunsa hiç tel örgüsü yok. Olsa bile ona ne engel, o bir rüzgâr. Ruh dolu sonsuzluk, sonsuzluk dolu ruh. Hangi sınır karakolları yolundan alıkoyabilir ki onu? Çeşitleniyor, çoğalıyor, anlam kazanıyor, anlamsızlaşıyor, en zayıf oluyor, en kudretli oluyor, tek nağmeyi dillendirmeyi beceremiyor, dünya orkestrasının şefi kesilip tüm sesleri yorumluyor. Bir, soğuk, karanlık, dar odalarda, hücreler, zincirler, işkenceler içinde; bir, aydınlık açık havanın maviliklerinde kuş gibi kanat çırpmakta. Bir sürüngenken yerde sürünen (acıyorum ne zavallı!), bir havada süzülenken (özeniyorum, ne mutlu!).
Bu med ve cezri, bu tsunamiyi, bu tufanı, bu big bang’i aklın alması ne mümkün! Ben, az BELKİ demişim, çok az.
Hiç acelem yok benim biliyorsunuz, ama siz de tereddüde düştünüz, belki de var, diyorsunuz. Belki de ömrünün son adımlarını atıyor haberi yok, çocuğu kaza geçirmiş hastaneye koşması lazım haberi yok, annesi pencerede yolunu gözlüyor haberi yok vs. … (Ama bundan haberim var. Annemin pencerede beni beklediğinden. Yağmur yağıyor çünkü her yağmurda annem hastalanacağım diye tedirgin oluyor. Sanki o beni pencerede beklerse, bir an önce eve dönecekmişim gibi pencereden ayrılamıyor. Ama biliyor, onun pencerede olduğunu hatırlayınca, her zamanki yürüyüşümü bırakıp hızlanacağımı, çok geç kaldımsa koşacağımı biliyor. Annem pencerede beni bekliyor, biliyorum.) Belki haberinin olduğu, fakat umursamazlıktan dolayı görmezden geldiği başka aceleleri de vardır diyorsunuz. Uzun süredir uğramadığı ofiste birikmiş işleri, ödenmesi gereken günü geçmiş faturalar, sağlık kontrolleri, hep bir ara alırım diyerek uzayan alışveriş listesi, evi otel gibi kullandığından biriken tadilat var. Ama belki de gerçekten acelesi yok diyorsunuz. Belki annesi bile yok, önceden her yağmurda beklemiş olabilir, belki şimdi o bile yok.
Evet, hiç acelem yok biliyorsunuz. Yığınla tereddüdüm var artık. Beni sel gibi yağmurlardan koruyan, en basit şemsiye de dâhil, hiçbir korunağım da yok. Hayatın acelesi de yok demiştim değil mi? İçimde en başı saklı kalmasına rağmen, geçmişte kalan idealist ben’in hayaline baka baka ve onun düşüncesini araya araya sayıklar gibi söylemiştim. Güzel bir ruhu vardı o günlerin, yüce bir fikri. Şimdi takatim kalmadığından, ifade gücüm o kanatlara yetişemedi de böyle sürüngen olarak sürünüp durmakta. Canımı acıttığından o candan el çekmiş oldum, o kanatlara asılmaktan geri durdum. Bir an için kalbim hızla çarpsa da asılacakmış gibi, dönüp tutunacakmışım gibi önceki ben olan o adama, yine geri duruyorum. Bu hâlde ondan geri durmam gerekir diye. Şimdi ben nerede, o nerede diye… Ve yine başım önde, sessiz, yavaş yavaş ve düşüne düşüne yürüyorum hiç acelesi yokmuş gibi hayatın ve hayatımın.
Belkiler arasında her bir yönden sıkışıp, onlarla baş edemeyecek kadar güçsüz, çaresiz, çıkmazda kaldığımda, durmaktan gayrı hiçbir şey yapamazdım. Ama belkiler arasındaki şaşkınlığın teklifsizliğiyledir ki birinden birini yaşıyor oluyorum. Atılarak, güya kendim seçmiş gibi yürüyorum, nadir de olsa koşuyorum, konuşuyorum, vs. Yani şaşkınlığımı yitirene dek. Ve tabii bazen bir şey yapamayıp kalakaldığım da oluyor böyle. Gitmelerden geri kala kala tamamen yol bilmez olduğum da oluyor. Ben böyle bir adam değildim, bu kadar çok şaşıran.
Belki de bu yüzden, işte bu yüzden, ben böyle adam değilken şartların, ortamın, tedirginliklerin ve tereddütlerin sürüklemesiyle, şimdi de böyle adam oldum.
Biliyorum, Siz de değildiniz bayım, evet siz de.
Bu kez de yağmurla gideceğim. Yavaş yavaş, düşüne düşüne… ama bu yolun nereye gittiğini ve bu yolun yolcusunu nelerin beklediğini bilmeden. Geçmiş vakitlerde şimdi’nin adamını yaralayanın yaralarıyla, acı içinde, düşüne düşüne, yavaş yavaş…
Yağmur yağıyor, yağıyor; göklerden başıma, üstüme, yüzüme, gözlerime, içime. Yağıyor, yağıyor…
Çok ıslandım evet, çok.
-Ama neden bana hâlâ öyle bakıyorsunuz bayım: Ben böyle bir adam değildim.
Ama neden bakıyorum böyle kendime: Sular, ayna olmayın böyle bir adama. Ben böyle bir adam değilim.