
“Bay Goladkin yalnız kendinden kaçmak değil, büsbütün yok olmak istiyordu.”
Dostoyevski’nin başyapıtlarından biri olan ‘Öteki’ romanının başkişisi Goladkin’de kendinden kaçma veya yok olma isteği, zehir gibi soğuğuyla yağışlı bir Petersburg akşamı bir davete kabul edilmeyip dışarı atıldıktan sonra perişan bir vaziyette evine yönelirken kendini sorguladığı süreçte uyanır.
Kendini başkalarına kabul ettirme çabasının sonuçsuz kalması, her defasında reddedilip kenara itilmesi onda varlığının yönünü saptıran, bütün algı ve anlama düzeneklerini bozan bir evhamlar silsilesine yol açar. Goladkin, bütün gerçek ve realitelere baskın çıkan bu evhamlar, kaprisler sefaletinin kuşatması altında korkunç bir gelgit yaşar. Ölçüyü, dengeyi, bilinci kaybeder. Bu doğal olarak kendi içinde bozulan, ölçüsü kaçan bir denge ve bilinçtir. Hayalle gerçek, olanla olmayan, burayla ora, kendisiyle başkası yer değiştirir; ayrışır, birleşir, birbirine karışır. Aralarında sınır ve mesafe kalkmış olan gerçekler, hayaller, kurgular, olgular, algılar anlaşılmaz tuhaflıkta birbiri içine kaymış, kaynaşmıştır. Ne var ki sefaleti tüm boyutuyla yaşayan kahramanımız, kendi ayrımında değildir. Bütün sorun da buradan çıkar zaten: Kendi ayrımında olamamak, bozulmamış işleyişi içinde kendinde olamamak! Onun en içkin yazıklanmalarla bilgilendiğiniz trajedisini, kusursuz gözlemciliğiyle yazar size hissettirir. Birbirlerini tetikleyen dışlanma, çatışma, savrulma durumları, bilinci yok etse de insan varlığının en temel savunma hattında oluşan tahammülsüzlük, derin şuuraltının kendiliğinden refleksiyle kendinden kaçmakta, hatta böyle yaşamaktansa yok olmayı arzulamaktadır.
“Bay Goladkin yalnız kendinden kaçmak değil, büsbütün yok olmak istiyordu.”
‘Öteki’ romanında Dostoyevski, sıradan bir memur olan Yakov Petroviç Goladkin’in feci, trajik çatışmaların kaynağı olacak ağırlıkta kişilik ve benlik bölünmesi yaşayan ruh durumunu en anlaşılır ifadeyle bu cümleyle analiz etmeye başlar. Bu cümle, insan ruhunun derinliğine inerek benliğin veya benliğin derinliğine inerek ruhun asıl dayanaklarını bulma ustası Dostoyevski’nin Goladkin’in varlığında yapılanmış veya yer etmiş öteki kişiliği ve bu kişilik çatışmasının getireceği belaları hikâyenin tam ortasına yerleştirir.
Goladkin’in parçalanmış kişiliğinden biri veya öteki evhamların sınırını aşarak doku, et, kemik kazanıp müşahhas bir kimlik kazanır, Goladkin’i içeriden dışarıdan çevreler. Hemen sonraki sayfanın bir yeri şöyledir: “Yakov Petroviç bunları aklından geçirirken birdenbire, evet birdenbire bütün vücuduyla ürperdi, elinde olmadan iki adım geriledi, sebebini bilmediği bir kuşkuyla etrafa göz attı. Kimse yoktu, olağanüstü bir şey de geçmemişti… Ama Yakov Petroviç’e o anda, yakınında biri varmış gibi geldi. Evet, tıpkı ona benzeyen birisi, demir parmaklığa abanarak yanında duruyordu… Hatta bir aralık Yakov Petroviç’e anlaşılmaz bir şeyler mırıldanmıştı galiba. Çabuk çabuk söylemişti ama Goladkin sözlerinin onu ilgilendirdiğini anlamıştı.”
Goladkin’in kontrolden çıkan benliğinin kendine hasım ve başkalarıyla uyumsuz benliği, halüsinasyonlarla kendisi ve herkes için kabul edilmez sınırları zorlar. Goladkin hayal sandığı gerçeğin, gerçek sandığı hayalin karanlık, bulanık girdabına öyle batmıştır ki, esaslı bir şekilde ters giden bir şeyler olduğunun farkındadır ama ne olanı olduğu gibi kavrama ne olması gerektiği gibi davranma makul olgunluğunu gösteremez. Girdaptan çıkmayı başaramaz. “İçinden çıkılacak durum değil; gerçeğe uymayan şeyler… Hayal görmüş olmayayım?.. Yoksa demin ekselansa başkası değil de, ben mi gittim; kendimi başka bir adam sandım belki?.. Öff öf.. Kafam kazan gibi kaynıyor… Anlamıyorum, hiçbir şey anlamıyorum!” Ancak böyle der, bu kadar diyebilir.
Sibirya sürgününe gitmeden önce Dostoyevski’nin 1846 yılında yayınlanan ve kardeşine “ileride benim başyapıtım olarak anılacak” dediği ‘Öteki’ adlı eseri, daha çok sahtelik, yalan veya ikiyüzlülükle hayatımızda yer edinip asıl kişiliğimizi de aşındıran ‘öteki’, alt veya üst ama her halükârda diğer benimizi konu etmez sadece. Kitabın işaret ettiği ruhumuzun davranış ve söze yansıyan ince ayrıntıları, bizi daha derin bir gerçeklikle yüzleştirir.
Klasik eleştiri usulünün dışına çıkarak Goladkin’in sakin başlayan hayatından, kendini beğendirmek isteyişinden, her defasında küçük görülmesinden, kendini gösterme çabasıyla pahalı ve lüks elbiseler, kokular almasından, bu hazırlıklar sonrasında sırf kendini gösterme kompleksinden dolayı Klara Olsufyeviç’in yaş günü partisine gidişinden, orada dışarıya atılmasıyla başlayıp delilik aşamasına kadar seyreden davranış bozukluğundan bahsetmeyeceğim. İşin hikâyesi ile ilgilenenler kitabı zevkle ve ayrıntısıyla okumalıdır.
Öteki, İnsancıklar’dan sonra Dostoyevski’nin ikinci kitabıdır. Zamanının ünlü Rus edebiyat eleştirmeni Bellinsky, üstadın daha ilk eserini okur okumaz “Sen ne yapmışsın çocuk” diye hayranlığını ifade edip roman yazımında yeni bir çığır açıldığını ifade etmiştir. Dostoyevski, daha ilk romanında mektuplaşmaları üzerinden Varvara ve Makar Alekseyeviç’in ruh derinliğine inmiş, orada gizli, üstü örtük gerçekliğin, başka bir ifadeyle öteki kişiliğimizin peşine düşmüştür. Bundan böyle Dostoyevski aslında belki Budala’daki Mışkin hariç bütün romanlarında hep öteki yanımızı, öteki yüzümüzü, öteki sesimizi belki de ötelediğimiz ama hep içimizde var olan öteki benliğimizi konu edecektir. Mışkin’e gelince, O “Hazreti İsa yaşasaydı nasıl bir insan olurdu?” sorusuna müşahhas tiplemeyle verilen cevabın sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla Mışkin saf, temiz, gizlisi saklısı olmayan, yalansız dolansız, komplekssiz, neyse o, kalbiyle ruhuyla, hesapsız yaşayan, içi dışı aynı, dosdoğru bir kişiliktir. Bunun dışında Karamazof Kardeşlerden, Raskolnikov’a, yer altı adamına kadar hemen her tip farklı yönlerden ve farklı yönleri ile ötekinin, ötekimizin anlatımıdır.
Kim bilir belki de herkesin ötekisi, hepimizin buluşup yakınlaştığı psikolojik alandır. Belki görünüşteki ilişkilerin perdelediği, ama alttan alta hareketlenen yönelişlerimizi, tüm yalınlığı, çıplaklığı ile açığa çıkardığı için herkes Dostoyevski’de kendi gerçekliğine uygun veya yakın bir çizgi bulur. Herkes Dostoyevski’de kendine ait ve kendine dair bir gerçeklik bulur. Bu zeminde ateistinden inançlısına kadar herkes vardır. İçimizin bu kadar sert ve ters iniş çıkışları mı vardır? Evet vardır. ‘Yeraltından Notlar’ bu aşırılığa en çarpıcı örnek olmalıdır. Dostoyevski’nin romanlarında isim vermediği tek kişi Yeraltından Notlar’ın kahramanıdır. Uzatmayayım, çünkü bir ismi hak edecek değeri yoktur. ‘Yer altı adamı’ diye geçen kişi ateisttir. Goladkin’in daha ideolojik türevi gibidir. Ama işin ilginç yanı bu inançsız adam da içinde, içinin derinliğinde esasen iman taşır. Bu kitapla ateizmin yerle bir edildiği söylenmiştir. Birinci tekil şahıs diliyle anlatılan kitap, yer altı adamının insana, dünyaya, hayata dair çözümlemesini içerir. Çoğu yerleri adeta makale gibi olan kitap ayrı bir inceleme konusu olmalıdır.
Bana sorarsanız, eğer sanat, görünür olanın arkasındaki gerçekliği açığa çıkarma çabasında olacaksa, her romanın açığa çıkardığı bir öteki olmalıdır. Buradaki ötekinin iyi, kötü, inançlı, inançsız olmasına göre roman değer kazanacak ya da kaybedecek değildir. Üstad, inançsız, kafası çok karışık biri olarak Yer altı adamının ruh derinliğindeki imanı nasıl ortaya çıkarıyorsa, Mehmet Selimoviç de ‘Derviş ve Ölüm’de hayatını dergâhta geçiren bir derviş olan Ahmet Nureddin’in içinde kıpırdayan inançsızlığı deşeler. İnandım veya inanmıyorum demekle mesele hallolmuyor! Bu arayışlar özelde öykü ve romana, genelde bütün bir sanat eserine değer ve anlam kazandırır.
Öteki romanının, kimileyin kitabın içerik ve esprisiyle ilgisiz zeminde ikiz psikolojisini konu ettiği sanılmıştır. Biraz derinlikli bakanlar Freud’dan Erich Fromm’a kadar bize sunulmuş psikolojik tanı ve tanımlamaların sınırları içinde ötekini anlamış, yorumlamıştır. Günümüzde ‘öteki’ psikolojiden siyasete kadar çok geniş ilişkiler düzeni ve düzleminde kullanılır olmuştur. İlişki düzeninde merkeze aldığımız kendimiz dışında kalan herkes öteki sayılmıştır. Benzemezlik öteki olmaksa, biz de bir ötekiyiz. Bana göre başkası öteki ise başkasına göre de ben öteki olurum. Hayat içinde bundan daha doğal bir şey olamaz. Her varlık bir başkasının ötekisidir. İnsan öteki ile var ve anlamlı olur. Ben kendimi öteki ile öteki üzerinden anlar, tanırım. Öteki olduğu için kendimi idrak ediyorum. Öteki benim için bir var olma imkânı, heyecanıdır; bana aynadır. Ben varsam öteki de olmalıdır. ‘Ben varsam sen olmayacaksın’ tarzındaki tahammülsüz, yıkıcı, kırıcı yaklaşım, varoluş hakikatini yitirmiş hastalıklı yapının tezahürüdür. Dostoyevski’nin ötekisi kısmen sosyal karşılıklar bulmamıza imkân verir. O asıl kişilik bölünmesini, parçalanmış bilincin kurduğu ürkütücü ve tehlikeli dünyayı konu eder. Bu dünya ve hayat, katlanması zor bir yüke dönüşür. Kendimizden kaçıp kurtulmanın normal yolları da kapalıdır. Gittiğimiz her yerde kendimiz olacaksak, bu sıkıntıdan kurtulmanın imkânı da yok gibidir.
“Bay Goladkin yalnız kendinden kaçmak değil, büsbütün yok olmak istiyordu.”
Varlığınız kaçmak veya kavuşmak istediğiniz bir kişiliğe dönüşmüşse, orada akıl, ruh, bilinç, benlik, kişilik veya kimlik durumunda bir sıkıntı var demektir. Orada insan varlığının uyumlu ölçülülük ve bütünlüğü değişen şiddette yoğunluklara göre azalır, gevşer, parçalanır veya dağılır. Varlığımızın ruhsal alaşımı veya kimyası, nefis ile ruh çekişmesi veya çelişmesiyle başlayıp, kontrol edilmesine veya edilemeyişine orantılı olarak değişik eğilim, yönelim ve davranışlar içine sürüklenir. Hatta hiç tereddütsüz insan varlığımızı cazip serüveni içinde özellikli kılan da fıtratımızın bu yapıya uzak olmayan yakınlığıdır. İnsan olarak, insan kalarak biz, ben ve sen olmamızın esprisi budur, buradadır. Değilse özgürlüğün, iradenin, imtihanın, helâl ve haramın, mükâfat ve cezanın, aklın, emanetin, sorumluluğun anlamı, önemi kalmazdı. Hüner, her an her konuda bizi çatışmaya, çelişkiye hazır halde tutan yaradılışımızın hakikatinden uzaklaşmak değil, onu belli sınır ve çerçevede tutmasını başarmaktır. O sınır ve çerçeve evvelâ kendi hakikatimizin tecelli ettiği varlık katımızdır. Bu anlamda her birimizin içinde bir başka ben veya benlik yok değildir. Olma serüvenimiz bir anlamda kendi diğer benimizle, iç benimizle yani kendi ötekimizle uğraşmaktan ibarettir. Yunus’un “Bir ben vardır bende benden içeri” sözü veya ilâhî öğretilerden yansıyıp felsefi mottoya dönüşen ‘Kendini bil’me hakikati, var olma serüvenimizin içsel yolculuğuna dikkat çeker.
Dostoyevski ilk sayılacak bu romanında realiteyi bir türlü kavrayamayarak kendini denetleyemeyen belli bir sınırda tutmasını bileme yetisini kaybetmiş çatlamış aklın veya ruhun veya çatlamış benliğin yapısal bozuklukla açıklanacak şizofrenik durumu başta psikolojinin, sonra psikanalizin tam orta yerine kor. Aslına bakarsanız Dostoyevski’nin bir arkeolog hassasiyetiyle ruhu deşelemesi, psikolojinin de psikanalizin de yeni bir yol ve yöntem arayışına ilham ve malzeme vermiştir.