‘Hayır matem senin hakkın değil…Matem benim hakkım;
Asırlar var ki, aydınlık nedir, bilmez afakım!’ (M. Âkif)
Her toplumun kara günlerinde bir deniz feneri gibi yönlerini bulmalarını sağlayan kılavuzları, işaretleri vardır. Onlar uzun süren fırtınalı gecelerin kara sularında birer deniz feneri gibidirler. Sizi selamete çıkaracak yolu gösterirler. Size hakkı ve sabrı ve aşkı tavsiye ederler. Rotanızı saldıkları ışığa göre ayarlarsınız.
Derin sarsıntı ve bunalımlarla medeniyetimizi yitirmeye başladığımız talihsiz günlerden bu yana yönsüzlüğün, yolsuzluğun kahredici anaforunu yaşıyoruz. Şiddetli çalkantılar içinde alabora olan bir geminin yolcuları gibiyiz. Kayalara vurmakta olan bu gemide batışın canhıraş çaresizliğiyle yaşama tutunmak için son umut gibi salınan çığlıklar, lüks kamarada keyif çatanların duyarsızlığını kımıldatmadı bile. Oysa bu batış az sonra herkesi ölümcül koynuna alacak, geçici avunmalarıyla o ışıltılı yaşamlara da son verecektir. Özellikle Tanzimat sonrası yaşanan katasrof kimi sözde aydın ve yöneticiye ihtişamlı hayatların geçici, müptezel zevklerini yaşattıysa da, bir ümmeti de yeniden doğruluşu imkânsız kılacak ölçüde çökertmiştir. Nice acıları, ağıtları, sefaletleri, yoksullukları, yoksunlukları içeren bu zamanlar ölçümüzü ve öncülerimizi yitirdiğimiz yıllardır.
Ölçüsü olmayan bir toplum şaşkındır, deli divane olmuştur. Mihenk taşımızı, hareket ve nirengi noktamızı yitirmiş, ne yitirmesi ısrarla ondan uzaklaşmış, kaçınmışızdır. Bile isteye yitirdiğimiz -çok çalışmaksızın sadece istemekle de bulamayacağımız- kendi hakikatimizden uzak bu çorak iklimde neredeyse öz suyumuz tükenmiş, varlığımız yeşeremez olmuştur. İnsan olarak bize anlam ve onur kazandıran İslâm varlığımızı terk etme vetiresine girme maskaralığından sonra, zilletten başka hangi mertebede tekevvün edebilirdik? Tek kelimeyle kendimizi yitirdiğimiz zorlu, ağır, uzun zamanlardan sonra şimdi kendimize gelme vaktidir. Ne geçmişe gam ve kederle, ne de geleceğe kaygı, kuşku veya boş hayallerle bakmak yerine kendimizi olduğumuz gibi, olduğumuz kadar, olduğumuz yerde yeniden keşfetmenin çabası içinde olmamız gerekiyor. İsabetli bir hareket noktası için tutarlı bir gerçekliğe sahip olmalıyız. Niçin böyle söylüyorum? Boş hayaller ve avunmalarla gönül eğlemek bize kısmi bir rahatlık verse de bizi şimdi hayati derecede muhtaç olduğumuz bilgi ve bilinç seviyesine taşıyamadı, taşıyamayacaktır. Diğer taraftan katı, keskin gerçeklerden ruhumuza sirayet ederek benliğimizi saran karamsarlık yaşam coşkumuzu tezyif etti. Üzerinde duracağımız düzlemi bulacağımızda kendimiz, kendimizi bulduğumuzda üzerinde duracağımız zeminin olmuyorsa; düşlerimiz, düşüncelerimiz ve yaşantımız arasında bağıntı olamayışındandır.
Öyleyse yeni zamanların koşulları gözetilerek, ruhları yeniden canlandıracak sağlık aşısını her mutazarrır bünyeye ulaştırmak gerekmektedir. Çünkü bünyemizi mahfeden hastalık mikrobu sistemli, programlı olarak her bünyeye zerk edilmiştir. Rabbimize sonsuz hamd olsun ki, bir mucize gerçekleşti ve bizler o zehri içip şifa bulanlardan olduk. Buna şaşıp kalıyorlar zaten. Nasıl oluyor da en az bir yüz yıldır, fiilen uygulanan kültürel yok etme sistemli faaliyetine rağmen bunlar daha bilgili, daha diri, daha çok var olabiliyorlar? İslâm nurunu bin bir hesapla söndürmek isteyenler, Allah’ın, Musa’yı (as) Firavun eliyle koruduğunu bilemezler. Ve onlar hesaplarında hep yanılmış olanlardır.
Bunca uzun süren kıştan, bunca tufandan sonra şimdi millet varlığımızın hızla sıhhatine kavuşması için birbirimize hakkı ve sabrı tavsiye etmek, öncü olmak, öncüleri öne çıkarmak gerekmektedir. Hayırlarda yarışmak kuşkusuz lâdini etki ve yönlendirmelerle düzlemi değiştirilmiş aklımızın ve ruhumuzun tekrar aslî yatağında akması yönünde bir çaba ile başlamalıdır.
Her ne olursa olsun içimizden hakkı ve sabrı tavsiye edecek bizlere doğru yolu gösterecek öncüler eksik olmamalıdır. ‘Sizden hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır’ (Al-i İmran 104) Tüm koşullar elverişsiz de olsa, en zor zamanları da yaşasak ilmî ve fikrî canlılığımızı akim bırakmamak emredilmiştir. Siyasi, sosyal, ekonomik çöküntüler bir bakıma gelip geçici ve hemen her toplumun yaşadığı, yaşayabileceği sarsıntılardır. Dünya hayatı biraz da bu sarsıntılarla birlikte yaşamak demektir. Ayrıca materyalist daha doğrusu dünyacı eğilimleri yaşamına baskın olan insan ne yapıp eder kendisine uğraşacağı bir problem var eder. Peki, sonra ne yapar? Var ettiği bu problemi çokluk yan etkileri toplumsal bünyeye başka hasarlar veren başka problemlerle çözer. Hayatı başarmak adına düğümlemek ve çözümlemek arasında geliş gidişlerle bir nesil /bir ömür telef olur. Aklınız bozulmamış, ruhunuz kaymamışsa ne yapıp eder bu sapmanın, savrulmanın üstesinden gelirsiniz. Bizi istikamet üzere tutacak olan akıl ve ruh sağlığımızın, doğallıkla inancın, umudun, bilincin, ilmî taharrinin özetle entelektüel derinliğin ve genişliğin azalmamasıdır önemli olan. Bu keyfiyet toplumun manevî gücünü, varlık azmini, yaşam coşkusunu oluşturur. Değilse tüm varlığınızı nispet ettiğiniz ekonomik sarsıntılarla allak bullak olan hayatın çöküntüleri altında kalır ve ilânihaye kalkmamacasına yok olursunuz. Yok olmazsınız da Allah sizi götürür yerine başka bir kavim, başka bir topluluk getirir. Yok olmamak için bizi var eden cevher, o değişmez öz her bir değişimle yenilenerek çoğalmalı, zamanlar ve nesiller boyu akıp gitmelidir. Bu akış kimin, kimlerin marifetiyle canlı kalacak, hızlanacaktır? Elbette o toplumda üst yapı elemanları diyeceğimiz âlim ve entelektüel öncüler tarafından. Aydınlar, münevverler, ilim adamları, her kesimden ve her seviyeden düşünce ve duyarlığı kendisi için varoluş çabası sayan hemen herkes öncüdür. Anlamak, anlatmak, uyarmak, gerektiğinde müdahale edip karşı koymak, direnmek ve cihad etmek onların sorumlulukları arasındadır. Burada kapitalist toplumdan sosyalist modele kadar hemen her kesimde görülecek teorisyen ve pratisyen saçma ayrımını da yapamayız. İslâmî yaşama biçimi bize böyle bir ayrım yapma yetkisi ve alanı vermez. Şimdi burada ahkâm kesmemek için, en azından İslâm’dan benim anladığım kadarıyla, İslâm öğretisi ve pratiği böyle bir anlayışa açık değildir. Müslüman parçalı değil bütüncül, mütemmim bir benlik sahibi olmalıdır. Normal zamanlarda görevi fikir vermek olan aydın öncüler yeri geldiği zaman fikir değil kan vermeyi vazife bilmişlerdir bilmelidirler. Hususen Müslüman aydının bu konudaki hassasiyeti onun diğer insanlara nazaran daha fazla olan sorumluluğundan dolayıdır. Bilmek ve birçok şeyin farkında olmak ona ilave yükümlülükler getirir. O nedenle inanmış münevver inandığı gibi düşünür, düşündü gibi yaşar. Yani onun inancı, düşüncesi ve yaşantısı arasında kapanmaz mesafeler olmaz. Hatta onların en önemli eserleri hayatlarıdır denebilir. İşte onlar örnek ve öncü olmayı hak edenlerdir.
Yayılmacı Batı’nın modern uygarlığı küresel emperyalizmini kurmaya başlayınca Osmanlı düzeni ve toplum yapısı ekonomik, kültürel ve toplumsal anlamda geri kaldı, sonrasında çöktü. Bu çöküşün enkaz yığınları arasında tutarlı düşünmek neredeyse imkânsızlaşmıştır. Ümitsizlik, kendine güvensizlik gittikçe yayılan salgına dönüşmüş; korku, vehim, yeis tüm benlikleri kemire kemire tüketmeye başlamıştır. Ümmetin öncüsü olması gereken aydınlar halkın duyarlıklarının bile çok gerisinde kalarak taklitçi ve teslimiyetçi bir tutum benimsemişlerdir. Evvela sanatın doğasına ve mahiyetine ters olan ‘Sanat sanat içindir’ boş lakırdılarıyla ülke ve toplum sorunlarına karşı duyarsız yaşayarak bir devri heba etmişlerdir. Kim bilir belki de belli, amaçlar doğrultusunda başta Batılı düşünce akımlarının yerli acenteliğini yaparak esaslı bir görev de icra etmiş olabilirler. Bunların aydınlıkları suflör olmaktan öteye gitmez. ‘Tek dişi kalmış canavar’ kanlı uygarlık sahnesinde varlığımızı yok etme trajedisini oynatırken bu teslim olmaktan başka hünerleri olmayan aydınlar Batı’nın sarhoş yavelerini Türkçe’ye allayıp pullayarak çevirmekten başka bir halt etmediler. Milleti ‘alçakça vuran darbeler’ in sahibi olmayı başarmış olanlar bu züppeliği onur nişanı olarak zaten millî duyarlıktan yoksun yüreklerinde arlanmadan taşıyabilirler.
‘Serseri: Hiçbirinin mesleği yok, meşrebi yok;
Feylosof hepsi, fakat pek çoğunun mektebi yok!
Şimdi Allaha söver sonra biraz bol para ver
Hiç utanmaz Protestanlara zangoçluk eder’
Tanzimat ve sonrasında İttihat ve Terakki aydınları son derece indirgemeci ve teslimiyetçidir. Avrupa’nın pozitivist, profan anlayışı karşısında bir gram olsun muhakeme ve kritik kabiliyetleri yoktur. İflah olmaz hastalık ölçüsünde kompleks içinde, işbirlikçi ve içinden çıktıkları topluma yabancıdırlar. ‘Ait oldukları toplum’ demedim. Çünkü aidiyetlerini ifade edecek değerleri hor görmüş, inkâr etmişlerdir. Her bakımdan zaten küçümsedikleri toplumdan uzaklaşmışlar, kopmuşlardır. Çare ve çözümleri çok basittir: Madem uygarlık seviyesinde Avrupa üstünlüğü ele geçirmiştir, o hâlde geri kaldığımız bir uygarlığa zihnen ve yaşama pratiği bakımından teslim olunmalıdır. Batı’nın maddi ilerlemesi ayrıca onun haklı ve doğru olması anlamına gelir. Bir virüs gibi yayılan bu anlayış o dönem aydınının ana karakterini oluşturur. Öyle ki Batı, özellikle Fransa karşısında kompleksli bir benliği olmayanlara aydın bile denilmeyecektir. Ne yazık ki aydınlık ve aydın olmak bu seviyesizlikte bu basitlikle ucuzlamıştır. Âkif bu kepazeliği ironik bir üslûpla ne güzel tasvir eder:
‘Mütefekkir geçinenler ne diyor siz de bakın:
Medeniyette tealisi umumen Şark”ın,
Yalnız bir yolu tâkip ederek kâbildir,
Başka yollarda selâmet gösteren gâfildir.
Bakarak hangi zeminden yürümüş Avrupalı,
Aynı izden sağa, sola hiç sapmamalı.’
İşte bu yıkıntı, bu altüst oluş anında bütün bir milletin kalbini kalbinde, bütün bir âlem-i İslâm’ın ruhunu ruhunda taşıyan tepeden tırnağa bu toprağın sesi, bu kültürün nefesi, onurlu, namuslu, aslının, asaletinin, aidiyetinin bilincinde tek başına neredeyse milletin makûs tarihini ve talihini titretip dirilten bir haykırış duyulur. Umut dolu, cesaret, güven dolu bir seda!.. Bu bütün mazlum gönülleri ateşleyen, karşı konulmaz ve yenilmez bir şekilde tüm yürekleri, bedenleri harekete geçiren sesin, bu şerefli, hisli, bilgili, inançlı, mu’tekid, akıllı, heyecanlı ayağa kalkışın, bu bitmeyen, yılmayan, yorulmayan azmin adı Mehmet Âkif Ersoy’dur.
‘Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam.
Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam.’
Mehmet Âkif Ersoy ve arkadaşları bu zihnî hercümerç içinde ait oldukları tarihin ve toplumun üzerine kâbus gibi çöken zor zamanda aydın sorumluluğunu hakkı ile ifa etmişlerdir. Ve yine ne acı ki özgün İslâmî kimliğimizi ve istiklâli kayıtsız koşulsuz savunmak onların hakir görülmelerine sebep olabilmiştir. Bir toplum kendisine aydınları ile inanır ve güvenir veya bir toplum kendisini aydınları ile aşağılar ve inkâr eder. Biz az sayıda inanalar ve çok sayıda inkâr edenler arasında kaotik, bunalımlı bir karanlık dönem yaşamışızdır. Bu karanlık doğrudan doğruya milletine kasteden gizli ve hain amaçlı odak ve örgütlerle bu milleti boğmaya yönelmiştir. Siyonist örgütlenme İttihat ve Terakki oluşumu ile birleşerek yönetimdeki ya da yönetimi arzulayan kişilerin özellikle iktidar ve makam zaaflarını kullanarak dehşet verici hıyanetlerini adım adım uygulamaya koymuşlar ve başarmışlardır. 33 yıl boyunca bir karış toprak alamadıkları Abdülhamit dönemi Osmanlısına karşı yenilik, özgürlük, eşitlik yaveleri atan bu çok vatanperver aydın ve bürokrat kadrosu Abdülhamit’in hallinden sonra gasp ettikleri iktidarları döneminde bütün özgürlükleri daraltıp budamışlar, ülkeyi yargısız infazlar sürgün ve cinayetlerle yönetmişlerdir. Ülke dört taraftan harbe sürüklenmiş; balkanlarda, Trablus’ta, Kafkaslarda, Orta Doğu’da mübarek vatan toprakları emperyalistlere peşkeş çekilmiştir. Emanuel Karasso’lar, Moiz Kohen’ler (İkisi de beynelmilel siyonisttir. İlki Selanik mebusu sıfatıyla Abdülhamit’e Meşrutiyet Meclisi’nin hal kararını bizzat elden tebliğ etmiştir, diğeri daha sonra ismini ‘Muhsin Tekin Alp’ diye değiştirerek Türkçülük akımının başlatıcılarından olmuştur. ‘Kemalizm’ kitabının yazarı da işte bu kişidir.) ellerini ovuşturarak gülerken bu ülke evlatlarına da kan, gözyaşı dolu derin acılar kalmıştır.
Mehmet Âkif gibi onurlu ve namuslu aydınlar bu kuşatılmışlığa karşı din ve milletin sadece gür sesi değil harekete geçen direniş gücü olmuşlardır. Mehmet Âkif bu tarihin yetiştirdiği müstesna bir kişiliktir. Âkif bu toprakların öz evladıdır. O zifiri karanlıkta parlayan bir meşaledir. O gerçek bir öncü, gerçek bir örnektir. Memleketi ve milleti satan aydınların kalabalık yaşantıları karşısında Âkif yalnız yaşamış belki yalnız ölmüştür. Ama onun şahsında hakikatin ışığı şimdi her birimizin gönlünü ve kalbini aydınlatmaktadır. İhanetleri karşılığı debdebeli yaşayanlar milletin hafızasında bir anlık hatırlanmayı bile hak etmeksizin silinip gittiler. Şimdi onlar derin yalnızlıkların ıssız kuraklığında bu millete zulmetmenin zevkini hangi ıstıraplarla yaşıyorlardır acaba? Ne koyu bir trajedi… Kim bilir ne elem verici durumdadırlar. Âkif ise özellikle yeni genç kuşağın bugününü ve yarınını inşa ve irşat edecek bir öncü olarak sanki ölmemiş gibidir. Millet olma ve İslâm’ı anlama kararlılığımız arttıkça Âkif’i daha iyi anlıyoruz, Âkif’i anladıkça İslâm ve millet olma bilincimiz artıyor. Âkif gerçekten mükemmel bir şahsiyettir. Pürüzsüz, lekesiz, dosdoğru yaşamıştır. Âkif arkasından gitmek, örnek almak için tam bir sembol kişiliktir. Onu iyi anlamak gerekir, onu kişiliğimizi oluşturacak model şahsiyet olarak bilmelidir. Âkif bir büyük imkândır. İnadına ve yine aynı hain emellerle onu unutturmaya, gözden düşürmeye çalışanlar vardır, var olabilir. Onu hatırlamak anmak ve anlamak birilerine karşı duruş için değil her şeyden evvel Müslümanca var oluşumuz gereğidir. Bu millet Müslüman’dır. Tarihsel ve kültürel kimliğimizi ve güzergâhımızı başka değil ancak İslâm ile ifade edebiliriz. İslâm bu milletin benliğini, varoluş amacını oluşturur. İslâmsızlık bu toplum için anlamsızlık ve anlamsızlığın boşluğunda yok olmaktır. Bu böyle olduğu içindir ki varlığımızı yok etmeyi amaçlayanlar İslâm ile bağımızı zayıflatmak, koparmak isteyenlerdir. İstiklâl marşımızın şairi bu din-i mübin ile bu Kur’an’la aramızdaki bağın kopmazlığını ifade etmiştir.
Anlattıklarımızı tamamlaması bakımından denk düştüğü için değerli edebiyat araştırmacısı Osman Nuri Ekiz’in ‘Mehmet Âkif’ kitabından şu ifadeleri birlikte okuyalım: ‘Sanatını hiçbir zaman ve hiçbir şart altında dahi şahsi duygu ve düşüncelerin, ihtirasların tatmini için kullanmamıştır. Daima topluma ait gerçeklerin ve düşüncelerinin anlatımı için bir vasıta olarak gördü. Milletimizin ve İslâmiyet’in en karanlık günlerinde o, sanatıyla büyük bir ümit ve güven meşalesi olarak her an yanı başımızda bulunmuş, milletimizin acılarını paylaşmış, moral vermiş. Çaresiz ruhlara güven aşılamıştır. Hiçbir zaman fikirlerinden ve duygularından vazgeçmemiştir. Edebiyatımızda onun kadar fikirlerinde istikrar sağlamış ve görüşlerinden vazgeçmemiş, hatta taviz vermemiş sanatçı çok azdır. O’nun bir insan olarak hissetmediği ve benimseyip yaşamadığı hiçbir duygu ve düşünce eserlerinde yer almamıştır. Nasıl duyduysa öyle yaşamış ve öyle yazmıştır. Her zaman samimi ve içten bir insan olmuştur. Bu sebeple Âkif’in şiirlerine onun sonsuzlukla kucaklaşmış, fâni varlığı yani kendisidir demek çok doğru ve yerinde bir değerlendirme olur.’ (*)
Âkif’e yönelen ilgi ve üzerine yapılan araştırmalar umut vermeye başlamıştır. Bu ilgi ve duyarlığın artarak sürmesi adına merhum’un Safahat’ını ince bir dikkatle ve sahiplenerek okumaya ne dersiniz?__________________________
(*) -Osman Nuri Ekiz, Mehmet Âkif, s.59, Toker Yay. İst. 1985.